Bergman sineması'nda 'Kötülük problemi' / Mustafa Pala
Günümüzün en büyük, en etkili ve en dönüştürücü “kötülük problemi”, kötülüğün artık sorgulanmaması, aleladeleşmesi, kanıksanıp hayatımızın bir parçası olarak normalleşmesidir.
KÖTÜLÜK İnsanlık tarihi, savaşlar,
soykırımlar ve etnik çatışmalarla doluydu, hâlâ öyle. Bu
çatışmalar, milyonlarca insanın hayatına mal oluyor ve yıkıcı
acılar bırakıyor. Cinayet, tecavüz, hırsızlık, işkence gibi
bireysel suçlar, toplumun her kesiminde yaşanabiliyor ve ciddi
güvenlik sorunlarına yol açıyor. Toplumdaki empati eksikliği,
bencillik, yolsuzluk, dürüstlükten sapma gibi ahlaki sorunlar,
toplumsal bağları zayıflatıyor, güvensizliğe yol açıyor.
Kaynakların adaletsiz dağılımı,
açlık, hastalık ve kötü yaşam koşulları gibi yapısal
sorunlara neden oluyor ve özellikle paylaşımın adil olmadığı
ülkelerde milyonlarca insanı temel ihtiyaçlardan mahrum bırakıyor.
Kontrolümüz dışında ortaya çıkan depremler, seller, tsunamiler
gibi doğal afetler ve küresel salgın hastalıkları hiç değilse
en az hasarla atlatabilme olanaklarını kontrol altına alamıyor;
büyük felaketler ve can kayıpları, ekonomik yıkım ve acı
sonuçlarına engel olamıyoruz. İnsan faaliyetlerinin neden olduğu
iklim değişikliği, kuraklık, su kıtlığı, biyoçeşitlilik
kaybı gibi çevresel sorunlar, gezegenin geleceğini tehdit eden
büyük ölçekli kötülükler, insanlığı tehdit etmeyi
sürdürüyor… Bireysel düzeydeki şiddetten, küresel
ölçekteki trajedilere kadar geniş bir yelpazeyi kapsayan
kötülüklerin sayısız göstergelerinden birkaçı bunlar. Ancak
yine de günümüzün en büyük, en etkili ve en dönüştürücü
“kötülük problemi”, kötülüğün artık sorgulanmaması,
aleladeleşmesi, kanıksanıp hayatımızın bir parçası olarak
normalleşmesidir. İnsan ilişkilerinde, yönetimde, ekonomide,
eğitimde, hukukta ve adaletteki uygulamalarda yaşanan
eşitsizliklerin yarattığı kir, pas ve mikroba karşı mücadele,
kötülük sorununu yeniden düşünmeyi ve felsefî, teolojik
yaklaşımın yanına artık bilimi ve sosyolojiyi de koyarak kadim
"kötülük problemi"ni yeniden tanımlamayı ve
sorgulanmayı gerekli kılıyor.
Bu sinema yazısı da diğerleri gibi
konuya sanatın ve sanatçının duyarlıkları temelinde yaklaşmayı
deniyor. Bu amaçla yedeğine "kötülük" ve onun teolojik
anlamı ile erken yaşta karşılaşan, yapıtlarında sorunla
yüzleşen Ingmar Bergman'ı alıyor. Başta Genç Kızlar
Pınarı ile Oda Üçlemesi'nin ikincisi olan Kış Işığı
(1962) olmak üzere Bergman sinemasının temaya yönelik önemli
filmlerine bakıyor.
KÖTÜLÜK ‘SORUN’ MU ‘SORUNSAL’ MI? Ancak önce kavramsal bir aydınlanmaya
gereksinim var. Bunun için insanlık tarihinin en kadim ve karmaşık
entelektüel meydan okumalarından biri olan "kötülük
sorunu"na yakın plan yapmamız gerekiyor. "Miasma"dan
başlayabiliriz: Antik Yunan'da yaygın olarak kullanılan ve
genellikle kirli, leke veya bulaşma anlamına gelen bir kavram.
Ancak bu anlam, sadece fiziksel ve biyolojik bir olumsuzluk değil;
daha çok dinî ve ritüel bir değişimi ifade ediyor. Kişideki
“miasma”, kişinin kendisinden başka, ailesini, yaşadığı
kenti ve hatta tanrıları da olumsuz etkileyebiliyor. Genellikle
cinayet, ensest, ihanet gibi büyük kötülüklerle ortaya çıkan
“miasma”nın, arınma ritüelleriyle temizlenmesi gerekiyor.
Felsefe ve teolojide "kötülük
sorunu" olarak ele alınan kavram, evrensel olarak
deneyimlenen acı verici olguların varlığı ile belirli dünya
görüşlerinin temel varsayımları arasındaki gerilimi ifade
ediyor. Özellikle tek tanrılı dinler için, mutlak iyi, mutlak
güçlü ve her şeyi bilen bir Tanrı'nın varlığına inanıldığı
halde, dünyadaki kötülüklerin neden var olduğu sorusu, teolojik
ve felsefi düşüncenin merkezinde yer alıyor.
Çevremize baktığımızda hâlâ
felaketler, savaşlar, açlıklar, kıtlıklar, soykırımlar,
depremler, seller gibi doğa ve insan kaynaklı kötülüklerle yüz
yüzeyiz; ama mutlak güç ve merhamet sahibi bir de tanrımız var.
O halde öncelikle felsefe ve teolojide bir sorun (problem) olarak
adlandırılmaya devam eden “kötülük” için kavramsal
adlandırmada bir düzeltme yapmak gerekiyor. “Kötülük” bir
"sorun" (problem) olsaydı, tanımı gereği, belli bir
çözüme kavuşturulur, yüzyıllardır tartışılmazdı. Çünkü
"kötülük sorunu" (İng. ‘the problem of evil’)
tamlamasının tamlananı olan "sorun" (problem), çözümü
olanaklı olan bir duruma işaret ediyor. Öyleyse felsefe ve teoloji
alanında tamlama "kötülük sorunsalı" (İng. ‘the
problematic of evil’) biçiminde kurulması gerekmez mi? Zira
"sorunsal" (problematic), çözümü belli ve kesin
olamayan, doğruluğu kuşkulu olan anlamıyla kötülüğün tanımı,
biçimleri, temsil edilişi, iktidarla, dille ya da etikle ilişkisi
gibi daha çok katmanı içine alıyor. Doğrusu “kötülük”,
felsefe için bir “sorunsal”, sosyoloji için bir “sorun”
olsa gerek.
ÇÖZÜM TEODİSELERİ İnsan ve doğa kaynaklı kötülüklerin
nedenlerini ve çözümlerini sosyolojide görenler için kavramın
doğru adlandırılmış biçimi "kötülük sorunu"dur.
Ancak buraya yerleşmeden önce felsefe boyunca biraz daha
ilerleyecek olursak, tanrının sıfatlarına inanç ile dünyada
kötülüğün varlığı arasındaki çelişkiyi açıklamaya
çalışan felsefi ve teolojik bir disiplin olan "teodise"ye
(Yun. Theodicy: Theos "tanrı", dike "adalet",
yani “tanrı adaleti, tanrı savunması”) biraz daha
sokulmalıyız: Teodise, "Tanrı iyidir.", Tanrı
güçlüdür.", "Kötülük vardır." önermeleri
arasındaki gerilime odaklanıyor. Gerilim, bu üç önermenin
herhangi ikisinin doğru olması durumunda üçüncüsünün yanlış
olmasından kaynaklanıyor. Felsefenin amacını korkudan ve acıdan
uzak, huzurlu bir yaşam elde etmek biçiminde açıklayan Epikür,
bu çelişkiyi bilinen biçimiyle şöyle dile getiriyor: “Tanrı
kötülüğü önlemek istiyor ama gücü mü yetmiyor; o zaman güçlü
değildir. Tanrı kötülüğü önleyebiliyor ama önlemek mi
istemiyor; o zaman iyi değildir. Tanrı, hem gücü yetiyor hem
kötülüğü istemiyor mu; o zaman kötülük neden var?”
Bu çelişkiye teodisenin sunduğu
çözümleri özetlemek gerekirse; Hristiyan düşünür Augustinus,
kötülüğün bir varlığı olmadığını, iyiliğin yokluğu veya
eksikliğinden kaynaklandığını savunur. Ona göre Tanrı
insanlara özgür irade vermiştir, bu nedenle insanlar kötülüğü
de seçebilmektedirler. 17. yüzyıl filozofu Leibniz, "mümkün
olan en iyi dünya" kuramıyla soruna çözüm bulmaya
çalışır. Tanrı'nın sonsuz sayıda olası dünya seçenekleri
arasında bu dünya, mümkün olan dünyaların en iyisidir, diye
düşünür. 18. yüzyılın ampirist düşünürü David Hume
ise kötülük problemine sunulan teodiseler karşısında eleştirel
bir yaklaşım içindedir. Din Üzerine Diyaloglar adlı
eserinde Philo karakteri aracılığıyla, kötülükler göz önüne
alındığında iyi ve her şeye kadir bir Tanrı fikrinin
savunulamayacağını ileri sürerek dine dayalı bir metafizik
yerine, daha deneysel ve gözleme dayalı bir felsefe ortaya koyar.
Immanuel Kant da doğrudan kötülük karşısında Tanrı'yı
aklamaya çalışan bir teodise geliştirmez ama kötülüğün
Tanrı'dan değil, insanın özgür iradesinden kaynaklandığını
savunur. Arthur Schopenhauer, Din Üzerine adlı eserinde “Teodise,
yeryüzünde işlenen bütün korkunç kötülüklerin sorumluluğunu
Tanrı’dan alıp insana yüklemeye çalışmaktır.” der. Ona
göre kötülük, varoluşun kaçınılmaz sonucudur; bu yüzden “iyi
Tanrı” düşüncesiyle bu dünya asla bağdaşmaz. Felsefe ve teoloji kötülüğü doğal
ve ahlaki olarak iki kategoride ele alıyor. Ahlaki kötülük, insan
gibi ahlaki faillerin doğrudan niyetlerinden, eylemlerinden veya
ihmallerinden kaynaklanan her türlü acı, zarar ve yanlış eylemi
kapsıyor: Kriminal eylemler, işkenceler, zulüm... Ahlaki kötülük
insan kaynaklı, iradi ve kötü niyetle yapılıyor. Doğal
kötülük ise doğal fenomenlerden kaynaklanan olumsuz durumları,
acıları ve yıkımı ifade ediyor: Depremler, seller, salgın
hastalıklar, doğal felaketler... Ahlaki kötülük, genellikle
insanın özgür iradesine atıfta bulunularak açıklanıyor ve
böylece sorumluluk tanrıdan uzaklaştırılıyor. Ancak, insan
iradesinden bağımsız görünen doğal kötülük, yaratıcı bir
tanrının mutlak iyiliği ve kudretine karşı daha doğrudan ve
tartışmasız bir meydan okuma olarak ortada kalıyor!
BİLİMSEL PERSPEKTİFTEN KÖTÜLÜK Ne var ki "kötülük sorunu",
din felsefesi içinde eleştiriler, karşı eleştiriler, yok
saymalar, kestirip atmalar içinde belli bir çözüme ulaşmış
görünmüyor ve “sorunsal” olarak kalmaya devam ediyor.
"Kötülük" kavramını din felsefesinden dışarı alıp
sosyoloji ve bilim alanına çekince, kavram kendiliğinden bir
toplumsal "sorun"a dönüşüyor. Sorun, genellikle teolojik ve felsefi
bağlamlarda ele alınan bir konu olsa da psikolojik perspektiften
bakıldığında insan zihninin, davranışlarının ve ahlaki
gelişiminin bir yansıması olarak değerlendiriliyor. Psikoloji,
kötülüğü yalnızca “dışsal” bir varlık ya da metafizik
bir sorun olarak değil, bireylerin içsel dinamikleri, çevresel
etkileşimleri ve gelişimsel süreçleri bağlamında
anlamlandırıyor.
Freud'un psikanalitik kuramında
kötülük, bastırılmış dürtülerin (özellikle saldırganlık
ve cinsellik) kontrolsüzce dışavurumuyla ilişkili tanımlanıyor.
Buna göre, ‘id'in dürtüsel arzuları, ‘süperego'nun ahlaki
kısıtlamaları ve ‘ego’nun dengeleyici rolü arasındaki
çatışmalar, insanın kendisine ya da başkasına zarar verme
eğilimini doğuruyor. "Sosyal öğrenme" kuramcısı
Albert Bandura'ya göre, kişilerin başkalarında gözlemledikleri
zarar verme davranışları, onun başka birine zarar vermesini
ahlaki olarak meşru görmesine yol açabiliyor. Bu durum, kötülüğe
karşı müdahalelerin çok yönlü olması gerektiğini, bu tür
davranışları mümkün kılan temel psikolojik kırılganlıklara,
kaynak eşitsizliklerine ve ideolojik çarpıtmalara da odaklanması
gerektiğini gösteriyor.
Evrimsel psikoloji, insanın psikolojik
özelliklerinin çoğunun, biyolojik özelliklere benzer şekilde,
çevresel koşullara uyum sağlayarak doğal seçilim yoluyla
evrildiğini öne sürüyor. Bu perspektiften bakıldığında,
örneğin saldırganlık, bir bireyin hayatta kalmasını veya
genlerinin yayılmasını artırıyorsa, evrimsel olarak
uyarlanabilir kabul ediliyor. Ancak bu, "kötülük" için
ahlaki bir gerekçe anlamına gelmez ve kötülüğün toplumsal
kaynaklarını görmeyi engellemez.
Psikolojik perspektiften bakıldığında,
kötülük problemi bireysel, toplumsal ve gelişimsel birçok
dinamiğin etkileşimiyle ortaya çıkan çok boyutlu bir olgudur.
İnsan zihninin karanlık yönleri, öğrenme süreçleri, sosyal
bağlamlar ve kişilik yapıları kötülüğün anlaşılmasında
belirleyici rol oynar. Psikoloji, kötülüğü sadece "Neden
kötü davranıyoruz?" sorusu etrafında değil; aynı zamanda
"Kötülük "hangi koşullarda ortaya çıkar ve nasıl
önlenebilir?" gibi sorularla da inceler.
SORUNUN SOSYOLOJİK ANALİZİ Sosyoloji alanında "kötülük
problemi", bireyin kötülüğe yönelmesinden çok, toplumsal
yapıların, normların, kurumların ve kolektif etkileşimlerin
bireyleri veya grupları kötü eylemlere nasıl sevk ettiğine
odaklanarak ele alınıyor. Sosyolojik yaklaşım, kötülüğü
bireysel ahlaki çöküşten ziyade, toplumsal bağlamın ve yapısal
dinamiklerin bir sonucu olarak analiz ediyor. Kriminolojinin “öğrenilmiş
davranış”a yaptığı vurgu, odağı, doğuştan gelen
özelliklerden suç eylemlerini şekillendiren çevresel ve sosyal
koşullandırmalara kaydırıyor. Bu durum, toplumsal kötülükle
mücadelenin, sosyal ortamlardaki pekiştirme koşullarını
değiştiren sistemsel müdahaleler gerektirdiğine işaret ediyor.
Çağdaş sosyolojik analizler, şiddetli toplumsal kötülük
biçimleri saptıyor: Kadın cinayetleri, çocuk istismarları,
merkezi yönetimde otoriterleşme eğilimleri, baskı ve sansür,
popülist siyaset, basın baronları, politik troller, siyasetçilerin
hesap verebilirliklerinin olmaması, siyasi himaye, kemer sıkma
anlatılarıyla beslenen kamu finansmanının yetersizliği, aşırı
spekülasyon, servet, güç ve fırsatlardaki eşitsizlikler,
yolsuzluk, bireycilik, fiziksel izolasyon ve sosyal medya riskleri,
iklim kaosu, kaynakları yağmalayan tüketici kapitalizm, Gazze’de
yarısı çocuk altmış binden fazla insanı soykıran faşizan
saldırganlık, insanlarıyla ve tüm maddi varlıklarıyla yok
ettiği ülkede plazalar ve eğlence merkezleri inşa etmeyi
planlayan emperyalizm…
Sosyolojinin kurucularından Emile
Durkheim’e göre, kötülük bireyin toplumsal düzenle olan
bağının zayıflamasıyla ortaya çıkıyor ve anomi (normsuzluk)
durumunda bireyler suça veya şiddete yönelebiliyor. Bu yaklaşım,
kötülüğün sadece patolojik olduğu yönündeki indirgemeci
düşüncelere meydan okurken, Max Weber, Nazi bürokrasisinde
sıradan memurların katliamlarda rol almalarını örnek göstererek,
modern toplumda rasyonelleşme ve bürokratikleşmenin, bireyleri
kurallara itaat eden mekanik varlıklar haline getirdiğini söylüyor
ve “Ama sadece görevimi yapıyordum!” anlayışının, modern
kötülüğün tipik sosyolojik motifi olduğunu belirtiyor. Kötülüğün moderniteyle (kapitalist
modernizm) olanaklı hale geldiğini savunan Zygmunt Bauman’a göre,
rasyonellik, verimlilik, bürokrasi, teknoloji gibi araç ve
değerleri, etik güçler tarafından kontrol edilmediğinde, eşi
benzeri görülmemiş bir kötülük kapasitesi barındırıyor.
Michel Foucault, kötülüğü merkezîleşmiş bir güçten çok,
dağınık ve yayılmış iktidar biçimleri içinde analiz ediyor.
Onun tanımladığı “disiplin toplumu”, “dijital disiplin”in
özgürlük diye sunulduğu çağımızda, bireyleri denetim altında
tutmakta ve çağın “normal”ine uymaya zorlamaktadır. Kötülük
açık şiddetten çok, baskılayıcı normlar, dışlayıcı
söylemler ve bireyleri biçimlendiren mikro-iktidar mekanizmalarıyla
işliyor. Pierre Bourdieu, kötülüğü simgesel şiddet kavramıyla
açıklıyor ve fiziksel değil, meşrulaştırılmış normlar ve
kültürel sermaye kaynaklı şiddete dikkat çekiyor. Örneğin
eğitim sistemi ya da dil kullanımı üzerinden bireyleri
değersizleştirmek, kurumsallaşmış kötülük oluyor. Hannah
Arendt ise literatüre “kötülüğün sıradanlığı” kavramını
kazandırıyor. Nazi bürokratı Adolf Eichmann’ı analiz ederken,
kötülüğün sadist ya da şeytani değil, rutinleşmiş ve
düşüncesizce yapılan bir eylem olduğunu söylüyor…
MARKSİZM NE DİYOR? Marksizm toplumsal kötülüğü,
öncelikle maddi dünyada, özellikle de sınıf mücadelesi ve
toplumdaki baskı biçimleriyle tanımlıyor. Temel düşünce,
herhangi bir ulusun egemen sınıfının tarihsel olarak alt
sınıfları ezdiği ve bu nedenle sınıfsız bir toplum yaratmak
için toplumsal devrimin gerekli olduğu argümanına dayanıyor.
Marksizm için sömürü kaynaklı
kötülük; kişiyi "özgürlük"ten yoksun bırakmakta,
işçilerin yaşamak için emek güçlerini satmak zorunda olmalarına
ve üretimde egemenlik altına alınmalarına yol açmaktadır. Bu
durum, kapitalizmin "zorlama", "egemenlik" ve
"yabancılaşma" biçiminde ortaya çıkan üç kötülüğünü
açıklıyor. Kötülük, ekonomik sömürü ve sınıf çatışması
gibi sisteme dair eşitsizliklerin doğrudan bir sonucu; yani ahlaki
bir kusurdan ziyade, sınıf ilişkilerinin ve üretim biçimlerinin
bir ürünüdür. Bu perspektif, bireysel ahlaki iyileşme için güç
ve kaynak dağılımını hedef alan köklü yapısal değişikliklerin
gerekli olduğunu vurguluyor; sınıfsız bir toplum yaratmayı
öneriyor. Böyle bir toplumda, mülkiyetin herkes tarafından
paylaşılacağı ve her vatandaşın kolektife özverili bir şekilde
katkıda bulunacağı öngörülüyor. Marksizm’de "iyi", bu
komünist ütopyayı ilerleten her şey olarak tanımlanıyor.
Kapitalist ilişkiler ve normlar ortadan kaldırılmalı; yanı sıra
ahlaki kötülük karşısında insanları, doğal ve toplumsal
kötülük karşısında toplumu çaresiz bırakan teolojinin kötülük
problemine getirdiği çözümle de mücadele edilmelidir. Üretim
araçları toplum adına ele geçirildiğinde, kötülük üreten
devlet zamanla gereksiz hale gelecek ve üretim süreçlerinin
yürütülmesi işlevine dönüşecektir. Ne var ki bu çözüm de
zora dayalı araçlarla elde edilen özgürleşme ile yeni baskı
biçimlerinin riski arasında içsel bir gerilim taşıyor. Bu
gerilimin, kötülüğün yeni görünümlerine yol açıp
açmayacağı; bir dönem Stalin uygulamalarında gözlenen ama bazı
sosyal mekanizmaların güçlendirilmesiyle aşılabilecek kritik bir
soru(n)du(r).
KÖTÜLÜĞÜN SANAT HALİ Kötülük, sanatın çeşitli
türlerinde güçlü ve kadim bir temadır. Sanatçılar, bu temayı
çeşitli açılardan ele almış; acı, ıstırap üzerine düşünme
olanağı yaratarak alımlayıcısına vicdan muhasebesi yoluyla bir
arınma (katarsis) yaşatmayı amaçlamışlardır.
Kayıp Cennet adlı epik şiirinde John
Milton, Âdem ve Havva'nın Cennet'ten kovuluşunu ve Şeytan'ın
isyanını anlatır. Sorunu kötülüğün kökeni, özgür irade,
Tanrı’nın adaleti ve iyiliği gibi teolojik çözümlemelerle
inceler. İlk günahın müsebbibi Şeytan karakteri, kötülüğün
büyüsünü ve gizli gücünü temsil eder. Sophokles'in özgür
irade ile kader arasında korkunç ve zorlayıcı bir çatışmayı
merkeze alan temasıyla ünlü trajedisinde Kral Oedipus, bilmeden
babasını öldürüp annesiyle evlenir. Bu, Thebes şehri üzerinde
büyük bir veba salgınına neden olur. Oedipus, gerçeği
öğrendikten sonra gözlerini oyup kendini kör ederek “arınır”.
Robert Seymour’un 1831 tarihli renkli taşbaskısı resminde
kötülük, ölümcül kolera hastalığı yayan siyah bir bulut ve
cübbeli iskelet benzeri bir yaratık olarak tasvir edilir. Resim,
koleranın şeytani, doğaüstü ve kontrol edilemez bir güç olarak
algılandığına işaret etmektedir.
Dostoyevski, birçok romanında kötülük
sorunuyla cebelleşir. Suç ve Ceza'da Raskolnikov, cinayetin vicdani
sancılarıyla kıvranırken, Karamazov Kardeşler'de dinî şüphe,
özgür irade, baba katilliği ve sorumluluk gibi konularla temanın
farklı boyutlarını inceler. Wilhelm Richard Wagner, Nibelung
Yüzüğü Operaları'nda hırs, ihanet, güç, çaresizlik ve
sonuçta dünyanın yok oluşunu betimler. Steven Spielberg'in,
Holokost'un çıkışını anlattığı Schindler'in Listesi (1993)
filmi, insanlara yönelik en büyük kötülüklerden biri olan
soykırımı ele alır. Film, bir sosyal kötülüğün toplu ve
organize biçimde nasıl yayılabileceğini ama aynı zamanda umut ve
direnişin nasıl filizlenebileceğini gösterir. Coen Kardeşler'in
2007 yapımı İhtiyarlara Yer Yok filmi ise rastgele ve anlamsız
kötülüğün görünümlerini kadraja alır. Anton Chigurh
karakteri, kötülüğü kişiselleştirilmiş, anlaşılmaz ve
durdurulmaz biçimini; yaşlı şerif Ed Tom Bell, kötülüğün
artarak devam ettiği bir dünyada iyiliğin ayakta kalma gücünü
temsil eder. Sanatın bu farklı dalları, soruna
sadece yaşamın bir sorgulaması olarak değil, aynı zamanda insan
deneyiminin köklü bir parçası olarak yaklaşır. Sanatçılar, bu
temayla bizi, kendi kötülük potansiyelimizi, acının aydınlığında
ve iyi ile kötü arasındaki mücadelenin sürekliliğinde düşünmeye
davet eder. Anlattıkları hikâyeler, kötülüğün sadece kuramsal
bir kavram ve kurgusal bir yaşantı olmadığını, bunun aynı
zamanda somut ve yıkıcı bir gerçekliğin görünümü olduğunu
hatırlatır.
INGMAR BERGMAN'DA KÖTÜ Öte yandan sanat eserlerinde
hikâyelerin, sanatçı tarafından itiraf edilmese de mutlaka
yaratıcılarının kendi yaşantılarıyla, bilinçli ya da
bilinçsiz attığı ilmekler görebiliyoruz. 20. yüzyılın etkili
ve derinlikli yönetmenlerinden Ingmar Bergman'ın (1918-2007)
filmlerinde de onun biyografisine ait izler bulmak zor değil.
Sineması, insan ruhunun derinliklerine inen, varoluşsal olguları
cesurca ele alan ve özellikle "kötülük sorunu" üzerine
yoğunlaşan filmleriyle tanınan Bergman'ın hayatı ve erken dönem
deneyimleri, onun bu evrensel soruna yakın durmasının temel
nedenlerini barındırıyor. Bergman, çocukluğunun travmalarını
da anlattığı "Büyülü Fener" (Agora Kitaplığı,
2011) adlı otobiyografisinde 1918'de İsveç'te Lüterci bir papazın
oğlu olarak dünyaya geldiğini, babasının bir din adamı olarak
çevresinde gördüğü saygınlığı, ailesine sert ve zalimce bir
disiplin olarak yansıttığını ve kendilerini dayak, günah ve
suçluluk duygusuyla terbiye etmeye çalıştığını yazar.
Babasının bu şiddet içeren disiplini, sanatında "kötülük"
teması için derin izler bırakır. Günahlarına karşılık maruz
kaldığı ceza, yok sayılma; onu korkuya düşürmekten başka,
yalan söyleme, rol yapma gibi sahte kişilikler geliştirmesine de
yol açar. Kendini koruyabilmenin bir yolu olarak geliştirdiği bu
sahte kimlikler, kısa süre sonra sanatsal ifade biçiminin yapısal
öğeleri olur. Diğer yandan çocukluk yıllarının
bu kaotik ortamında annesi onun sığınacağı en güvenli
limandır. Ne var ki annesine duyduğu bağlılıkla tükendiğini,
çünkü bu bağlılığın annesi tarafından umursanmadığını
söyler. Annesinin soğuk ve mesafeli davranışları onun duygusal
ihtiyaçlarını baskılar. Bergman'ın annesiyle tutku ve nefret
dolu bu iki biçimli ilişkisi, filmlerinde anne karakterlerinin hem
erişilebilir hem imkânsız varlığıyla somutlaşır. Bu anne
karakterleri genelleşerek kutsanmış, yok sayılmış kadın
karakterlere dönüşür ve sanatına psikolojik derinlik kazandırır.
Erken yaşlardan itibaren ölümün anlamı, Tanrı'nın varlığı
ve insanın evrendeki yeri gibi varoluşsal sor(g)ularla boğuşan
Bergman, bu tavrını filmlerinde derinleştirerek sürdürür.
Ağırlıklı tema olarak “kötülük sorunu", varoluşsal
arayışının kaçınılmaz bir parçası olur; çünkü Tanrı'nın
iyi olması durumunda kötülüğün nasıl açıklanacağı sorusu,
onun için sürekli bir huzursuzluk kaynağıdır.
BERGMAN SİNEMASI Dinin ahlaki, babanın fiziksel,
annenin duygusal baskıları, Bergman'in sinemayı bir kaçış
olanağı olarak erken yaşlarda keşfetmesine yol açar.
Anneannesinin hediye ettiği küçük bir sinematograf, onda sinemaya
karşı büyük bir ilgi uyandırır. Çünkü ilk gösterim
deneyiminde gerçekliği kurgu yoluyla aşmanın büyülü etkisini
yaşamıştır. Bergman bu yanılsamayı daha sonra filmlerinde
felsefi bir sorgulamaya dönüştürür. Dönüştürünce de sinema tarihinde
yalnızca İsveç’in değil, dünya sinemasının önemli auteur
yönetmenlerinden biri olur. Sinema estetiği, teatral yapılar,
minimalist mekân kullanımı ve sembolik anlatım gibi çok katmanlı
öğelerle şekillenir. Tanrı’nın sessizliği, ölüm, yalnızlık,
suçluluk, inanç, anlam arayışı ve insan ilişkilerinin
kırılganlığı gibi felsefi ve varoluşsal temaları derinlemesine
işler. Veba döneminde bir şövalyenin Tanrı’yla yüzleşmek
için ölümle satranç oynaması, Tanrı'nın sessizliğine dair
simgesel bir anlatı olan Yedinci Mühür (The Seventh Seal, 1957) ve
Tanrı inancını kaybetmiş bir rahibin içsel çöküşü, kutsal
olanla insanın boşluğu arasındaki mesafeyi incelediği Kış
Işığı (Winter Light, 1963), felsefi temaların ve varoluşçuluğun
sinema diliyle buluştuğu ilk ve etkili örneklerdendir. Karakterlerin yüzlerinin neredeyse
birer peyzaj gibi ele alındığı, kadın karakterlerin yüzlerinin
iç içe geçerek benlik ve öteki kavramlarının silinmesinin
simgelendiği Kişilik (Persona,1966), Bergman sinemanın etkili
araçlarından biri olan insan yüzünü dramatik bir ifade biçimi
olarak merkeze alır. Özellikle yakın plan çekimler, karakterlerin
iç dünyasını çıplak bir şekilde yansıtır. Kısıtlı bir
mekânda, ölmek üzere olan bir kadının yanındaki üç kız
kardeşin birbirlerine olan duygusal uzaklıklarıyla yüzleştikleri
Çığlıklar ve Fısıltılar (Cries and Whispers, 1972) ile on
yıldan sonra aşkları canlı kalsa da evlilikleri çöken çiftin,
Marianne ve Johan'ın hayatını mercek altına alan Bir Evlilikten
Manzaralar (Scenes from a Marriage, 1973); uzun yıllar tiyatro
yönetmenliği yapan Bergman sinemasında sınırlı mekân, minimal
dekor ve yoğun diyaloglarla karakterlerin iç çatışmalarına
odaklanmayı kolaylaştırdığının ve etkili kıldığının
örnekleridir. Ölüm karakterinin hem literal hem alegorik bir figür
olduğu Yedinci Mühür (Det Sjunde Inseglet, 1957), sanatçının
deliliğe sürüklenmesinin, bastırılmış arzuların sembolik bir
kâbus atmosferinde anlatımı olan Kurtların Saati (Hour of the
Wolf, 1968); Bergman sinemasının metaforlar, rüyalar, dinsel
imgeler ve sembollerin büyük yer tuttuğu çalışmalardandır.
Duygulu, korkulu, arzulu kadın
karakterlerin psikolojisinin karmaşıklığını ustalıkla
yansıttığı Güz Sonatı (Autumn Sonata, 1978) da Kişilik,
Çığlıklar ve Fısıltılar gibi Bergman’ın, kadınların iç
dünyasını merkeze alan, bunu katmanlı bir dille anlatan
yapımıdır. Karakterlerin içsel yalnızlıklarının ve Tanrı'nın
sessizliğinin, ağır ritminde vücut bulduğu Aynadaki Gibi
(Through a Glass Darkly, 1961); Bergman estetiğinin, sinemada
sessizliğin eksiklik değil, anlam yüklü bir varlık olduğunu,
gürültülü diyaloglardan çok bakışların ve duraksamaların
diline yaslandığını işaret eder. Rüyalar, hatıralar ve gerçek
zamanın iç içe geçtiği, doğrusal olmayan bir anlatımın öne
çıktığı Yaban Çilekleri (Wild Strawberries, 1957), yaşlı bir
profesörün bir günlük yolculuğu, onu hem geçmişteki
hatalarıyla hem de ölümle yüzleştirir... Bütün bunlar, Bergson
estetiğinin sanatsal ve varoluşsal bir sorgulama alanı olduğunun
kanıtıdır. Yani Jean-Luc Godard’un "Tüm sinema Bergman’dan
sonra yeniden düşünülmelidir." demesi boşuna değildir ve
Tarkovsky, Antonioni, Kieslowski’nin ondan derinlemesine
etkilenmesi...
GENÇ KIZLAR PINARI'NDA AKAN KÖTÜLÜK
Ingmar Bergman’ın 33. Akademi
Ödülleri'nde ‘En İyi Yabancı Dilde Film’ seçilen Genç
Kızlar Pınarı (Jungfrukällan, 1960), “kötülük sorunu”nu
merkezine alan ve onu felsefe ve teoloji içinde tartışan en
sarsıcı yapıtlarındandır. Filmi, İsveç’in Orta Çağ
folkloruna dayanan bir halk efsanesinden yola çıkarak çekmiş olsa
da Bergman, bu anlatıyı tanrı, adalet, intikam, masumiyet ve inanç
krizi gibi derin felsefi ve teolojik sorularla donatır. Filmin hikâyesi, saf ve dindar bir
genç kız olan Karin’in (Birgitta Petterson), kiliseye giderken
ormanda üç çoban tarafından tecavüze uğrayıp vahşice
öldürülmesini anlatır. Bergman, Karin’in masumiyetini, saf
iyilikle özdeşleştirir; bu kadar iyi ve suçsuz bir varlığın
böylesine korkunç bir sona maruz kalması, izleyiciye şu soruyu
sordurur: “Eğer Tanrı varsa, neden bu kadar büyük kötülüklere
izin verir?” Bu, yukarıda teodise olarak tartıştığımız
soru(n)dur. Film, bu sorunu didaktik bir biçimde değil, seyircinin
duygusal ve ahlaki reflekslerini harekete geçirerek sorgular. Karin’in babası Töre (Max von
Sydow), dindar ve soylu bir adamdır. Ancak kızının ölümünden
sonra derin bir inanç krizine girer, Tanrı’ya olan güveni
sarsılır; duaları yanıtsız kalır. “Tanrım, kızımı niçin
korumadın?”, bu sadece Töre’nin değil, insanlığın Tanrı’ya
dair temel kırılma sorusudur. Bergman’ın birçok filminde olduğu
gibi burada da Tanrı’nın sessiz kalışı, kötülüğe dair
soruları daha da keskinleştirir. Katil çobanlar, cinayetten sonra
farkında olmadan Töre’nin evine sığınır. Töre, katillerin
kimliğini öğrendikten sonra soğukkanlı bir intikam planlar;
onları öldürür. Bu noktada filmde ahlaki bir kayma yaşanır:
Töre’nin eylemi ilahi adaletin yerine getirilmesi mi, yoksa
kişisel bir öfke ve intikam mıdır? Masumiyetin yok edilmesi
Töre’yi de kötülüğe mi itmiştir? Bu sorgulama, kötülüğün
bulaşıcı doğasına ve "kötülüğe kötülükle karşılık
vermenin meşruiyeti" tartışmasına kapı aralar. Paganlığın Hıristiyanlığa yol
verdiği 13. yüzyıla ait bu öykü, eski pagan inançlar ile
Hristiyan ahlakı arasında sembolik bir çatışma alanı açar.
Töre’nin evindeki hamile hizmetçi Ingeri (Gunnel Lindblom),
Tanrı’dan uzak bir figür olarak pagan sembollerle
ilişkilendirilir. Bu karşıtlık, iyilik ve kötülüğün
tanımlanış biçimleri arasında kültürel-teolojik bir ayrımı
da gündeme getirir: Kötülüğe kanla mı karşılık verilecek,
yoksa Hristiyanlıktaki “diğer yanağını çevir” anlayışı
mı geçerli olacak? Filmin sonunda Töre, Tanrı’ya seslenir:
“Tanrım, ellerimle kızımın bedenini toprağa verdikten sonra,
bana bir anlam verir misin?” Tam bu anda, Karin’in öldürüldüğü
yerde bir pınar fışkırır. Bu su hem metaforik hem dini anlamda
arınma, yeniden doğuş ve belki de Tanrı’nın sessiz yanıtıdır.
Bu sahne, "Kötülüğün yarattığı mutlak yıkımın
ardından bile bir anlam filizlenebilir mi?" sorusunu
düşündürür. Özetle kötülük, Tanrı'nın
varlığına dair şüphe yaratmakla kalmaz; inanç ile öfke, adalet
ile intikam arasındaki çizgiyi bulanıklaştırır; aynı zamanda
insan ruhunun arınma potansiyelini açığa çıkarır. Film,
kötülüğe sadece lanet okumaz; onun ahlaki, teolojik ve insani
boyutlarını katmanlı biçimde ele alır. Bergman, sinemayı
felsefenin alanına taşıdığı bu filmle seyirciyi pasif bir
izleyici değil, vicdani ve metafizik bir sorgulayıcı konumuna
getirir.
KAYITSIZLIK VE DUYARSIZLIK KÖTÜLÜĞÜ Ingmar Bergman’ın Aynadaki Gibi, Kış
ışığı ve Sessizlik adlı filmleri “Oda Üçlemesi” olarak
biliniyor; üçleme insanın Tanrı ile ilişkisi, inançsızlık,
ruhsal yalnızlık ve iletişimsizlik üzerine felsefi sorgulamalar
içeriyor. Bu üçlemenin merkezinde karanlığın en yoğun
görüldüğü Kış Işığı (Winter Light, 1963) yer alıyor.
Tomas Ericsson (Gunnar Björnstrand), küçük bir kasabada görev
yapan bir rahiptir. Cemaat küçüktür, insanlar kiliseye ilgisizdir
ve en önemlisi, Tomas Tanrı’ya olan inancını kaybetmiştir.
Üstelik bunu gizlemeye de çalışmaz: “Tanrı sustu. Ben sustum.
Ve Tanrı yoktu.” Tomas’ın ruhsal boşluğuna atıfta bulunan bu
cümle, dünyadaki kötülüklerin anlamını belirsizleştirirken
Bergman sinemasının varoluşçu felsefesini de özetler. Filmde fiziksel şiddet ya da dramatik
bir "kötülük" eylemi yer almaz. Ancak esas kötülük,
umut kaybı, iletişimsizlik, duygusal boşluk, Tanrı'nın terk
edişi gibi varoluşsal formlarda ortaya çıkar. Kilisenin bir
müdavimi olan Jonas Persson (Max von Sydow), “Çin’in nükleer
silahlanması” gibi dünyada olagelen kötülükler karşısında
yaşadığı çaresizlikten ötürü intihar eder. Tomas, Jonas’a
yardım etmek yerine, kendi inanç krizini ve aczini ona da
yansıtınca Jonas’ı farkında olmadan karanlığa itmiştir. Yani
kötülük dışsal bir saldırı olmaktan çıkmış, kayıtsızlık,
anlamsızlık, hatta sessizlik biçiminde tezahür etmiştir.
Bergman, burada din adamlarını kutsallığın temsilcisi değil,
insanın Tanrı karşısındaki acizliğinin tanıkları olarak
resmeder: Bir rahip bile Tanrı’nın varlığından kuşku
duyuyorsa, kimse için umut kalmamıştır! Film boyunca karakterler arasında
gerçek anlamda bir iletişim kurulmaz. Tomas, kendisine âşık olan
Martha’ya (Ingrid Thulin) karşı tamamen duygusuz ve kırıcı,
cemaat üyeleriyle temasları ruhsuzdur. Dua, ayin, Tanrı sözü...
hepsi artık içi boş ritüellerdir. Kötülük, yalnızca metafizik
bir sorun değil; iletişimsizliğin doğurduğu duygusal bir kopuş
halini almıştır. Jonas’ın korkuları ve intiharı, dünyadaki
kötülüklerin bireysel yaşamda nasıl bir felç etkisi yarattığını
gösterir. Filmde kötülükler doğrudan resmedilmez, ama onların
insan ruhundaki yankıları anlatılır. Bu, Hannah Arendt’in
kayıtsızlıkla işleyen “kötülüğün sıradanlığı”
kavramını çağrıştırır. Tomas’ın Tanrı ile hesaplaşması,
doğrudan bir teodise değildir; Bergman çözüme ulaşmaz, aksine
soruları büyütür ve boşluğu genişletir.
Filmdeki sessizlikler, diyalog
eksikliği değil; Tanrı’nın yokluğunun işitsel karşılığıdır.
Kilise soğuktur, kasaba sessizdir, insanlar uzak ve donuktur.
Kamera, uzun süre sabit kalır; karakterler rahatsız edici biçimde
yalnız bırakılır... Bu biçimsel seçimler, kötülüğün içsel
doğasını izleyiciye duyumsatmak için kullanılır. Filmin
sonunda, Tomas ayin yapmayı sürdürür ama inancı bulmuş, bir
aydınlanma yaşamış değildir; görevini, bir anlam arayışının
parçası olarak sürdürür. Kötülük problemini sessizlik, içsel
çöküş ve inançsızlık üzerinden işleyen Kış Işığı,
kötülüğü insanın iç dünyasında Tanrı’nın yokluğuna
verilen trajik bir tepki olarak sunar. Bergman’ın verdiği teselli
şudur: Tanrı susmuş olabilir ama insan konuşmayı sürdürmelidir.
KÖTÜLÜĞÜN TOPLUMSAL BAĞLAMI Filmin mekanikleşmiş inanç
gösterimi, kötülüğü, modernliğin ve aklın araçsallaşması
sonucu ortaya çıkan bir fenomen olarak gören ve "Auschwitz’ten
sonra şiir yazmak barbarlıktır!" diyen Adorno,’nun, modern
çağın ruhsuz dinsel kurumlarına yönelttiği eleştiriyle
örtüşür. Bergman’ın "sessizliği", kültürel çöküş
sonrası anlam krizinin sinemasal yankısıdır. O halde Adorno gibi
soralım: “İnanç, artık sadece acıyı susturmak için mi
vardır?”
Kötülüğün çoğu zaman sisteme
uyum sağlayan bireyin pasifliğiyle işlediğini ileri süren
Arendt’in “kayıtsızlığın kötülüğü” tezi, Kış
Işığı'nda Jonas’ın intiharı, çevresindekilerin
kayıtsızlığıyla ilişkilendirilbilir ve bu ilişkiilendirme
Bergman karakterinin içsel çöküşünü toplumsal bağlama
oturtur. Sessizlik ve eylemsizlik burada suç ortaklığı anlamına
gelir.
Kötülüğün, ideolojik sistemlerin
doğasında var olduğunu savlayan Zizek’e göre toplum, kötülüğü
sıklıkla dışsallaştırır ama aslında kötü olan, normal
görünen şeylerin tam da kendisidir; çünkü ideoloji, kötülüğü
görünmez kılar. Bu çerçevede Bergman’ın filmlerindeki
sessizlik, ideolojik sistemin çözümsüzlüğü biçiminde
okunabilir. Rahip Tomas, inanç sisteminin boşluğunu hisseder ama
sistemden çıkamaz; çünkü sistem onun arzularını da
biçimlendirmiştir. Kötülük, bizi biz yapan normların kendisinde
gizlidir diyen Zizek gibi söylersek, “Belki de kötülük, en çok
da kutsal olanın içindedir.” Eğer kötülüğün temel nedenlerini
bireysel sapkınlıktan ziyade toplumsal, tarihsel ve yapısal
süreçlerde arayan bir bakış açısına sahipsek, Bergman’ın
kötülükle ilgili sorgulamalarına bu perspektiften farklı bir
duyarlıkla yaklaşmamız gerekir. Bergman sinemasında kötülük,
metafizik bir boşluktan, bireysel travmalar ve ruhsal yalnızlıktan,
aile içi çatışmalar, iletişimsizlik ve duygusal kopukluktan
kaynaklanır; ancak bu Bergman'ın "toplumsal kötülüğe"
karşı bir sessizliği midir? Eğer kötülüğü savaşlar,
yoksulluk, ırkçılık, sınıf ayrımları, sömürü, gibi
sistemsel süreçlerle açıklıyorsak ve bunlara karşı etik,
siyasal sorumluluk almamız gerektiğini düşünüyorsak, o zaman
Bergman’ın kötülüğü fazla içselleştirilmiş, fazla
bireyselleştirilmiş ve hatta yer yer sosyopolitik bağlamdan kopuk
olarak ele aldığını söylenebiliriz. Birçok sanatçıda kolaylıkla
görebileceğimiz bu tutum karşısında geliştirdiğimiz eleştiriyi
saklı tutarak Bergman ve benzerlerinin sanatını, dışlamak yerine
onları toplumsal kötülüğün ruhsal yansıması biçiminde de
okuyabiliriz. Onda toplumsal kötülük görünür kılınmaz ama
inanç yitimi, anlamsızlık duygusu, iletişimsizlik ve umutsuzluk,
hep bu “görünmez” kötülüğün içselleşmiş tezahürleri
olarak karşımıza çıkar. Nihayet Kış Işığı'nın Jonas’ı,
nükleer savaştan korkarak intihar eder; bu doğrudan bir toplumsal
kötülüğün birey üzerindeki ruhsal etkisidir.
Bergman’ın inançsızlık içinde
kıvranan, harekete geçmeyen karakterlerini pasifliğin ve
nihilizmin eleştirisi biçiminde değerlendirmek olası. Özellikle
Genç Kızlar Pınarı’nda Töre’nin intikamı, Tanrısal
adaletin yokluğuna karşı insanın hak arayışıdır ama toplumsal
kötülüğe karşı mücadele ederken kötülüğün bir parçası
olma riski de vardır!
Kısacası Bergman’ı şu şekilde
yeniden düşünebiliriz: Tanrı’nın yokluğu, ruhsal boşluk
yaratmışsa, yerini etik sorumluluk, kolektif dayanışma ile
doldurabiliriz. İletişimsizlik, bireysel acılara neden oluyorsa;
bu, modern kapitalizmin atomize ettiği insanın yalnızlığıdır
ve sistemseldir. Sessizlik, bir anlam yitimiyse, nedeni toplumsal
travmaların bastırılamamasıdır. İntikam, bir adalet arayışına
dönüşmüşse; bu, toplumun adaletsizliğine bireyin birlikte
değil, bireysel ve çarpık yanıtıdır... Özetle Bergman sineması, kötülüğü
daha teolojik bir alan olarak işler; ama bu yine de toplumsal
kötülüklerin birey üzerindeki ahlaki ve duygusal tahribatını
anlamak için güçlü bir olanaktır. Bu anlamda Bergman sinemasını,
kötülüğün eksiksiz bir açıklaması değil; insan ruhunun
zayıflığının ve karmaşıklığının bir tanıklığıdır. Bu
tanıklık, eğer doğru bağlama oturtulursa, toplumsal kötülüğe
dair mücadelemize derinlik ve empati katabilir. En büyük kötülüğün, kötülük
üzerine düşünmekten vaz geçmek olduğu çağımızda sanatın
işi bu derinlik ve empatiyi yaratmak değil midir? Mustafa Pala
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR