Son Dakika



İNSANIN SANAT GEREKSİNİMİ

- “Kim olduğunu hatırlamıyorum ama büyük bir sosyalist vaktiyle şöyle demişti: 'Yazarlar insan ruhununun mühendisleridir.' Georg Dreyman da ülkemizin en büyük mühendislerinden biridir… Sanatçılar partiye lazım... ama sanatçıların partiye daha çok ihtiyacı var…”
- “Jerska, Batı'da istediği her tiyatroda çalışabilir ama gitmek istemiyor; çünkü sosyalizme yürekten inanıyor, bu ülkeye de... Kara listede olması...”
Dreyman’ın sözünün Bakan’ın kararlı sesiyle kesildiği bu diyalog, yazımızın konusu olan ve dilimize “Başkalarının Hayatı” biçiminde çevrilen, yönetimi ve senaryosu Florian Henckel von Donnersmarck’a ait, 2006 Almanya yapımı Das Leben der Anderen adlı filmin ilk sekanslarından.

Diyalog, Demokratik Alman Cumhuriyeti Kültür Bakanı ile ülkenin önemli bir oyun yazarı arasında geçiyor. Georg Dreyman, Platon’un devletinden kovduğu sanatçılar gibi, muhalif kimliği nedeniyle dışlanan, yasaklanan yazar Albert Jerska’yı devletin etkili bir bürokratına karşı oldukça yumuşak bir üslupla savunuyor. Biz de bu nedenle söz konusu film üzerinden devlet -sanatçı ilişkilerine bakıyoruz, aklımızda Cemal Süreya’nın “Şiir anayasaya aykırıdır!” sav sözü! 
Ama biraz geri çekilip açıyı genişleterek en başından almak gerekiyor. İnsan, süregiden tarih içinde şeylerin, doğanın, hayatın bilgisine daha fazla vâkıf olagelirken sanata neden hâlâ gereksinim duyar? Soruyu, Ernst Fischer Sanatın Gerekliliği'nde yanıtlıyor (e yay. 1979). Özetle "Belli ki kendini aşmak istiyor insan, tüm insan olmak istiyor. Bireysel yaşamının kopmuşluğundan kurtulmaya, özlediği bir doluluğa, daha anlamlı bir dünyaya geçmek için çabalıyor. Kişiliğinin sınırları içinde kendini tüketmek zorunluluğuna başkaldırıyor... Sınırlı benliğini sanatta toplu yaşayışla birleştirmeyi, bireyselliğini toplumsallaştırmayı özlüyor.” (s. 8, 9) diyor.
Bu, sanatın insanları bir araya getirme, aralarında duygusal bir bağ kurma görevine vurgu yapan; dramatik yapıyı duygulu ve tutkulu anlatımı öne çıkaran, fazlasıyla Diyonisosçu bir yanıttır. Apolloncu yanıt ise güneş, ışık, düzen ve ölçü tanrısının net formlar, düzenli kompozisyonlar ve dengeli estetik temsiliyle karakterize edilir. Böyle bir sanatta rasyonellik, kontrol ve ölçülü duygusallığı esas alan bir anlatım öne çıkar. İnsanın yaşamındaki zıtlıkları birleştirmeyi ve dengelemeyi temel alan Nietzsche'nin felsefi yaklaşımına göre, antik Yunan tragedyası, Diyonysosçu coşku ve duygusallığın, Apolloncu denge ve estetik düzenle bir sentezidir. (Tragedyanın Doğuşu, 2010)

SANATIN NE'LİĞİ 

Felsefenin odak noktasını doğa ve evrenin fiziksel özelliklerinden insanın ahlaki ve ontolojik sorunlarına çevirerek radikal bir değişime yol açan eski Yunan filozofu Sokrates'in öğrencisi olan Platon, sanat hakkında hiç de olumlu şeyler söylemez.

Devlet adlı yapıtının 2,3 ve 10. kitaplarında Sokrates’in diyaloglarıyla konuyu gerçeklik ve idealizm temelinde ele alır; sanat yapıtlarının, nesne ve kavramların mükemmel, değişmez formları olan "idea"ların üçüncü elden yetersiz, yanıltıcı bir taklidi (mimesis) olduğunu söyler. 
Platon’a göre tüm varlıkların ve kavramların doğru, mükemmel olan türsel formları onların, tanrı tarafından yaratılan "idea"larıdır. Marangoz, örneğin masa ideasını taklit ederek bir masa yapar. Ressam, bu masaya bakıp onu taklit ederek bir masa resmi yapar. Bir sanat yapıtı olan bu resim, tanrının yarattığı masa ideasının üçüncü ve marangozun yaptığı masanın ikinci sürümüdür. Platon, bu taklit sürecini eleştirir ve sanatın gerçeklikle ilgili yanıltıcı bir yansıma olduğunu, yönetici ve koruyucuları bozacağını düşünür. 
Bu düşüncesiyle de sanatın toplum ve devletle ilişkisinin farkına varan ilk filozof olur Platon olur. Bu yanıltıcı yansımanın bozucu etkisinin masal, destan, tragedya ve hatta müzik yoluyla üretildiğini düşünür. Ona göre anlatı sanatının farklı formlarıyla üretilen, asıl gerçekliğin (ideanın) taklidinin (nesne olarak görünümünün) taklidi (sanat yapıtı) olan yanıltıcı karakterleri, duygusal ve iradesiz bir şekilde insanları etkileyerek, onların ahlaki değerlerini zayıflatabilir ve toplumu bozabilir. Benzer etki, müzikte uygun olmayan ritim ve makamlar için de geçerlidir. Bu nedenle devletin çıkarlarına hizmet etmeyen veya ahlaki değerleri zayıflatan sanat eserleri sansürlenmeli ve sadece toplum için faydalı olanlar teşvik edilmelidir.
Ancak kendisinden sonraki birçok sanat kuramcısı ve yazar üzerinde derin bir etki bırakan Aristoteles bu düşüncede değildir. Poetika adlı yapıtıyla, edebi sanatlarla ilgili temel kavramlar ve prensipler konusunda birçok düşünüre referans noktası olan filozof, sanatın doğayı, olayları ve karakterleri taklit etmesi gerektiğini ileri sürer. Tragedya ve epik şiirin, dramatik yapısı nedeniyle diğer edebi türlerden daha yüksek bir sanat formu olduğunu düşünür. Aristoteles, tragedyanın temel amacının izleyicide katarsis (arınma) etkisi yaratmak; yani izleyicinin duygusal tepkilerini uyandırarak, olumsuz duygularından temizlenmesini, rahatlamasını ve böylece içsel dengeye ulaşmasını sağlamak olduğunu söyler.
Sanat ve toplum arasındaki ilişkiyi ilk kuran ama ozan Homeros'un "yetersiz ve yanıltıcı" yapıtlarını, devletin güvenliğini sağlayacak gençlerin eğitiminde zararlı olacağı için yasaklayan Platon'un karşısında Aristoteles, aynı ozanın yapıtlarına sanatın içsel dinamiklerinden bakarak onlarda insanın çok yönlü ve etkileyici bir biçimde ele alındığını görür. 

SANATIN ÖZERKLİĞİ ya da DEVLET

Sonraki yüzyıllarda da birçok düşünür ve yazar, sanatın özerkliği üzerinden sanatçının devletle ilişkisini ele alır: 17. yüzyıl klasik liberal İngiliz filozofu John Locke, devletin asıl görevinin bireylerin temel haklarını korumak olduğunu savunur; sanatçıların yaratma ve ifade özgürlüğünü bu çerçevede değerlendirir. Düşünceleriyle Fransız Devrimi'nin önderlerini etkileyen, 18. yüzyılın Cenevreli filozofu Jean-Jacques Rousseau, sanatı doğal, özgün ve duygusal ifadenin bir yolu olarak değerlendirmesine karşın, devletin sanatı kontrol etmesi gerektiğini savunur; Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev'inde sanatın toplumsal normları zayıflatabileceği konusunda uyarılarda bulunur. 
18 ve 19. yüzyılın önemli idealist Alman filozofları Immanuel Kant ve sonrasında Friedrich Hegel, sanat felsefesi konusunda literatüre önemli katkılarda bulunurlar. Her iki idealist düşünür de sanatın özerk yapısını kabul eder. Güzel Sanatlar Üzerine Eleştiri adlı yapıtında Kant, sanatı amaçsız bir olgu olarak niteler ve estetik deneyimin bireyin zevkine dayandığını ama evrensel olduğunu ileri sürer. Sanatın yarattığı güzelliğin doğanın güzelliğinden üstün olduğunu söyleyen Hegel ise sanatın ruhun duygusal ve düşünsel durumlarını belirgin kılan bir etkinlik olduğunu ileri sürer. Filozof, öğrencisi Heinrich Gustav Hotho tarafından derlenen Estetik Üzerine Dersler adlı eserde, sanatın ruhsal evrimi yansıttığını ve bu evrimin felsefi bir anlam taşıdığını savunur.
Öte yandan 19. yüzyılda tümevarım mantığını formüle eden ve mantık ilkelerini sosyal, siyasal ve etik alana da uygulayan İngiliz filozof John Stuart Mill, Özgürlük Üzerine adlı yapıtında birey özgürlüğüne vurgu yaparak devletin sanat üzerindeki müdahalesini sınırlandırır. 20. yüzyılda yükselen sosyalist dalgaya karşı serbest piyasa ekonomisini savunan Friedrich August von Hayek, sanatın özgür gelişiminin, toplumun çeşitliliğini ve yaratıcılığını teşvik edeceğini söyler ve devletin kültür, sanat alanında müdahalesine karşı çıkar.
Tarih ve toplumun maddi koşullarının, özellikle de ekonomik yapının belirleyici olduğunu savunan Marks ve Engels'e gelince, onlar için de sanat estetik alanın özerk yapısı içindedir. Marks, 1944 El Yazmaları'nda insanın fiziksel gereksinimlerinden bağımsız olarak da ürettiğini ve ancak bu gereksinimlerinden kurtulduğunda güzelliğin kurallarına göre ürettiğini; Grundrisse'de ise sanat ürününün sanata karşı duyarlı, güzellikten zevk alma yeteneğine sahip bir kamuoyu oluşturduğunu, bu nedenle sanat üretiminin sadece özne için bir nesne değil, aynı zamanda nesne için bir özne yarattığını yazar. (Aktaran A. Oktay, 1994)
Sanata-devlet ilişkisine, sanatı dışlayan Platoncu ve destekleyen Aristotelesçi yaklaşım, yüzyıllarca etkili oldu. Artık günümüzde sanatı ve sanatçıyı önemsizleştiren, olumsuzlayan, hatta yasaklayan Platoncu sanat karşıtlığının yerini; dinsel ideolojilerin sınırlamaları, kapitalizmin tüketim odaklı yaşantısının yozlaştırıcı etkisi ve postmodernist kültürün yapıcılık içermeyen yıkıcılığı aldı.

SOSYALİST ÜLKELERDE SANAT

 Marksizmin uygulanma olanağı bulduğu ülkelerde, başlangıçta devrimin, toplumu ve yaşamı dönüştürme dinamikleriyle sanatın nesnel gerçekliği yeniden kurma enerjisi birbirinden güç alıp birbirini desteklemişti. Ancak daha sonra gerek yoğun bir biçimde yaşanan sınıf mücadelesi gerekse İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yayılan soğuk savaşa karşı bu ülkelerin geliştirdiği savunma refleksi, sanatın özerk yapısını görece geriye itmiş ve sanat da öne atılarak bu savunmaya kendi cephesinden ama doğal olarak kendi olanakları dışındaki araç gereçle katılmıştı. Toplumsal değişimin ve dönüşümün bir parçası olarak sanatçıdan toplumsal işlev olanaklarını öne çıkarması istenmişti; çünkü “Sanatçılar partiye lazım(dı)... ama sanatçıların partiye daha çok ihtiyacı var(dı)! 

 Ne var ki bir önceki paragrafta belirttiğimiz kaygılarla sanat salt bir toplumsal işleve indirgenince sanatçının bu indirgenmeye itirazı gecikmedi ve sosyalist ülkelerde devrimin başlarındaki sanatçı-devlet iş birliği çözülmeye başladı. Sovyetler Birliği’ndeki bürokratik katılaşma ve giderek üretim araçlarının yönetimsel sahipliği, devrimin işçi sınıfı ve üreten halk kesimleri aleyhine sönümlenmesine yol açtı. Kapitalist ülkelerde burjuva sınıfının yarattığı, tüketim mekanizmaları içinde üretilen ve özerk yapısını terk etmiş ana akım sanatların benzeri, sosyalist ülkelerde yükselen bürokratik kapitalist sınıf tarafından devletle iç içe, el ele bir sanat talep edildi ve kendi özgülüklerine göre farklılıklar gösterse de bu ülkelerde sanatçı-devlet ilişkileri işte bu talep-itiraz çatışması üzerine oturdu.

'BAŞKALARININ HAYATI'

Otoriter devletlerle sanatçılar arasındaki çatışmaların ele alındığı yapımlarda, genellikle bu çatışmanın sanatçı/bireyin iç dünyasına etkisi es geçilir ve koyu bir distopik anlatıyla totaliter bir devlet kurgulanır. Örneğin George Orwell'ın aynı adlı romanından uyarlanan 1984 (1984), böyle bir devlette bireyin özgürlük mücadelesini konu alır. Sanatın kontrolü ve propaganda bu distopik dünyanın önemli unsurlarıdır. Roman/film, sansürün ve ideolojik kontrolle sanatın nasıl sınırlanabileceğini ve nasıl manipüle edilebileceğini gösterir. Ray Bradbury'nin romanından uyarlanan, kitap yasakları ve düşünce kontrolü üzerinden devletin sanat ve ifade özgürlüğüne etkilerini ele alan bir başka yapım da Fahrenheit 451'dir (1966). Kurt Wimmer’in yönettiği Equilibrium (2002) adlı bilim kurgu filmi ise duyguların yasaklandığı bir distopik gelecekte, devletin sanatı ve insanların duygularını kontrol etme çabalarını anlatır.
Uzattığımızı düşünebileceğiniz bu tarihsel arka plan, sözü yazımızın jeneriğinde belirttiğimiz devlet/bürokrasi-sanat/sanatçı ilişkisini sorunsallaştıran ve sorunu bireyler üzerindeki etkisi çerçevesinde ele alan bir filme, "Başkalarının Hayatı"na getirebilmek içindi. Peşin olarak belirtelim ki film, deminden beri okuduğunuz konuya, verdiğimiz örnekler dışında insan doğasının karmaşıklığından kaynaklanan zenginliği katamamış olsaydı, Sinemada Sanat makarasına sarılmayı hak etmezdi. Toplumların tarihlerindeki değişim ve dönüşümlerin sıçramalı bir biçimde ortaya çıktığı kırılma noktaları, insan teklerinin yaşamlarında da var ve Das Leben der Anderen tam da bu kırılma noktalarından birine odaklanıyor.
Yönetmen Florian Henckel von Donnersmarck’ın dört kısa filmden sonra çektiği ilk uzun metrajı olan film, ana akım sinema çevrelerinden de büyük ilgi gördü, Yabancı Dilde En İyi Film Oscar’ıyla aynı dalda BAFTA, Bodil ve César Ödülleri'ni kazandı. Ayrıca çeşitli yarışma ve festivallerde 58 ödül’e daha layık görüldü. Das Leben der Anderen, IMDb'nin en iyi 250 Film listesine girdi ve listede üst sıralara tırmandı. BBC tarafından 2016'da 36 ülkeden 177 sinema eleştirmeninin görüşleri temel alınarak oluşturulan "21. Yüzyılın En İyi Filmleri" listesinde 32. sırada yer aldığına bakılırsa, kapitalist/liberal dünyanın filmi salt antikomünist reflekslerle değerlendirdiği söylenebilir. 

DOĞU ALMANYA

Dramatik bir dönem filmi olan Başkalarının Hayatı, İkinci Dünya Savaşı'ndan yenilgiyle çıkan Nazi Almanya’sının dört işgal bölgesine ayrılmasının ardından 1949'da Sovyet işgal bölgesindeki topraklarda sosyalist bir devlet olarak kurulan Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin son beş yılını kadraja alıyor. Ülkeyi "işçi ve köylülerin sosyalist devleti ve barış Almanyası" biçiminde tanımlayan Sosyalist Birlik Partisi'nin yönetimindeki Doğu Almanya, Hitler faşizmine karşı geliştirdiği güçlü refleksle “antifaşizm”i bir devlet doktrini kabul ediyordu. Sosyalist Doğu Bloku ülkelerinden biri olan Doğu Almanya 40 yıllık tarihi boyunca Sovyetler Birliği ile karşılıklı ilişki ve etkileşim içindeydi. 
Kapitalist ülkelerin emperyalist emellerinin silahlı gücü, Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü NATO’ya karşı sosyalist ülkelerin askerî ve siyasî birliği olan Varşova Paktı’nın sekiz üyesinden biri ve ekonomik bakımdan en başarılı ülkesiydi. Bu başarı önemli ölçüde, 1961'de Berlin Duvarı'nın inşası ve başka önlemlerle Doğu’dan Batı’ya ve Batı’dan Doğu’ya göçün durdurulmasına bağlıydı ve ‘İnsani Gelişme Endeksi’, “çok yüksek" kategorisindeydi.
Yakın geçmişte yaşanan, yaklaşık 80 milyon kişinin ölümüne yol açan İkinci Dünya Savaşı’nın ve bu savaşı, 1 Eylül 1939’da Polonya’ya saldırarak başlatan Nazi Almanya’sının acı hatıraları üzerine kurulan Demokratik Alman Cumhuriyeti, kendini koruma içgüdüsüyle geliştirdiği savunma mekanizmalarına odaklandıkça toplumun aydın ve sanatçılarından destek almak umudundaydı, aldı da. Ancak bir süre sonra kendi varlığını ülkenin yönetimi ve sahipliğiyle özdeşleştiren bürokratik yapı, giderek hantallaştı, diğer Doğu bloku ülkelerinde de yaşandığı gibi bürokratik kapitalizmin gelişmesine yol açtı ve devlet devrimci enerjisini yitirdi.

GÖZETLEYENLERİN GÖZLEMİ

Sanatın, devrimle benzeştiği dönüştürücü dinamizmi, bloğun diğer sosyalizmlerinde de olduğu gibi, devlet cephesinde sona erip sanat cephesinde devam edince, özgürlüklerini sanatlarının varlık nedeni olarak gören sanatçılarla varlığını dış ve iç güvenliğine bağlayan devleti karşı karşıta getirdi.  Bu, bir yandan kirli çamaşırlarını gizlemeye, kişisel çıkarlarını korumaya çalışan üst düzey bürokratları tedirgin edince, devletin bekası öne sürülerek sanatçılar baskılanmak ve gözetim altında tutulmak istendi. Bu iş için Doğu Almanya’da 1950’de KGB model alınarak kurulan, mottosu “Parti'nin Kalkanı ve Kılıcı” olan ve 1970'li yıllarda özellikle Latin Amerika'da birçok sol politikacının hayatını kurtaran başarılı operasyonlara imza atan Devlet Güvenlik Sevisi “Stasi” biçilmiş kaftandı. 
Başkalarının Hayatı, işte bu çatışmanın yarattığı gerilimi, oyun yazarı Georg Dreyman’ı (Sebastian Koch) gözetlemekle görevli bir Stasi subayı olan Yüzbaşı Gerd Wiesler’in (Ulrich Mühe) bu izleme sürecinde yaşadığı kişisel dönüşüm hikâyesini ele alıyor. Neredeyse ifadesiz bir yüzle robot kadar soğuk Wiesler, gözetim altında tuttuğu Dreyman’ın dairesinin bulunduğu apartmanın çatısına kurduğu dinleme üssünde, başlangıçta neredeyse ruhsuz bir devlet memuru olarak otomatik hareket eden bir mekanizmanın duygudan ve bilinçten yoksun bir parçasıdır. Yazarın evinde olan biten her şeyi, sevgilisi oyuncu Christa-Maria Sieland (Martina Gedeck) ile konuşmalarını, her türlü ilişkilerini, yazar arkadaşlarıyla toplantılarını, bu evde verilen partileri… bütün ayrıntılarıyla ve özenle rapor eder. 
Devlete bağlılığından asla kuşku duyulamayacak olan Yüzbaşı Wiesler’in görevinde kırılma noktası; bu gözetimin devlet için değil, Kültür Bakanı Bruno Hempf’in (Thomas Thieme) Sieland’ı cinsel bir arzu nesnesi olarak kullanabilmek için onu yazar sevgilisinden uzaklaştırma ve Kültür Dairesi Başkanı Yarbay Anton Grubitz’in (Ulrich Tukur) ise parti yönetim kuruluna güven vererek yönetimdeki yerini sağlamlaştırma beklentisi olduğunu öğrendiği andır. O noktadan sonra Wiesler’in gözetimi bir gözleme, yazdığı raporlar ise yaratıcı bir yazarın hikâye/roman kurgusuna dönüşür. Yüzbaşı, yazarın evde olmadığı zamanlarda içeri girip onun eşyalarına dokunur, kitaplarını okur, onun içsel deneyimlerini duyumsayarak, devlet görevinin insan/birey olarak kendisinden aldıklarıyla boşalan yerlerini doldurmaya çalışır.

WİESLER'İN DÖNÜŞÜMÜ

Öte yandan devlet tarafından muhalif olarak nitelenen ve bu nedenle “kara liste”ye alınma tehdidi altındaki yazar ve sanatçılarsa, hem sanatlarını daha geniş bir dünyaya duyurmak hem de daha özgür bir ortamda yaratıcı sanat üretimlerini sürdürmek istemektedirler. Devletin “içimizdeki şeytan” paranoyasını abartılı bulan yazarlar, sosyalizmi desteklemeye, ülkelerine bağlı kalmaya devam ederler; hatta Batı Almanya’ya kaçma olanakları bulunduğu halde böyle bir girişimde bulunmak istemezler. Buna karşın devletin onlara karşı bu baskıcı, sınırlandırıcı ve giderek onursuzlaştırcı uygulamalarından çok incinirler. Onların da kırılma noktası, devlet tarafından yürütülen, yazar Albert Jerska’nın (Volkmar Kleinert) onursuzlaştırma operasyonudur; çünkü sanatına değer verdikleri Jerska bu nedenle intihar etmiştir.
Yüzbaşı Wiesler’in dönüşümünü başlatan dinleme, sanatın insan üzerindeki etkisini göstermesi bakımından önemlidir. Dreyman, intihar eden Jerska’nın kendisine verdiği doğum günü hediyesi olan “İyi Bir İnsan İçin Sonat” başlıklı nota kitabını açar ve sonatı piyanoda çalar. Dinlemede olan Yüzbaşı Wieser, en derin duygularının yakasını sonata kaptırır. Dreyman, Sieland’a sorar: “Lenin, Beethowen'in Appasionata'sı hakkında ne dedi biliyor musun?” Ve yine kendisi yanıtlar: “Bunu dinlemeye devam edersem, devrimi tamamlayamam.” Yeniden sorar Dreyman: “Bu müziği dinlemiş biri, yani gerçekten dinlemiş biri kötü bir insan olabilir mi?” İşte filmin sanat lehine en çarpıcı repliği! 
Bu dönüşüm Wiesler’i, git gide kaybettiği insani yönsemeleri yeniden keşfetmeye teşvik eder: Asansörde karşılaştığı çocuğun saçını okşar, muhalif olduğunu düşündüğü babasının adını sormaktan vaz geçer, yazarın sevgilisi Sieland’ı uyararak, kaçak ilaçlarını ve sanatını kaybetmemek için edebileceği olası ihanetten uzaklaştırmaya çalışır ve nihayet yazarı ele verecek daktiloyu Stasi askerlerinin evi aramalarından hemen önce alıp saklayarak yazara suç üstü yapmalarının önüne geçer. 
Dreyman, Albert Jerska’nın intiharından duyduğu hüznü, gizlice yazdığı “Doğu Almanya’da Gizli İntihar İstatistikleri” başlıklı makalesini, muhalif yazarlarla iş birliği içinde Batı Almanya’ya ulaştırıp orada yayımlatarak dindirmeye çalışmış; Wiesler ise bu makalenin yazılma sürecini “Doğu Almanya’nın 40. Kuruluş yılı için bir oyun yazıyorlar.” biçiminde rapor etmiştir! Ama Sieland, bağımlı olduğu ilaçları ve sahne kariyerini kurtarmak için sevgilisi Dreyman’ı ele vermekten kendini kurtaramaz; hemen ardından bu ihanetine dayanamayarak intihar eder, intiharına da kaza süsü verir! Wiesler ise bütün bunları kariyerini tehlikeye atarak yapmış, nihayet Yarbay Anton Grubitz, onu postanede yıllarca sürecek posta ayırma ve dağıtma işine vermiştir.  
1960’lardan 1980’lere Brejnev’lerle, 1980’lerden 1990’lara Gorbaçov’larla, kapitalizm lehine “Perestroyka”larla (Yeniden Yapılanma), “Glasnost”larla (Açıklık) sarsılan Avrupa sosyalist sistemlerinin, Sovyetler Birliği’yle birlikte kültür devrimlerini sürdüremediklerinden ve yeni bir etik yaratamadıklarından “iki çizgi mücadelesi”ni kaybettikleri; önce bürokratik kapitalizme evrildikleri, sonra sermaye kapitalizmine geri döndükleri; 1989’da yıkılan Berlin Duvarı’nın altında kaldikleri da hepimizin malumudur.
Yönetmen Donnersmarck, duvarın yıkılmasından sonra Doğu Berlin’in üzerinden bürokratik devletin soğuk griliği alır; onu liberalizmin “özgür, canlı, sıcak, modern” bir kenti biçiminde betimler. Otoparklar dolu, sokaklar “cıvıl cıvıldır”. İnsanlar “tüketim sarhoşluğu” içinde özgürlüklerini bürokrasiden geri almış, kapitalizmin büyük şirketlerinin insafına vermiştir. Hatta liberal sistem, Stasi’nin gizli belgeleri bile inceleme ve araştırmaya açılmıştır. Dreyman, hakkında tutulan bir masa dolusu dosyadaki raporları inceler. Kendisi de izlendiği halde neden yakalanıp cezalandırılmadığının yanıtını orada bulur: Bu izleme raporlarında kendisine dair gerçekler değil, hikâyeler anlatılmıştır, anlatan HGW’dir, yani Wiesler!
Duvarın yıkılışından iki yıl sonra, Wiesler, hâlâ bir posta dağıtıcısıdır; vitrininde Dreyman’ın büyük bir resmi olan kitapçının önünden geçerken kadrajdan çıkar, kamera vitrindeki afişte sabit kalır. Beklenen, karakterin çerçevenin içinde durup vitrine bakması ya da kadrajdan çıktıktan sonra kesmeyle karaktere geçmesidir. Yönetmen, karakteri çerçeveden çıkardıktan bir süre sonra tekrar geri döndürüp aynı çerçeve sokarak yazarın vitrindeki fotoğrafına bakmasını gösterip etkili bir sinema diliyle Wiesler’in yaşadığı şaşkınlığı anlatır.
Avrupa sinemasının insan psikolojisine, Hollywood’un aksiyona dayandırdığı gerilimi, bu ikisiyle sentezleyen yönetmen Donnersmarck, ne yazık ki birçoklarının yaptığı gibi sosyal arka planı es geçmiş, iki Almanya sosyolojisinde halkın yaşamına ilişkin karşılaştırma fırsatı sunan bir resim çizmeyi önemsememiştir.  Oysa emekçi insanlar dışındaki ayrıntılar konusunda son derece titizdir yönetmen. Filmde kullandığı elektronik dinleme ve kayıt cihazları, Stasi’nin o yıllarda kullandığı gerçek cihazlardır; çekimler için özel olarak müzelerden ve özel koleksiyonculardan temin edilmiştir. Dreyman tarafından piyanoda çalınan ve Wiesler’in dönüşümünü başlatan "İyi Bir İnsan İçin Sonat"ın Gabriel Yared tarafından bu film için bestelendiğini de ekleyelim.
Das Leben der Anderen’in oyuncu performanslarıyla ilgili olarak, Wiesler’de Ulrich Mühe’nin karakterin iç dünyasını ve içsel dönüşümünü derinlemesine hissettirdiğini söyleyebiliriz. Mühe, izleyiciye soğuk ve duyarsız bir Stasi ajanından insanlığın sıcaklığına dönen yolculuğun virajlarını gösterme yeteneğiyle dikkat çekiyor. Christa-Maria Sieland’da Martina Gedeck, sanatını korumakla sevgilisine bağlılığı arasındaki çalkantılı gelgitlerini ve içsel çatışmaların derinliğini sanki daha etkili yansıtabilirdi.  Sebastian Koch, Georg Dreyman karakterinde, sanatçının ideallerine bağlılığını canlandırırken izleyiciyle duygusal bir bağ kurduğunu kabul edebiliriz.

İNSAN İÇİN SANAT!

Yazar Dreyman, duvarın yıkılıp iki Almanya’nın bir olmasından sonra, aynı oyununun daha modern bir anlatımla sahnelendiği tiyatronun fuayesinde eski bakan Bruno Hempf’le karşılaşır. Hempf, sanatın doğasını anlamış görünmektedir ama sözleri bir özeleştiri değildir: “Sizin hakkınızda bir şeyler duydum? Duvarın yıkılmasından sonra hiçbir şey yazmamışsınız? Bu iyi değil. Ülkemizin sizden beklediği onca şey varken... Aslında sizi anlıyorum, Dreyman. Bu yeni Almanya'da ne yazabilirsiniz ki artık? Hem inanacağınız hem de baş kaldıracağınız bir şey kalmadı. Küçük cumhuriyetimizde hayat güzeldi. Birçoğu bunu yeni anlamaya başladı.” Öte yandan sanatçının doğasını çok daha iyi anlamış, geçmişin gizli ajanı ve şimdinin emekçisi Wiesler, Dreyman’ın yazdığı ve “HGW için” diyerek kendisine ithaf ettiği “İyi Bir İnsan İçin Sonat” adlı son kitabı kitapçıdan alırken satıcı “Hediye paketi mi?” diye sorunca, sesi ve yüzü onur ve gururla karışık bir duyguyu yansıtır: “Hayır bu benim için!”   Sanatın politika, devlet ve partiyle ilişkileri yüzyıllardır tartışıldı ve daha da tartışılmaya devam edecek; ta ki devletin kendini koruma refleksi gereksiz olana, yani siyasetin sanatın özerkliğini kabul edene dek!  Çünkü “İnsan kendini aşmak istiyor!”
Mustafa Pala
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)