Son Dakika



Cumhuriyet’in kurulması öncesinde ne büyük sıkıntılar yaşandığını, uzun süren savaşlardan yıpranmış bir toplumun tarih sahnesinden silinmekle karşı karşıya olduğunu anlatmak bu yazının konusu değildir; ama ülkenin içinde bulunduğu olağanüstü olumsuz koşullar dikkate alınmadan yaşananları anlamak olanaksızdır.

İletişim açısından da durum sıkıntılıdır: Gazete sadece birkaç kentte yayınlanan, çok az sayıda insanın okuyabildiği bir iletişim aracıdır. Yabancıların yayınladığı gazeteler, onlara haber taşıyan yabancı haber ajansları faaliyettedir. Böyle bir ortamda Mustafa Kemal’in elinde telgraf ile Sivas ve Ankara’da sınırlı olanaklarla yayınladığı gazeteler (İradei Milliye, Hakimiyeti Milliye) vardır. En zor koşullarda bile gazetecilerle görüşen (İzmit toplantısı), onlara bilgi veren ve düşüncelerini öğrenmeye çalışan bir önder söz konusudur. Kurtuluş Savaşı süresince toplantı halinde olan, anayasa yapan, kamu bütçesini görüşen bir Meclis; savaş boyunca askerleriyle, sonrasında yurttaşları ile diz dize bir başkomutan ve bir cumhurbaşkanı vardır. Bugünün sözcükleriyle anlatmak gerekirse, dinleyen, görüş açıklayan, şeffaf ve sürdürülebilir bir yönetimin gereklerini yerine getiren, kamu kaynaklarını kamunun yararına kullanan bir anlayış iktidardadır. Görevi gereği kendisine yapılan ödemeleri yatırıma dönüştüren, çiftlik kuran, mirasını Türk Dil ve Türk Tarih kurumlarına bağışlayan bir liderden söz ediyoruz. Günümüzde sık kullanılan etik kavramı onun yaşamı, yönetim anlayışı ve yaptıklarının incelenmesiyle anlam kazanır: Bencillikten, çıkarcılıktan uzak, yurdu ve yurttaşlarına hizmet için çalışan bir liderlik anlayışı. Bütün bunların günümüzde eksikliği çok duyulan özellikler olduğu iyi biliniyor.

Atatürk’ün yönetiminde ulusal bağımsızlık güvence altına alındıktan sonra (Lozan Antlaşması), ekonomik ve kültürel kalkınmada önemli gelişmeler sağlanmış, devrimler yaşamın bütün alanlarında etkili olmuştur. Bunlar arasında çok sayıda başarılı mezunları sayesinde unutulmayan Köy Enstitüleri de vardır. Eğitim sorununun çözümünde önemli katkıları olan ama Atatürk’ün kaybından sonra toplumsal yapıyı değiştirebilecek etkileri nedeniyle eleştirilere konu edilen ve sonra tamamen ortadan kaldırılan bu kurumlar toplumsal bellekte varlığını sürdürmektedir. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında eğitim kadar talihsiz bir başka alan iletişimdir. Basına kazandırılmaya çalışılan yapı kısa sürede göz ardı edilmiş, Köy Enstitüleri gibi savunanları olmadığından ve haksız eleştiriler yüzünden olumsuz hatırlanır hale gelmiştir. Bu süreci gözden geçirmeye çalışalım.

CUMHURİYET'İN İLETİŞİM POLİTİKALARI  

İletişim, Cumhuriyet’in kurucularının çok önem verdikleri bir konudur. Ülkelerini iyi tanıdıkları, okuryazarlığın ne kadar yetersiz olduğunu bildikleri için abece değişiminden de önce basın konusunu ele almışlardır. Kamuoyunun bilinçli olması gerektiğine inanılmaktadır; bunu sağlayacak olan basındır. Bu dönemin basına ilişkin politikalarının üç önemli boyutu vardır: Özerklik, basın çalışanlarının eğitimli olması zorunluluğu ve meslek örgütü oluşturulması.

Bu başlıkları sırasıyla gözden geçirelim.

1. Bugüne kadar hiçbir özerk kurumu yaşatmayı başaramamış bir ülkede yüzyıl önce iletişim alanında özerk kurum yaratılmaya çalışıldığından söz etmek şaşırtıcı gelebilir. Buna kurumların geçmişinin bilinmemesi de eklenince kimin özerkliği diye sorulabilir. Sözü edilmesi gereken kurum Anadolu Ajansı’dır (AA). 6 Nisan 1920’de, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışından önce çalışmaya başlayan AA, kendisinden iki ay sonra kurulan Dışişleri Bakanlığı Matbuat ve İstihbarat Genel Müdürlüğü’nün bir birimidir. Görevi Anadolu’daki kurtuluş hareketinin haberlerini yaymak; ulusal mücadelenin sesini dünyaya duyurmaktır. Beş yıl boyunca bu görevini yerine getirir. 1925 yılında anonim şirket olarak yeni bir yapıya kavuşturulur. Bunun nedeni Ajans haberlerinin hükümetin görüşü olarak değerlendirilmesini önlemektir. Yeni yapı ilginçtir: Ajans artık 20 bin lira sermayeli, iki bin hisseden oluşan bir anonim şirkettir. Sermayesi hükümet tarafından karşılanır. Hisseler şöyle dağıtılmıştır: Dışişleri Bakanı (Tevfik Rüştü Aras-1000) ile yönetim kurulu üyeleri (Ahmet Ağaoğlu-75, Mahmut Soydan-75, Yakup Kadri Karaosmanoğlu-75, Falih Rıfkı Atay-75, Ruşen Eşref Ünaydın-75, Tevfik Kamil Koperler-50, Hikmet Bayur-25), Ajans’ın yöneticileri (Genel müdür Alaettin Bey-75, İstanbul temsilcisi Ethem Hidayet Akımsar-75, Yazı işleri müdürü Kemalettin Kamu-50, Muhasebe müdürü Cemil Zühtü-50) ve 32 gazeteci-325. Çok önemli konu şirket genel kurulunda her on hisse bir oy sayılacak ve hiç kimse on oydan fazla kullanamayacaktır. Bu durumda sermayeyi ve işletme giderlerini karşılayan hükümet yönetimde azınlık konumundadır. Bugün bu tür yapılanmaları özerk olarak niteliyoruz. AA’nın bu yapısından 1987 yılına kadar haberimiz yoktu; bu nedenle özerkliğin ne olduğunu anlamadık. O kadar ki 1961 Anayasası ile özerk olması öngörülen Türkiye Radyo Televizyon Kurumu (TRT) için AA’yı değil, İngiliz Radyo Televizyon Örgütünü (BBC) örnek almaya çalıştık. Başarısızlık kaçınılmazdı ve öyle oldu.

1925 yılındaki AA düzenlemesinin şaşırtıcı olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü iletişim, tarih boyunca devletlerin ihtiyaçlarını karşılamak üzere kurulan ve denetim altında tutulan bir faaliyetti. Avrupa’da ticari kapitalizmin gelişimiyle artan haber ihtiyacı gazetelerin doğmasına yol açacak, onların yavaş yavaş hükümetlerin denetiminden kurtulması basın özgürlüğünün tanınmasını sağlayacaktır. Osmanlı İmparatorluğu bu gelişmelerin çok uzağındadır. AA ulusal gereklerden ortaya çıkıp, 1925 yılında sözü edilen yapıya kavuşturulurken haber toplayıp satma işini Avrupa’da 19. yüzyıldan bu yana önce Havas, sonra Reuter ve Wolff gibi özel haber ajansları gerçekleştiriyordu. ABD’de durum biraz farklıydı. Ülkenin büyüklüğü, gazete sayısının çok olması gazetelerin ortak olduğu haber ajanslarının ortaya çıkmasına yol açtı. Bunların en eskilerinden ve faaliyette olan Associated Press ortaklarına kâr dağıtmayan, kârını yatırımda kullanan kooperatif bir ajans olarak kuruldu. AA’ya benzetilebilecek tek haber ajansı 2. Dünya Savaşı’nda işgal kuvvetleri ile işbirliği yaptığı için kapatılan Havas’ın yerini alan ve hükümetin destekleriyle yaşayan Agence France Presse’tir (AFP). Onun da 1957 yılında yasal yapısı belirlenirken hükümet denetiminden uzak bir yapıya sahip olması kabul görmemiştir. AFP’nin genel müdürü yönetimde yer alan hükümet temsilcilerinin onayı olmadan seçilememektedir. AA, kimse bilmese ya da hatırlamak istemese de sermayesini devletin sağladığı, çalışanlarının hisse ve genel kurulda söz sahibi olduğu benzeri olmayan bir kuruluştur.   

1927 yılında radyo yayınları da bir anonim şirket eliyle başlatılmıştır: Telsiz Telefon Türk Anonim Şirketi (TTTAŞ). Araştırmalar bu şirketin sermayesinin 150 bin lira olduğunu, ortaklarının İş Bankası (Celal Bayar- yüzde 40), Anadolu Ajansı (Mahmut Soydan-yüzde 30), Cemal Hüsnü Taray (yüzde 10), Sedat Nuri İleri (yüzde 10) ve Falih Rıfkı Atay’dan (yüzde 10) oluştuğunu belirtmektedirler. Ancak şirketin yapısının AA’ya benzeyip benzemediğini ve karar alma süreçlerinin nasıl gerçekleştiğini bilmiyoruz. Radyo yayıncılığı henüz kuruluş aşamasında olduğu için çalışanlara hisse verilmemiş olabilir. Bu durumda yönetimin hissedarlar tarafından yürütüldüğü düşünülmelidir. Ama her şeye rağmen radyo yayıncılığının da AA gibi anonim şirket biçiminde tasarlanması önemli bir girişimdir. Cumhuriyet yönetiminin en önemli iletişim kurumlarını, hükümete doğrudan bağlı olmayan, güvenilir bulduğu kadrolara emanet etmesi akılda tutulması gereken bir özelliktir.  

2. Cumhuriyet’in iletişim politikalarının sözü edilmesi gereken bir başka noktası gazetecilerin eğitimli olması konusudur. Bu 1931 yılında Cumhuriyet’in ilk basın yasası ile gündeme gelmiştir. Yasanın Meclis’te görüşülmesi sırasında Başbakan İsmet İnönü, basın özgürlüğü olmadan halk idaresinden söz edilemeyeceğini, ancak özgürlüğün iyi kullanılmaması durumunda ülkenin zarar göreceğini söyler. Başbakan bu çelişkili durumun iyi yönetilmesinde görevin bütün millete düştüğü gerçeğinin zihinlere yerleştirilmesi gerektiği kanısındadır.  Çocuklara ders veren öğretmenler için pek çok kural varken her gün herkese akıl veren gazeteciler için de bazı denetimlerin olması gerekir. Bunu önce öteki basın araçları sonra siyasi yaşamda yer alanlar ve en sonra da kanunlar yapacaktır. Yasa gazetecilerin yerine getirdikleri önemli görev için donanımlı olmaları gerektiği düşüncesini somutlaştırır: Gazete ve dergi sahiplerinin yüksek mektep veya lise mezunu; başyazar ve yazı işleri müdürlerinin ise yüksek mektep mezunu olmaları koşulu getirilir. İlgililerin kurala uyması için de üç yıllık bir süre öngörülür. Dönemin gazetelerinde Darülfünun’un İstanbul’da gazetecilik okulu açılması için çalışmalara başladığı haberleri yer alır.

3. Üçüncü önemli konu gazetecilik mesleğinin örgütlü bir yapıya kavuşturulması ve üyelerin çalışma koşullarının, haklarının ve sorumluluklarının belirlenmesi/güvence altına alınmasıdır. Konu ayrıntılı olarak 1935 Birinci Basın Kongresi’nde ele alınır ve kararlarını gerçekleştirmek üzere Basın Birliği 1938 yılında kurulur. Örgütün organları bir yıl sonra oluşturulur. Gazete sahipleri ile gazeteciler aynı örgüt çatısı altında bir araya gelirler. Gazetecilik yapabilmek için Basın Birliği’ne üye olmak zorunludur. Örgütün önemli görevlerinden biri meslek mensuplarının çalışma koşullarını iyileştirmekti. Yönetim gazetecilik okulları ve meslek kursları, eğitim programları düzenleyecek, meslek kurallarına uymayanlara geçici ya da sürekli meslekten çıkartma cezası verebilecekti. 

DEĞERLENDİRME ve SONUÇ

Cumhuriyet’in iletişim alanında öngördüğü yapı işlemedi. Köy Enstitüleri örneğinde olduğu gibi zaman yapı için öngörülen ilkeleri ortadan kaldırdı. AA yöneticileri statünün sağladığı yetkileri kullanmaktan çok hükümete bağlı ya da yakın işbirliği içinde olmayı yeğlediler. Bunda gereksinim duyulan bütçenin hükümet tarafından sağlanmasının elbette büyük rolü oldu. Zamanla kuruluş statüsü unutuldu; satılamaz ve bölünemez nitelikteki hisseler ya sandık köşelerinde unutuldu ya da yöneticiler ve siyasetçiler yardımıyla usulsüz olarak el değiştirdi. Oysa AA iletişim tarihinin eşsiz örneğidir. Paranın, gücün iletişim alanında da egemen olmasına sınır getirebilecek bir buluştu. Kamu kaynakları ile kurulan ama ülkede ve dünyada olan biteni herkese duyuracak bir iletişim modeliydi. Bir yandan kurulan yapının anlaşılamaması ya da unutturulması, öte yandan siyasal ve toplumsal çıkar hesapları bu özgün modeli işlemez hale getirdi. Siyasal iktidarlar kamu kaynakları ile kendi reklamlarının yapılmasından keyif aldılar. Onlara yakın iş adamları AA haberlerini siyasal iktidarın desteğiyle ücretsiz alıp tekrar kamuya satarak ajans sahibi olmayı öğrendiler. Çalışanlar sendikalı olmanın, ücret zammı istemenin doğal olduğunu öğrendiler ama AA çalışanı olmanın getirdiği sorumluluğu onlar da bilemediler.

Gazetecilerin eğitimli olması koşulu da yasanın mürekkebi kurumadan kaldırılan ilkelerden biri oldu. Buna en çok sevinenler dönemin gazete sahibi, yöneticileri ve yazarları olsa gerek. Bu eğitimli, yetenekli, yabancı dil bilir kesim onları rahatsız edebilecek yeni yeteneklerin rekabeti ile karşılaşmaktan ilelebet kurtuldular. Bunlar arasında Asım Us, Halil Lütfi Dördüncü, Ahmet Emin Yalman, Ali Naci Karacan, Sedat Simavi, Cemil Sait Barlas olabilir mi? Eğitim koşulunun kaldırılmasına Anadolu’dan Ankara ya da İstanbul’a gelen yetenekli ama donanımsız gençler de mutlu olmuş olabilirler. Boğaz tokluğuna da olsa gazetecilik yapmanın keyfini yaşadıklarına kuşku yok. Sömürüldüklerini, itilip kakıldıklarını meslekte tutunduktan sonra unutmaları doğal olsa gerek. Üzerinde durulmasa da Türk basını Emin Karakuş, Mustafa Ekmekçi gibi kahramanların özverileriyle ayaktadır.

Eğitim koşulunun kaldırılmasından Anadolu basınının da mutlu olabileceği kimin aklına gelirdi? Anadolu’nun zor koşullarında büyük emek ve sıkıntıyla var olan gazetecilik, eleştirilmesi artık kural haline gelen 27 Mayıs Devrimi sonrası Milli Birlik Komitesi’nin kurduğu Basın İlan Kurumu sayesinde düzenli gelire kavuştuğu halde eğitim düzeyinin yükselmesinden çekindi. 2004 Basın Yasası’na bile sorumlu müdürün orta öğretim veya dengi eğitim kurumundan mezun olma koşununu yazdıracak kadar güçlü olan bu basın da sahibin ve sorumlu müdürün üniversite mezunu olmasını zamansız bulmaktadır.    

Basın Birliği yasasının kaldırılmasından herkesin mutlu olduğunu düşünebiliriz. Bu sıralamada öncelik İstanbul’daki gazete sahiplerinde olsa gerek. Bu yasa yüzünden yanlarında çalışanların özlük haklarını düşünmek zorundaydılar. Sefalet ücreti karşılığında çalıştırdıkları insanlara daha iyi ücret vermek söz konusu olunca Basın Birliği’nin görevlerini yerine getirmesine engel olanlar onlar olsa gerek. Onlar sayesinde Ulus ve AA çalışanlarına sağlanan iyileştirmeler öteki basın organlarına yansımadı.  İktidar partisi içinde sorunu izleyenleri yine başka CHP’lilerle birlikte savaş sonuna kadar oyalayıp, zaten bir işe yaramıyordu düşüncesini yaratabilmeleri alkışlanması gereken bir başarı olsa gerek. Köy Enstitüleri de toprak ağalarını rahatsız ettiği için önce halktan yana CHP’li sonra Demokrat Parti’li siyasetçiler tarafından kapatılmamış mıydı? Basın Birliği İstanbul’da güçlenen gazetelerin yazarlarının da hoşuna gitmedi. Bu nitelikli, ayrıcalıklı insanlar bütün öteki gazetecilerle hem de zorunlu olarak Birlik üyesi olmak zorundaydılar. İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni düzen arayışında basın özgürlüğünü çok önemseyen ABD’den alınan ilhamla, Basın Birliği’nin başından hiç ayrılmayan Falih Rıfkı Atay’ın yerine özgürlük aşığı Hüseyin Cahit Yalçın’ın seçilebilmesi için Ankara’ya gelme zahmetine bile katlandılar. Savaş yıllarında CHP’nin politikalarını halka anlatmak için yayınlattığı Karagöz’ü yöneten, popüler yayıncılık deneyimini kazanan Sedat Simavi, kendisi doğrudan katılmasa da Basın Birliği’nin sonunu getiren girişime çaba ve para harcamaktan çekinmedi. Birlik’in kapanmasından sonra kurulan Gazeteciler Cemiyeti’nin de ilk başkanı oldu.

Cumhuriyet’in iletişim politikalarının başarısızlığının nedeni sadece bu söylenenler olamaz. Karşıt tutum ve davranışları besleyen daha güçlü dayanakların olması gerekir. Bütün devrimlerin karşılaştığı direnci Kemalist devrim de tatmıştır. Mustafa Kemal’in olağanüstü becerisi bu girişimleri kamuoyunu yanında tutarak başarısız kılmayı bilmiştir. Nutuk’u Türk gençliğine seslenişiyle bitirirken söyledikleri sadece bir kurmay subayın yaşadıkları ve yaptıklarından çıkarımları değil, sosyal bilimlerin pek çok dalını iyi bellemiş, sınamış bir bilim adamının saptamalarıdır.

Son yıllarda Kemalizme karşı çıkan ve sonunun geldiğini ilan edenlerin anlatmaya çalıştıkları görüşlere post-Kemalist yazın adı verilmeye başlandı. Bu yazının önemli yapıtlarının Atatürk’ün kurduğu üniversiten çıkması da ilginç bir konudur. Kısaca Kemalist dönemi diktatörlük, yöneticilerini faşist, demokrasi karşıtı olarak niteleme girişimleri nadasa bırakıldıktan yıllar sonra Kemalizmin inançlı karşıtları İslamcılar tarafından yeniden işlenip verimli hale getirilmeye çalışıldı. Bizi ilgilendiren iletişim politikaları açısından durum şudur: Şeyh Sait ayaklanması yüzünden 1925 yılında çıkartılan ve 1929 yılına kadar yürürlükte kalan Takriri sükun yasası ile muhalif düşüncelerin bastırıldığı, kimsenin onay vermeyeceği devrimlerin zorla kabul ettirildiği, basında sansürü yaygınlaştırıldığı söylenegelmiştir. Basın Birliği yasası bu diktatörlüğün aracı olarak düşünülmüş, gazetecileri korporatist bir yapının dar kalıplarına sokarak denetiminin kolaylaştırılmasına çalışıldığı inancı yayılmaya çalışılmıştır. Basın Yasası’nın 50. maddesi gereğince hükümetin genel siyasetine aykırı yayın nedeniyle gazete yasaklanmaları faşist denetimin parçası olarak anlatılmıştır.

Söylenenler önce liberal, demokrat, sol kesimlerde yayılmış; İstanbul basın çevrelerinde destek bulmuştur. İnsanlar yakın tarihin iki önemli sansür dönemi olduğuna inandırılmıştır: Abdülhamit ve Kemalist dönemler. Post Kemalist İslamcılar ilk dönemi reddedince geriye sadece Kemalist dönemin sansürü kalmıştır. Bu önyargılı, bilgiye dayanmayan, basmakalıp, genel geçer eleştiriler araştırmaları da etkilemiş, bugüne kadar hiç kimse gazete sahiplerinin CHP yönetiminden ne tür çıkarlar elde etmeye çalıştıklarını araştırma gereği duymamıştır. Nazım Hikmet’in neden sadece Ahmet Emin Yalman için şiir yazma gereği duyduğunu açıklayan da yoktur. Hatta Basın Yasası’nın 50. maddesinin hangi sıklıkta ve hangi yayınlar için kullanıldığı konusunda araştırma da yoktur. İkinci Dünya Savaşı yıllarında dış haberlerin abartılmaması, sadece AA haberlerinin kullanılması yönündeki telkinler alay konusu yapılmıştır. Bu kararın savaşan tarafların Türk kamuoyunu etki altına almaması, gazetelerin de bu çıkar çatışmasında kamuoyuna yanlış yönlendirmemesi için alındığı kime anlatılabilir. İşte sansür, işte baskı rejimi! Hükümetin Basın İstihlak Kooperatifi kurması, gazete kağıdını onun aracılığı ile yaptırması ve dağıtımı da gazetelere bırakması bile göz ardı edilen konulardan biridir. Gazetelerin her şeyi doğru yaptığı, onlara müdahale edildiği takdirde demokrasinin tehlikeye düşeceği kanısı yaygınlaştırılmıştır. Kamu kaynaklarının düzgün kullanımı için çaba sarfeden yöneticiler faşist, baskıcı ve çıkarcı olmuşlardır. İsmet İnönü’nün 1931 yasasının sunuşunda üzerinde önemle durduğu ve mücadele edilmesi gerektiğini anlattığı propaganda konusu, bugünkü deyişle kara propaganda Türkiye’nin 60’lı yıllarından itibaren kara çalmaya dönüşmüştür. Ahmet Rasim’in 1931 yılında gazetecilik eğitimini neden desteklediği üzerinde durulmadığı gibi, Nadir Nadi’nin gazetecilik eğitimine karşı olduğunu sorgulayan da olmamıştır. 1937 yılında Muvaffak Uyanık’ın medya okuryazarlığı konusunda kafa yorması faşist ortamın mı yoksa çağdaş eğitimin arayışlarının sonucu mu olduğunu soran yoktur. İkinci Dünya Savaşı sonrası Basın Birliği’nin ortadan kaldırılmasının bir Türk Amerikan işbirliği sonucu olduğu, 1960’larda ABD’nin UNESCO üzerinden iletişim eğitimini Türkiye’ye de pazarlamasını, öğrencilere okutulacak kitapların da Türk Siyasi İlimler Derneği aracılığıyla yayınlanmasını sorgulamak zorundayız. Belki o zaman 1931 yılında gazetecilik okulu açma girişimini, özerk iletişim kurumlarının önemini ve bir meslek olarak gazeteciliğin siyasal iktidar ve sermaye karşısında güçlenmesinin ne anlama geldiğini kavrayabiliriz. Bu sorgulama bize Köy Enstitüleri’nin yanı sıra başarısızlığa uğrayan/uğratılan başka girişimleri sorgulama olanağı da verecektir. Genç araştırmacıların sözünü edilen konuları merak edip inceleyeceklerine inanıyorum. İletişime ilişkin gerçekler yüz yıl sonra öğrenilip ders çıkartmayı gerektirecek kadar özgün ve öğreticidir. Yaratıcılarına saygı borçlu olduğumuzu düşünüyorum.

Prof. Dr. Korkmaz Alemdar
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)