Ben/cil metinler 11
ON DOKUZ güz gelince yaprak
düşer inceden
kimse bilmez ayrılığın
derdinden düşersen bir kez
sevdiğinin gözünden kül olursun kerem
gibi harbiden
Bir kenti güzel yapan nedir acaba?
Kentin sokakları, caddeleri, parkları, barları, kahvehaneleri mi?
Yoksa mimarisi, gökdelenleri, metroları, tarihî yerleri mi?
Ya
da sinemaları, tiyatroları, müzeleri mi?
Gerçekten nedir bir kenti güzel yapan?
Bunların hepsi mi, bir bölümü mü? Hiçbiri mi?
Öyleyse, bir kenti güzel yapan nedir?
Kendime sorduğum böyle sorulara tek yanıt veremiyorum.
Lütfen, kentinizin sizin için neden vazgeçilmez ve de güzel
olduğunu düşünün. Çünkü son zamanlarda yaşadığım kenti
niçin sevdiğim düşüncesi bir tahtakurdu gibi girmiş içime ve
durmadan kemiriyor içimi.
Bu
gidişle de uzun süre çıkmayacak içimden.
Arkadaşlarım, dostlarım ve yoldaşlarım var bu kentte. Onlarla
sık buluşurum. Birçok şey paylaşırım. Konuşurum. Tartıştığım
da olur kimi zaman. Hem birbirimizi çoğaltırız, hem tüketiriz.
Farklılıklarımıza karşın birbirimizi olduğumuz gibi kabul
ederiz. Bizi bir arada tutan çok şey var çünkü.
Yine de adlandıramıyorum yaşadığım bu kenti.
Bir kenti güzel, vazgeçilmez yapan paylaşmak düşüncesi ve
pratiği mi? Belki.
Seni tanıyınca anladım ki kentler, kendi kendine kimlik edinmiyor.
Kentlere, onu yaşayan insanlar veriyor kimliklerini. Yöneticikent,
ekonomikkent, panayırkent, köykent, tarımkent, sosyalkent,
tarihkent, sanatkent, müzekent, antikkent, çağdaşkent,
kültürkent, feodalkent ve tanrıkent, mistikkent vs. dizgeyi
uzatmak olası. Bu
kentin adı seni tanıdıktan sonra benim için ak aşklar kenti
oldu.
Benim için bu kente yakışan ad bu! Bu
kenti sen varsın diye seviyorum daha çok. Ve sen de varsın diye bu
kentte Ahmet Telli’nin, ‘Gidersen yıkılır bu kent’ şiiri
daha bir anlamlı oluyor benim için. Gerçekten de biz eskisi
gibi olmasak da birlikte, gidersen bu kentten bir başka yere ölür
benimle birlikte bu kent diyorum iyi ki varsın bu kentte ve bu
kenti yaşıyoruz birlikte.
Çünkü sevdiğim bu kentin havası seninle dolu ve ben her an seni
soluyorum.
Deniz kıyısında oturmuşum salaş bir kahvehanede. Gözlerimi
gözlerinin rengindeki denizden alamıyorum. Bunları yazıyorum
elimdeki küçücük deftere. İskele, yüz metre kadar uzağında
oturduğum yerin. Birazdan deniz otobüsü yanaşacak iskeleye.
Yolcular inecek telaşlı. Dağılacaklar dört bir yana. Belki de
bir daha aynı yolculuğu yapmayacak birçoğu birlikte. Bunun
farkında bile olamayacaklar. Aslında sokaklarda, yolculuklarda
geçen süreler kadar olan ortak hayat hikâyelerimizi düşünmüyor
ve de önemsemiyoruz. Günlük hayatın karşı konulamaz
ağırlığından dolayı sadece kendi kişisel hayat hikâyelerimize
odaklanmışız… Hangisinin yüzü diğerinin belleğinde kalacak
bir çentik kadar?
Ya
da hangisinin gözleri diğerinin gözlerinde duracak bir adak
ağacının renkli çaputları gibi.
Biliyor musun yüzün belleğimin tuvalinden hiç silinmeyecek,
gözlerin göz ağacımın süslü boncukları olacak. İçten
bakışın, yüreğimi gönül kafesinden kanatlandıran ve sonsuz
güzelliklere uçuran bir sözcüğün için neler vermezdim ki…
Çünkü hiçbir isteğim gerçekleşmedi.
Sihirli bir el gövdemde dolaşmadı.
Yaşamamışlık uykumdan uyandıracak masalsı öpücük de olmadı
geçmişimde. Ve ruhumu kanarlıkların ecesine teslim edecek o kadar
şey var ki, hangisini anlatsam. Ömrümüz bu denli kısayken,
duygularımızı içimize hapsetmek niçin?
Niçin dışımızdaki insanlar, değerler ve dogmalar bizi bizden
uzaklaştırır?
Niçin bizi içsel acılara, karanlıklara çeker istemediğimiz
şeyler?
Niçin dışımızdaki engeller ve de söylemler prangalaşır
yüreklerimize?
Niçin ruhlarımızın azgın, istekli atlarını kavuşsunlar diye
salmayız gönül tavlalarımızdan?
Söyle, ruhu ve gözleri bana işkence eden aşkım?
Söyle, yaşayacağımız başka bir hayat var mı önümüzde?
Söyle, yedeği olan ömürler mi taşıyoruz? Ne
mi istiyorum?!
Hep bende kal!
Beni bırakma hayat, sensiz olmaz asla!
Beni karanlıklar ve acılar ecesine bırakma.
Bilincimde ve içimde olman yetmiyor artık.
Yaşamamışlık uykuma öpücük ol, hayata uyandır beni! Yoksa ak
aşklar kentinde vurgun yemiş dalgıç gibi yorgun, acılı ve
yaralı bir yürekle ayakta sürüneceğim.
Ben, ben olmayacağım, ya sen, kendin olabilecek misin sonra?
YİRMİ aşk
mevsiminde benim
güllerden yağmurum sürecek sildim
defterimden intiharları çünkü kuşatılırken
şarkım kanatlanırken
dudaklardan dünyaya sekerken
taştan taşa su gibi ölesiye aşkım
Viyana’dayım birkaç gündür.
Gün Doğmadan filminin mekânlarını dolaşıyorum.
Hani çıtır Julie Delpy ile Ethan Hawke’in gün doğmadan aşkı
yakalayabilirlerse gerçek aşkı yaşayacaklarını, gün doğmadan
yakalayamazlarsa da şanslarının bir daha olmayacağını anlatan o
muhteşem film.
Tuna ile ilgili ilginç öykülerin ve isimsiz ölülerinin
mezarlığı olan İsimsizler Mezarlığı’ndayım.
Aklımda sen varsın hep. Gözlerimin önünde de sen.
Sensiz dünya içinde olmayı düşünmediğim bir yer.
Mutlu beraberliği olan var mı?
Evliliğini âşık olduğu insanın hayaliyle geçiren ne insanlar
tanıdım.
Birlikteliğinden sonra gözyaşına boğulup, ‘o, sen değilsin,’
diyenler.
‘Evet, o sen değilsin.’
Ne
bir fazla ne bir eksik…
Sen de aynen böyle demiştin, anımsadın mı?
Kendi içinde huzuru ve dengeyi kurarsan başkalarıyla iyi ilişkiler
kurabilirsin, öteki türlü ilişkiler ateşe dönüşür ve cayır
cayır yanarsın. Kimse de el verip kurtaramaz seni o ateşten,
kendinden başka. Ve asla inanma, ‘ben senin rüyandaysam, sen de
benim rüyamdasın,’ palavralarına.
Gözlerimin önündeki sen, karşında gözlerimi görünce
durakladın. Şaşırdın. Toparlandın. Gülümsedin bana. İçi
parladı gözlerinin.
Usulca,‘çok ısrarcısın,’ dedin.
Dedim, ‘ısrarcılığım senden ve gülen gözlerinden…’
Dedin, ‘ortak şairimiz diyor ki anımsadığım doğruysa eğer,
okunmamış kitaplar/ yaşanmamış aşklar gibidir. Yoksa
tersi miydi, her neyse… Anlamış olmalısın beni.’
Dedim, ertelenmiş buluşmalar ipleri kopmuş uçurtmalar gibidir…
Dedin, ‘o şiirde böyle bir dize anımsamıyorum.’
Dedim, ‘ben ekledim şimdi…’
Dedin, ‘şiir delisi git artık!’
Çektim gözlerimi gözlerinin önünden. Üzüldü gözlerim. Bulut
oldu. Döktü içindekileri üstüme. Gözlerimin yongalarıyla
ıslandım ve acılandım. Yalnız kaldım. Az ötedeki evsizin büyük
şarap şişesinden birkaç yudum şarap içtim ivedilikle. Baktı
gözlerime evsiz. Beni anlamış gibi, bir daha içmemi imledi.
Şişeyi onun önüne koydum. Yürüdüm.
Dedim, kendi kendime,
karanlık
perde perde iner dünyaya dünya
perde perde kurtulur karanlıktan
Issız bir köşedeki banka düşer gibi oturdum. Yumdu gözlerimi
hüzün. Öylece uyumuşum. Sımsıcak bir el dolaşırken yüzümde
uyandım. Senin döndüğünü sandım. Yanıldığımı anladım.
Kalkıp bitkince yürüdüm kaldığım motele… Motel sahibi Azeri
adamın gülen gözleriyle karşılaştım. Yanıldım. Anladığım
kadarıyla, ‘kötü görünüyorsunuz, bir doktor çağırayım
mı?’ dedi bana.
Teşekkür ettim ve gitmesini imledim.
Hiçbir yanıt bulamadım.
Güneşin ışık uyandırıcılarından bir el olmasını ne çok
isterdim beni uyandıran elin. Güçlükle giyindim.
‘Ağırdan alma, bekletme bekleyeni!’ diyen içimin bir başka
sesiydi. Ona kulak verdim.
Tekrar o mezarlığa gittim. Bir mezarlıkta sana benzeyen bir
fotoğraf gördüm. Kendimi ondan alamadım. Ağladım.
Kaybetmek mi ölmek, ölmek mi kaybetmek düşünüp durdum. Şarabından
içtiğim evsiz de oradaydı, ilginç ama ona doğru yürüdüm… Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR