ON DOKUZ

 

güz gelince yaprak düşer inceden

kimse bilmez ayrılığın derdinden

düşersen bir kez sevdiğinin gözünden

kül olursun kerem gibi harbiden

 

Bir kenti güzel yapan nedir acaba?

Kentin sokakları, caddeleri, parkları, barları, kahvehaneleri mi?

Yoksa mimarisi, gökdelenleri, metroları, tarihî yerleri mi?

Ya da sinemaları, tiyatroları, müzeleri mi?

Gerçekten nedir bir kenti güzel yapan?

Bunların hepsi mi, bir bölümü mü? Hiçbiri mi?

Öyleyse, bir kenti güzel yapan nedir?

Kendime sorduğum böyle sorulara tek yanıt veremiyorum.

Lütfen, kentinizin sizin için neden vazgeçilmez ve de güzel olduğunu düşünün. Çünkü son zamanlarda yaşadığım kenti niçin sevdiğim düşüncesi bir tahtakurdu gibi girmiş içime ve durmadan kemiriyor içimi.

Bu gidişle de uzun süre çıkmayacak içimden.

Arkadaşlarım, dostlarım ve yoldaşlarım var bu kentte. Onlarla sık buluşurum. Birçok şey paylaşırım. Konuşurum. Tartıştığım da olur kimi zaman. Hem birbirimizi çoğaltırız, hem tüketiriz. Farklılıklarımıza karşın birbirimizi olduğumuz gibi kabul ederiz. Bizi bir arada tutan çok şey var çünkü.

Yine de adlandıramıyorum yaşadığım bu kenti.

Bir kenti güzel, vazgeçilmez yapan paylaşmak düşüncesi ve pratiği mi? Belki.

Seni tanıyınca anladım ki kentler, kendi kendine kimlik edinmiyor. Kentlere, onu yaşayan insanlar veriyor kimliklerini. Yöneticikent, ekonomikkent, panayırkent, köykent, tarımkent, sosyalkent, tarihkent, sanatkent, müzekent, antikkent, çağdaşkent, kültürkent, feodalkent ve tanrıkent, mistikkent vs. dizgeyi uzatmak olası.

Bu kentin adı seni tanıdıktan sonra benim için ak aşklar kenti oldu.

Benim için bu kente yakışan ad bu!

Bu kenti sen varsın diye seviyorum daha çok. Ve sen de varsın diye bu kentte Ahmet Telli’nin, ‘Gidersen yıkılır bu kent’ şiiri daha bir anlamlı oluyor benim için. Gerçekten de biz eskisi gibi olmasak da birlikte, gidersen bu kentten bir başka yere ölür benimle birlikte bu kent diyorum iyi ki varsın bu kentte ve bu kenti yaşıyoruz birlikte.

Çünkü sevdiğim bu kentin havası seninle dolu ve ben her an seni soluyorum.

Deniz kıyısında oturmuşum salaş bir kahvehanede. Gözlerimi gözlerinin rengindeki denizden alamıyorum. Bunları yazıyorum elimdeki küçücük deftere. İskele, yüz metre kadar uzağında oturduğum yerin. Birazdan deniz otobüsü yanaşacak iskeleye. Yolcular inecek telaşlı. Dağılacaklar dört bir yana. Belki de bir daha aynı yolculuğu yapmayacak birçoğu birlikte. Bunun farkında bile olamayacaklar. Aslında sokaklarda, yolculuklarda geçen süreler kadar olan ortak hayat hikâyelerimizi düşünmüyor ve de önemsemiyoruz. Günlük hayatın karşı konulamaz ağırlığından dolayı sadece kendi kişisel hayat hikâyelerimize odaklanmışız… Hangisinin yüzü diğerinin belleğinde kalacak bir çentik kadar?

Ya da hangisinin gözleri diğerinin gözlerinde duracak bir adak ağacının renkli çaputları gibi.

Biliyor musun yüzün belleğimin tuvalinden hiç silinmeyecek, gözlerin göz ağacımın süslü boncukları olacak. İçten bakışın, yüreğimi gönül kafesinden kanatlandıran ve sonsuz güzelliklere uçuran bir sözcüğün için neler vermezdim ki…

Çünkü hiçbir isteğim gerçekleşmedi.

Sihirli bir el gövdemde dolaşmadı.

Yaşamamışlık uykumdan uyandıracak masalsı öpücük de olmadı geçmişimde. Ve ruhumu kanarlıkların ecesine teslim edecek o kadar şey var ki, hangisini anlatsam. Ömrümüz bu denli kısayken, duygularımızı içimize hapsetmek niçin?

Niçin dışımızdaki insanlar, değerler ve dogmalar bizi bizden uzaklaştırır?

Niçin bizi içsel acılara, karanlıklara çeker istemediğimiz şeyler?

Niçin dışımızdaki engeller ve de söylemler prangalaşır yüreklerimize?

Niçin ruhlarımızın azgın, istekli atlarını kavuşsunlar diye salmayız gönül tavlalarımızdan?

Söyle, ruhu ve gözleri bana işkence eden aşkım?

Söyle, yaşayacağımız başka bir hayat var mı önümüzde?

Söyle, yedeği olan ömürler mi taşıyoruz?

Ne mi istiyorum?!

Hep bende kal!

Beni bırakma hayat, sensiz olmaz asla!

Beni karanlıklar ve acılar ecesine bırakma.

Bilincimde ve içimde olman yetmiyor artık.

Yaşamamışlık uykuma öpücük ol, hayata uyandır beni! Yoksa ak aşklar kentinde vurgun yemiş dalgıç gibi yorgun, acılı ve yaralı bir yürekle ayakta sürüneceğim.

Ben, ben olmayacağım, ya sen, kendin olabilecek misin sonra?

 

YİRMİ

 

aşk mevsiminde

benim güllerden yağmurum sürecek

sildim defterimden intiharları çünkü

kuşatılırken şarkım

kanatlanırken dudaklardan dünyaya

sekerken taştan taşa su gibi ölesiye aşkım

 

Viyana’dayım birkaç gündür.

Gün Doğmadan filminin mekânlarını dolaşıyorum.

Hani çıtır Julie Delpy ile Ethan Hawke’in gün doğmadan aşkı yakalayabilirlerse gerçek aşkı yaşayacaklarını, gün doğmadan yakalayamazlarsa da şanslarının bir daha olmayacağını anlatan o muhteşem film.

Tuna ile ilgili ilginç öykülerin ve isimsiz ölülerinin mezarlığı olan İsimsizler Mezarlığı’ndayım.

Aklımda sen varsın hep. Gözlerimin önünde de sen.

Sensiz dünya içinde olmayı düşünmediğim bir yer.

Mutlu beraberliği olan var mı?

Evliliğini âşık olduğu insanın hayaliyle geçiren ne insanlar tanıdım.

Birlikteliğinden sonra gözyaşına boğulup, ‘o, sen değilsin,’ diyenler.

‘Evet, o sen değilsin.’

Ne bir fazla ne bir eksik…

Sen de aynen böyle demiştin, anımsadın mı?

Kendi içinde huzuru ve dengeyi kurarsan başkalarıyla iyi ilişkiler kurabilirsin, öteki türlü ilişkiler ateşe dönüşür ve cayır cayır yanarsın. Kimse de el verip kurtaramaz seni o ateşten, kendinden başka. Ve asla inanma, ‘ben senin rüyandaysam, sen de benim rüyamdasın,’ palavralarına.

Gözlerimin önündeki sen, karşında gözlerimi görünce durakladın. Şaşırdın. Toparlandın. Gülümsedin bana. İçi parladı gözlerinin.

Usulca,‘çok ısrarcısın,’ dedin.

Dedim, ‘ısrarcılığım senden ve gülen gözlerinden…’

Dedin, ‘ortak şairimiz diyor ki anımsadığım doğruysa eğer, okunmamış kitaplar/ yaşanmamış aşklar gibidir. Yoksa tersi miydi, her neyse… Anlamış olmalısın beni.’

Dedim, ertelenmiş buluşmalar ipleri kopmuş uçurtmalar gibidir…

Dedin, ‘o şiirde böyle bir dize anımsamıyorum.’

Dedim, ‘ben ekledim şimdi…’

Dedin, ‘şiir delisi git artık!’

Çektim gözlerimi gözlerinin önünden. Üzüldü gözlerim. Bulut oldu. Döktü içindekileri üstüme. Gözlerimin yongalarıyla ıslandım ve acılandım. Yalnız kaldım. Az ötedeki evsizin büyük şarap şişesinden birkaç yudum şarap içtim ivedilikle. Baktı gözlerime evsiz. Beni anlamış gibi, bir daha içmemi imledi. Şişeyi onun önüne koydum. Yürüdüm.

Dedim, kendi kendime,

karanlık perde perde iner dünyaya

dünya perde perde kurtulur karanlıktan

Issız bir köşedeki banka düşer gibi oturdum. Yumdu gözlerimi hüzün. Öylece uyumuşum. Sımsıcak bir el dolaşırken yüzümde uyandım. Senin döndüğünü sandım. Yanıldığımı anladım. Kalkıp bitkince yürüdüm kaldığım motele… Motel sahibi Azeri adamın gülen gözleriyle karşılaştım. Yanıldım. Anladığım kadarıyla, ‘kötü görünüyorsunuz, bir doktor çağırayım mı?’ dedi bana.

Teşekkür ettim ve gitmesini imledim.

Hiçbir yanıt bulamadım.

Güneşin ışık uyandırıcılarından bir el olmasını ne çok isterdim beni uyandıran elin. Güçlükle giyindim.

‘Ağırdan alma, bekletme bekleyeni!’ diyen içimin bir başka sesiydi. Ona kulak verdim.

Tekrar o mezarlığa gittim. Bir mezarlıkta sana benzeyen bir fotoğraf gördüm. Kendimi ondan alamadım. Ağladım.

Kaybetmek mi ölmek, ölmek mi kaybetmek düşünüp durdum.

Şarabından içtiğim evsiz de oradaydı, ilginç ama ona doğru yürüdüm…

Tacim Çiçek
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)