Monitörün bip bip sesiyle gözlerimi açtım. Sabah mı olmuştu? Hemşire “dede” diye hitap ettiği yaşlı adamın üzerine eğilmiş bir şeyler yapıyordu. Dede “Of anam!” diye çığlık attı. “Tamam, dede,” dedi hemşire. “Az kaldı.”

Doksan yaşlarında biriydi bu. Kafası kabaktı, sakalları da yoktu. Hastabakıcı Rıza onu tıraş etmiş olmalıydı. Elektrikli makine ile isteyen hastaları sakal tıraşı yapmak da hastalara verilen hizmetin bir parçasıydı. Uzunca bir süreden beri yoğun bakımda kalıyormuş. Sürekli inliyordu. Koluna bağlı serum kablolarını koparıp atma girişimi üzerine kollarını yatağın demir kollarına bağlamışlardı. Birkaç kez: “Bana bıçak getirin! Kesecem bu bağları!” diye bağırdığını duymuştu. Hemşireler onu elleriyle beslemek zorundaydılar. Onların da işi zordu. O kadar yaşlının bakımını yapmak, beslemek, altlarını temizlemek, ilaçlarını zamanında vermek… Tarafsız bir gözle bakıldığında, görevlilerin işlerini sadakatle yaptıkları söylenebilirdi.

Yine sessizlik! Saat kaç acaba? Penceresi olmayan bu salonda gece ve gündüz ayırt edilemiyor. Ailem beni ambulansla buraya getirdi; yanımda kol saati ve cep telefonumun olmadığını fark ettiğimde artık çok geçti. Hemşireler beni çırılçıplak soymuşlar, damar yolu açmışlar, kollarıma serum ve monitör cihazını bağlamışlardı. Göğüslerime EKG testi için kablolar yerleştirmişlerdi. Altıma bir bez, cinsel organıma da idrar torbası bağlamışlardı. İlk başta olanların pek farkında değildim; ama bir gün sonra gözlerimi açıp kendimi daha iyi hissettiğinde ilk işim hemşirelere saati sormak oldu. “Dört,” dediler. “Gece mi?” diye sorduğumda “Gündüz!” yanıtını verdiler. Sonraları birkaç kez daha saati sorup durduğumda hemşirelerin sıkılır gibi bir tavır takındıklarını fark edip bundan vaz geçtim. Ama zamanın akışı veya akmayışı zihnimi sürekli meşgul ediyordu. Burada daha ne kadar kalacaktım? Bu hastane yatağına, bu iki metre karelik alana mahkûm olmuştum. Koca evim bana bazen dar gelir, kendimi dışarı atar, parkta yürüyüşler yaparken şimdi cihazlara bağlanmış bir halde kıpırdamadan sırt üstü yatıyordum. Alıştığım yan yatma pozisyonunu bile özlüyordum.

Hayat ne kadar tuhaf ve beklenmedik sürprizlere gebeydi! Bunların çoğu da ne yazık ki kötü sürprizlerdi. Son bir haftadır beni buraya getiren olaylar dizisi gözlerimin önünden geçti.

Haftada bir eve temizliğe gelen Hatice Hanım (Evli, iki çocuklu, tesettürlü, dindar biri; zeki, uyanık bir kadın. Liseyi dışarıdan bitirmiş, şimdi de üniversiteye gitmeyi düşlüyor) o gün bana şöyle dedi: “Aaa, Kemal Amca! Senin boynunda bir şişlik var!”

Eşim de baktığı zaman yumruya benzer bir şişlik fark etti: “Evet,” dedi. “Bunu doktora göstermek gerek.”

Hiçbir şikâyetim yoktu oysa, yumrunun farkında bile değildim. Yediğime, içtiğime dikkat eder, yürüyüşlerimi ihmal etmezdim. Kanserin son ziyaret etmesi gereken biriydim, bana kalırsa.

Gittiğim devlet hastanesinde doktor yaptırmam gereken testleri sıraladı: Kan testi, idrar testi, boğaz sonografisi, kemik iliği testi, PET BT, EKG, akciğer röntgeni… Bu testlerden bazıları için randevu ancak yirmi, otuz gün sonraya verilmişti. Olayı duyan eşimin yeğeni İzmir’den telefon etmiş: “Enişteciğim, zaman kaybetme o hastanede,” demişti. “Bir an önce tedaviye başlaman gerek. Hacettepe Üniversitesinde bir genel cerrah arkadaşım var. Profesör kendisi. Onunla konuştum. Hemen gelsin bir bakayım, dedi. Özel muayenesine git, parayı fazla düşünme. Senin sağlığın her şeyden önemli.”

Basiretim bağlanmıştı bir kez; ailemin telaşı da makul düşünmeme engel olmuştu.  Bu yaşına gelmiş bir insan olarak, çok çok gerekli olmadıkça modern tıbba kendimi teslim etmemin sakıncalarını öğrenmiş olmam gerekmez miydi? Bu korkunç bir sanayi idi, elini veren artık kolunu kurtaramazdı!

Yeğeninin arkadaşı profesör halim selim, güler yüzlü, anlayışlı bir hocaydı. Muayene sırasında boyundaki kitle dışında koltuk altında ve kasıkta da kitleler buldu. Muayene sonunda: “Koltuk altındaki kitleyi hemen ameliyatla alıp patolojiye göndermem gerek. Sonucu alıp sizi bir onkolog arkadaşıma göndereceğim. Ondan sonraki tedavi sürecini o planlar. Kitlenin kanser olmadığını umut ediyorum, ancak müdahale şart çünkü bu tür kitlelerin kansere dönüşme riski yüksektir,” dedi.

 “Kahvaltı geldiii!”

Bu Serpil Hanımdı. Yoğun bakımın ve hastaların temizliğinden sorumluydu. Biraz önce hastaların altlarını değiştirmiş, idrar torbalarını boşaltmıştı. Sürekli yüzü gülen, hastalarına takılan, etrafına neşe saçan bir kadındı. İki çocuğunu da evlendirmiş. Üç de torunu varmış. Bir de sevdiği bir işi varmış. Allah’ından başka ne istermiş…

Yatağımı dikleştirdi, kahvaltıyı önüme çekti. Kahvaltıda bir lop yumurta, bolca peynir, domates ve salatalık vardı. “Kusura bakma, hastalara çay vermiyorlar,” dedi. Sonra da ekledi: “Bak ne güzel! Kahvaltını kendin yapabiliyorsun. Buradaki dokuz kişiden ancak ikisi bunu yapabiliyor. Diğerlerini mamayla besliyoruz. Onun için kendini şanslı say, somurtup durma.”

Gerçekten de yandaki yataktaki kadın bitkin haldeydi, hemşirenin ağzına kaşıkla mama tıkmasına itiraz ediyor, bitkin sesler çıkarıyordu.

“Doktor ne zaman gelecek, Serpil Hanım?”

“Biraz sonra gelir. Yine taburcu olmak istediğini mi söyleyeceksin?”

“Evet.”

“Bizden ne çabuk bıktın! Biz senden gayet memnunuz. Ağzın var, dilin yok. Hiç sesin çıkmıyor.”

Kahvaltıdan birkaç lokma isteksizce aldım. Her lokmada tuvalet ihtiyacımı nasıl gidereceğimi düşündükçe içimi sıkıntı basıyordu. “Bu hiç sorun değil,” diyordu Serpil Hanım. “Bizim görevimiz bu.”

Hayır bunu düşünmek bile istemiyordum. Serpil Hanım’a saygım yanında kendime olan saygım da buna engeldi. Bir an önce taburcu olmalıydım buradan.

İlk bakışta her şey nasıl da mükemmel görünmüştü! Gözümü açtığımda ameliyat bitmişti, yatağımda yatıyordum. Eşim ve çocuklarım yanı başımdaydılar. Hiçbir ağrı hissetmiyordum. Biraz sonra gelen ameliyatı yapan hocayla şakalaştık, sonra da beni biraz koridorda yürüttüler. Her şey normaldi.

Ameliyattan iki gün sonra şiddetli bir ishal başladı. Bu durdurulamayınca çocuklarım beni başka bir hastanenin acil servisine götürdüler. Doktor hemen koluma serum taktı, evime yollarken de bazı ilaçlar yazdı. Bağırsakta enfeksiyon vardı, antibiyotik kullanacaktım.

Üç gün boyunca sıvı kaybından bitap düşmüştüm, buna bir de düşük tansiyon eşlik ediyordu. O cuma günü birden fenalaştım, kusmaya başladım. Çocuklar telaşla ambulans çağırdılar ve beni bu yakın hastaneye yetiştirdiler. Doktorlar, İlk Yardım Servisinden beni hemen Yoğun Bakım Servisine yolladılar. İşte hâlâ buradayım.

Kahvaltıdan sonra viziteye gelen doktora yatağımda doğrulup: “Doktor Bey, ben daha iyiyim. Beni lütfen taburcu edin bugün,” dedim.

 “Kan değerleriniz bozuk. Tedavi etmemiz gerek. Siz hiç acele etmeyin. Emin ellerdesiniz burada,” dedi doktor ve diğer hastaya geçti.

Evet, emin ellerdeydim. Bir kartalın pençesindeki tavşan gibi emin ellerde…

“Beni hiç olmazsa normal odaya alın” dediğimde ise doktor yanındakilerle birlikte yoğun bakımdan ayrılmıştı bile.

Dede yine inlemeye başladı. Hemşire: “Bu ilacı içmen lazım,” diyordu.

“İçemeeem! Mümkün değil.”

“Yeter ama! Ben sadece seninle uğraşamam. Bu ilaç bitecek! Hem de tek seferde!”

“Allah’ım, kurtar beni!”

Bu modern tıbbın mantığını anlayamıyordum. İnsanların evlerinde huzur içinde ölmesine bile izin verilmiyordu. İlaç fabrikaları çalışacak, tıbbi cihazlar üretilecek, milyonlara aşı yapılacak, böylece normal ölümlere engel olunacaktı. Sonra da dünya nüfusu sekiz milyara ulaşacak, insanlar açlıktan ölecek, yeniden nüfus kontrolü için yöneticiler yeni savaşlar kotaracaklardı.

“Ben geldim, yakışıklı!” diye yaklaştı hemşire. Hayli kilolu biriydi. Avuç içimi okşardı bazen. Bu beni güldürürdü.  Serumu değiştirdi, sonra da: “Tekrar kan alacağım,” dedi.

“Yine kasıktan mı?”

“Evet.”

“Kolumdan alsanız?”

“Hayır, kasıktan. Ama gördün, hiç ağrıtmıyorum.”

Dede bağırdı: “Anasını eşşek kovalasın!”

Hemşirenin biri güldü: “Dede kime kızmış acaba?”

“Kim bilir kime,” dedi öbürü.

Bense bu baygın yatan, inleyen koğuş arkadaşlarımı şimdi kader yoldaşlarım olarak görüyor, acılarını azaltması için Tanrı’ya dua ediyordum.

Eşim, çocuklarım neden beni görmeye gelmiyorlar? Belki de bu halimle evde benimle uğraşmaktansa benim burada “emin ellerde!” kalmamı yeğliyorlardır. Zaten eşimin de sağlığı mükemmel değil. Tedavi görmekte. Bir evde iki hasta fazla. Çocukların da kendi hayatları var, onları kınamam doğru olmaz.

Babamın da son günleri böyle bir hastanede, yatağa bağlı olarak geçmişti. O da dede gibi serum kordonlarını koparıp parçalamak istemişti. Doktorların çabaları onun beş altı günden fazla yaşamasına el vermemişti. Kız kardeşim: “Artık dayanamıyorum, abi,” demişti. “Bugüne kadar elimden geleni yaptım.  Ama altına yapmaya başladı. Temizleyemiyorum. Zaten beni de tanımıyor. Onu bir bakım evine yatırmamız en iyisi. Ama o da dünyanın parası.  Bana yardım et!”

Mantıklı düşünmüş, kardeşime hak vermiştim. Bir bakımevine kaldırmıştık onu. “Babacığım, seni otele götürüyoruz,” demişti kız kardeşim. “Orada çok rahat edeceksin.” Babasının son sözü: “İtiraz ediyorum!” olmuştu. Ondan sonra da komadan çıkamamıştı.

Komaya mı girmişti, yoksa dünyayla bağını kendisi mi koparmıştı bilemiyorum. Bakımevinde bir süre kaldıktan sonra hastaneye nakletmiştik onu.  Dört beş gün sonra da veda etmişti hayata. Acaba ölürken hasta yatağında neler hissetmişti? Çocuklarına dargın mıydı? Evinde ölmesine izin vermedikleri için neler geçirmişti içinden? Bir süre sonra onu rüyamda gördüm. Bana kırgın ve öfkeliydi. Bir tartışma geçti aramızda. Babamı bir daha da rüyamda görmedim. Ben o kararı mantığıma dayanarak vermiştim, içim rahattı. Ama şimdi düşünüyorum da hangi mantığa göre karar vermiştim? Bu mantığın doğruluğundan nasıl emin olabilmiştim? Çocuklarım da beni böyle yoğun bakıma bırakmışlardı. Onların mantığı da görünüşte doğruydu. Ama ben yerimden iki santim bile kıpırdayamıyor, tuvalete gidemiyor, uyuyamıyor, yürüyemiyordum. Yoksa bu olay dizisi babamı anlayabilmem için düzenlenmiş ilahi bir kurgu muydu?

Sabah Serpil Hanım temizlik için geldiğinde durgundu. “Günaydın,” dedim.

“Günaydın. Olanları duymadın değil mi?”

“Ne oldu?”

“Dede’yi kaybettik bu gece!”

Şaşırdım. Dün gece şişman hemşireden uyuyabilmem için müsekkin istemiş, getirdiği iki hapı yutmuştum. Koğuştaki gürültüden, telaştan hiç haberim olmamıştı.

Doğrulup Dede’nin yatağına baktım. Boştu.

“Allah rahmet etsin,” dedi Serpil Hanım. “Acıları bitti!”

Yoğun bakım servisinde günlük rutin başlamıştı.

Sedat Erden
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)