Almanya'dan korona günlükleri ve Alman disiplini notları
14 MAYIS 2020, KÖLN Bütün Dünya’yı “Osmanlı Tokadı” ile sarsıp, yere seren ve yüz binlerce can alan Korona salgınının etkisini yavaş yavaş yitirmeye başladığı, Avrupanın büyük şehirlerinde alınan buzdan önlem zincirlerinin tek tek erimeye başlatıldığı günler içindeyiz. Almanların sokağa çıkma konusundaki ürkekliği, isteksizlikleri caddeleri, sokakları dolduran yabancı kökenli insanların kalabalığında renksiz bir farklılık yaratıyor. Daha bir kaç ay önce mağazaların, berberlerin, dükkanların camlarına yapıştırılan konser, toplantı, miting, yürüyüş ilanlarının yerini –Maskesiz Girilmez– ilanları, uyulması gereken düzenlemeler konusunda uyarılar almıştı. Sinemada seyrettikleri korkunç bir filmin içine girmiş gibiydiler sanki. Herşeyin gerçek olarak yaşandığı sadece figuranların ölmediği yüz Oskarlık bir film. Ama bütün yasalar, yasaklar çiğnenmek için çıkarılmamış mıydı? Arcaden’in önünden geçip son on yıldır gittiğim İran’lı bir gurbetçiye ait olan kafetaryaya yürümeye başladım. Uyarılar, ikazlar bir kulağından girip diğerinden çıkan insan topluluklar tüm uyarılara karşın maskesiz dolaşmaya devam ediyorlardı. İnsanların arasında geçen konuşmaların ana konusu Maske. Kiminle konuşsam hepsi maske takmaktan şikayetçiler. Yalnız yaşayan yaşlı Alman komşum, ekmekçide çalışan orta yaşlı Türk kadın, her gün pide, sıcacık bana İstanbul’u anımsatan nefis simitleri aldığım Nimet Ekmekçisi'nde çalışan içşiler, yolun ortasını kaplayıp birbirleriyle dedikodu yapan çeşitli ülkelerden kadınlar, erkekler, nefes alamadıklarından dolayı maske takamadıklarını, maske takınca boğulacak gibi bir duyguya kapılıp midelerin bulandığını, maske takınca gözlüklerinin camları buğulandığını içinönlerini görmediklerini, birkaç kez düşmekten son anda kurtulduklarını yemin billah ederek anlatıyorlar birbirlerine. Neden maske takmak istemedikleri üzerine düşünmeyenler ise "ben hoşlanmıyorum" diyerek sanki yüzyıllardır toplumlarda yer eden bir alışkanlıktan söz ediyorcasına umarsız. Maske takmanın güzelliğini saklıyor endişesi ile takmayanlar var... Ülkede yaşayan müslüman yabancılar ise işi allaha bırakmışlar. O isterse hasta da oluruz, iyileşiriz veya ölürüz diyerek teslimiyet bayrağını çekenlerin peşlerinden koştukları liderlerinin hangi şartlar altında yaşadıklarından habersizmiş gibi davranarak. Büyük şehirlerde gettolaşmış semtleri bir kanser hücresi gibi saran bahis büroları önlerinde bekleyen Kuzey Afrikalı torbacılar (uyuşturucu satıcıları) aşamalı sosyal yaşama dönüşte tekrar eski yerlerini almış müşteri bekliyorlar. İşler kesat olduğu için yağmur ızgaraları içine sakladıkları uyuşturucuları satmak için gözüne kestirdikleri gençlere teklif eder duruma düşmüşler. “Batan geminin malları bunlar” Berberlerin önündeki ilk gün kuyrukları bitmiş. Kolonya ve pudra kokusu caddelere taşmıyor. Bütün dünyada alay konusu olan “Tuvalet Kağıdı” korona öncesinde olduğu gibi tüm mağazalarda bulunabiliyor. Kafeteryalar, İtalyan dondurmacıları, kahve satan ekmekçilerin önleri, masalara sosyal mesafeyi korutarak tekrar açıldı. Ucuz bir kahve içerek zamanının çoğunu geçirenler, bir araya gelerek saatlerce dedikodu yapan dul kadınlar, bir köşede politika konuşan gruplar, çocuk arabalarıyla bir mola vermişken sigara içmek imkanı bulan anneler, sevgilisini bekleyen gençler henüz kafetaryaları gerekli ilgiyi göstermiyorlar. İlgi gösterenler çoğunlukla işsizler, son yıllarda kimliklerinden hiç ödün vermeyerek bağımsız yaşamlarını geldikleri ülkedeki gibi sürdüren, yollarda birbirleriyle, eşleriyle kavga eden, hırsızlık yapan, bahis bürolarında garson olarak çalışarak erkeklere her türlü hizmeti sunabilen, sabahlara kadar parklarda yüksek sesle birbirlerine küfreden, sevişen ardından bağıran çağıran, ağlayan, yardım isteyen, sarhoş olup yanık memleket türküleri söyleyen Bulgaristan romanları. Kendilerini örgülüyen duvarların arkasından çıkıp alabildiğince özgür yaşamanın tadını çıkarıyorlar. Yıllar önce Almanya’ya önce işçiler, sonra işsizler, sonra sığınmacılar gelmişti. Şimdi ise Romanlar geldi. İki tane türbanlı kız geçti kırmızı maskeli. Spor yaptıklarını giydikleri daracık, kaslı vücudlarını sıkı sıkı saran tişörtleri, paytak paytak, hacıyatmaz yürüyüşleri ile ilan etmek isteyen ikisi Türk biri Alman, biri Siyah derili dört genç geçti şakalaşarak. Korona günlerinde yaşlı sahipleri ile evde kalmak zorunda kalan biri sevimli diğeri asık suratlı iki kaniş köpeği geçti yaşlı bir kadını peşlerinden sürükleyerek. Değişik, renkli ve pahalı olduğu belli olan maskeler takarak farklılıklarını, zengin olduklarını ima etmek isteyen orta halliden daha hallice Hindistanlılar, Pakistanlılar geçti kendilerine has giyimleriyle. Bataklıkta açmak isteyen Nilüfer çiçekleri gibi. Yaşam şartlarının onları sokaklarda yaşamaya iten 650 bin evsizden Türkçe konuşan iki kişi dondurmacının yanındaki parka açılan yoldan ana caddeye çıkarak ellerindeki karton kahve bardağını yoldan geçenlerin burnuna sokarak, uyuşturucu parası dilenmeye başladılar. Dondurmacının önünden geçen iri gözlerini siyah rimelle daha da koyulaştırıp büyüten, türbanlı, vücudunun tüm hatlarını belirginleştiren siyah pantolonlu, siyah ceketli bir kadın dilencilere baktıktan sonra cebinden çıkardığı bir euroyu kahve bardağının içine attı. “Sağol ablam”dedi birisi. Diğeri hemen "ben bu ablayı tanıyorum. O çok zengin çok...”dedi derin bir iç çekişle. Uzun saçlı olanı parayı cebine koydu. “Daha ondokuz euro kaldı” Uygar bir ülkede yaşamanın dayanılmaz zorluğu tadında bir kahve içtikten sonra eve dönme zamanı gelmişti. 15 MAYIS Caddeleri dolduran insanların sayısında düne göre büyük bir artış var. Rengarenk mozaiği hemen görebiliyorsunuz. Dün sokaklarda bir elin parmakları kadar azınlıkta olan Almanların caddeleri doldurması hem renklendirmiş hem canlandırmış. O tekdüze, cansız ve mat görünümlü insanların arasında normale dönüşün sevincini yaşayan, umut dolu bakışlarla önlerini aydınlatan ev sahipleri yaşam sahnesinde yerlerini almışlar. Deri ceket ve açık mavi kot pantolon giymiş biri gözlüklü üç genç kız maskeleriyle dondurmacının önünden geçerken başlarını öne eğdiler. Üzerinde beyaz bir tişört, ve mavi eşofman giymiş, futbol oynadığı belli olan 11-12 yaşlarında, şapkasını ters takmış bir çocuk büyük siyah güneş gözlüğünün altında maskesiyle nefes almakta zorlanan kadının koluna girmeyen ablasına kızdı. Arapça birşeyler söyledi heyecanla. Kendikendine birşeyler mırıldanıp kafasını sağa sola oynatan kız kulaklarındaki siyah kulaklığı çıkartıp, omuzundaki çantayı sağ tarafına aldıktan sonra annesinin koluna girmesine izin verdi.Siyah beyaz giyinmişti.Yürümeye başladığında kulaklığını tekrar taktı ve başını oynatmaya başladı. Bonn’da son bir haftadır hastalığa yakalanan olmamış. Almanya, koronavirüsle mücadelede düşük ölüm oranları, yüksek test kapasitesi, titiz planlama ve disipliniyle örnek gösterilen ülkeler arasında. Peki gerçekten öyle mi? Evet. Aylarca evlerinden sadece kendilerini değil, evcil ev hayvanlarını da dışarı çıkarmayan disiplinli insan topluluğu Merkel, alınan önlemleri yumuşatmasaydı hala evlerinde oturuyor olacaktı. Tabi buna uymayan gençlerin oluşturduğu ufak topluluklar her gün birkaç saat dışarda kalarak önlemleri çiğneselerde bu yaş grubunda olanların hastalığa yakalanma riski az olduğu için ses çıkartılmadı. Polisler bu tür ufak grupları sadece uyarmakla yetindiler. Sosyal mesafe korunduğu sürece bir sorun olmayacağını belirttiler. Dondurmacının önünde duran başında kırmızı boyacı şapkası, komandoların giydiği alacalı pantolonu, kısa kolu, açık yeşil üzerine siyah kalın çizgilerle desenlenmiş keten gömleğiyle elli yaşlarında bir baba ve iki kızı, bir süre dondurmacının önünde durup dondurma türleri üzerine tartıştılar. Beş yaşlarındaki babasına çok benzeyen, kırmızı yelekli, babasıyla ayni model pantolon giyen kumral saçlı kız çilek, vanilya ve çukulata isterken, 8-9 yaşlarındaki ablası da kardeşinin istediklerinin aynisinden ısmarladı. Kısa,sapsarı saçlarını oynata oynata siyah kadife bir ceket ve pantolon giymiş elli yaşını aşmış bir kadın omuzunda kuzey afrika ülkelerinde yapılan bir heybe taşıyordu. Kendisi gibi dul arkadaşlarıyla dedikodu yapmaya gider gibiydi. Uzun boylu,lacivert takım elbise, kahverengi ayakkabı ve yeşil kravat takmış, camları mavi olan güneş gözlüğü taşıyan, kumral saçları yandan özenle ayrılmış, sağ elinde bir memur çantası taşıyan otuz yaşlarında, Göksal Ersoy’un gençliğini andıran bir genç dükkanların adlarını okuyarak yavaş yavaş yürüyordu. Pazarlamacı olabilir di. Ne satıyordu acaba? Üzerindeki takım elbisesinden dışarı çıkan kolları, artık değiştirmesi gereken ufak pantolonu işlerinin pek iyi gitmediğini anlatıyordu. Bugün kafetaryanın tüm masaları doluydu. Her oturan ismini ve telefon numarasını yazıyordu. Yan masaya yeni oturan bir türk,” ben isim filan vermem abi...”dedi. Güldü. O zaman kalkman gerekir. Resim çekmiyor usunuz? Bir o eksik. Bütün bunlar polise gidecek değil mi? Hayır, Alınan önlemlerin bir maddesi sadece. İyi o zaman. Adını yazıp kağıdı ve kalemi uzattı. Sonra imzalamak istemediğini yüksek sesle ifade ettiği için gösterdiği farklılığı diğer insanların yüzünde görmek istedi ama kimsenin ilgilenmediğini görünce önüne döndü. Omuzları çöktü, içine çektiği göbeği ileri çıkıverdi. Giriş kapısında ilaç reklamı olması gerekirken –Ağız maskesi.10 adet 10 Euro– Yıkanabilir Ağız Maskesi. 5 adet 20 Euro- yazan köşedeki Eczane’den çıkan uzun boylu, seyrek beyaz saçlı bir adam elindeki ufak poşeti eczanenin önünde tekerlekli sandalyede kendisini bekleyen kadına uzattı. Tekerlikli arabayı tutan, kızı olmalı, üzerinde parçalı rengarenk bir ceket ile siyahbeyaz bir alışveriş çantasını omuzuna astı. Babasıyla ilaç üzerine bir şeyler konuştu. Kucağında çiçekçiden alınmış dört tane ayçiçeği fidanı olan,kocası gibi gözlüklü, boyaları dökülünce saçlarının beyazları iyice belirginleşmiş, maskeli kadın kocasının uzattığı poşeti alıp içine baktı. İlaçlardan birisini alıp inceledi. Bir şeyler söyledi sonra oturduğu dondurmacıya doğru yürümeye başladılar. Belediye binasının önünden gelen ve herkesin tanıdığı türk caddede yürüyenlere “Abi bir liran var mı döner alıcam... Biliyorum senin çok paran var” diye yüksek sesle konuşarak geliyordu. Bir gün kendisine 2 euro verince iki euro daha izlemiş vermeyince de üç tane sigara istemişti. O günden beri kendisine para vermiyordu. Kendisini görünce yaklaştı. Gözleri masanın üzerinde sigara paketini aradı ama bulamayınca küllükte yanan sigarayı gördü..."Abi iki lira versene karnım aç çorba içicem...” “Sana bir kahve ısmarlayım...” “Yok, Sen bana iki lira ver çorba için...” “Param yok. Sadece kahve param var...” “O zaman sigara ver...” Çantasından çıkardığı sigara paketinin içinden üç tane çekip aldı ve uzattı. “Abi, sende para çok çorba parası da verseydin...” “Ben bu hafta lotto oynayım çıkarsa söz sana yüz lira veririm...” “Yok abi sen bana iki lira çorba parası ver yeter... Dondurmacının sahibinin dışarı çıktığını görünce yürümeye başladı hızlı hızlı...Hem yürüyor hem sağından, solundan geçenlerden para istiyordu...” “Abi, abla bana iki liran varmı? Biliyorum sen çok zenginsin...” Korona’da karantina günleri başlayınca sokakta yaşayanlar birleşip uzun zamandır boş olan beş katlı bir evi işgal etmişlerdi. Yaklaşık bir aydır işgal ettikleri evi boşaltmaları için polise , belediyeye baskı yapan semt sakinlerinin isteklerini kabul etmeyen Köln Belediyesi, işgalcilerin Korona krizi bitene kadar oturmalarına müsade edince olay şimdilik tatlıya bağlanmıştı. Belediye havalar ısınır ısınmaz işgalcilerin evi kendiliğinden boşaltıcağını biliyordu. Bugün bisikletseverlerin günü olmalıydı. Eşofmanlarını giyen bisikletine atlayıp –savaş sonrası– günlerinde yaşanan sevinçli yüzleriyle caddelerde dolaşıyorlardı. Çocukların başında bisiklet kasklar vardı rengarenk. Caddeleri doldurmaya başlayan araba yoğunluğu son bir aydır düzelen havanın kalitesini tekrar bozmaya başlamıştı. İçine çektiği hava bir hafta öncesinden çok farklıydı. Karşı kaldırımdan 70 yaşlarının üzerinde bir çift geçti. El ele tutuşmuşlar sevgi içinde yürüyorlardı. Savaş yıllarında çocuk olmalıydılar. Onlar yokluk yıllarının gençliğini yaşamış insanlardı. Almanya'’ın kalkınmasında büyük payları olan yaşlı kuşağın son temsilcileriydiler. Bazı yaşlılar dondurmacının önünden geçerken masaları dolduran yabancılara tepki gösteriyorlardı, kendileri gibi yaşayıp düşünmedikleri için. Yıllar önce yabancıları sevmeyen yaşlılardan oluşan on hanelik bir evde oturmuştu. Her haraketi tül perdelerin arkasından gözleniyor ve arkasından dedikodu mekanizması haberler üretmeye başlıyordu.Türkler, onlara Almanca’yı kötü bir aksanla konuşan, daha doğrusu konuşamıyan; eşini, çocuklarını döven; kaba, agresif, küfreden, tehdit savuran kişiler olarak tanıtılmıştı. Ülkelerine gelen niteliksiz işçilerin onlar için düzenlenen işçi evlerinden (Haym) çıkıp sokaklarda kendileriyle beraber dolaşmalarını istemiyorlardı. Amerika’nın devlet olma yolunda attığı adımlarda siyahiler hakkındaki düşünceler Almanya’da Türk adıyla devam ediyordu. Türk işçiler de onların bu isteklerine uyup tüm vakitlerini Haymlarda geçirip sadece hafta sonları, kimsenin olmadığı zamanlarda şehrin caddelerini doldurup vitrinlere bakarak günü değerlendirirlerdi. Almanca bilmediklerinden dolayı bazı Meyhanelerin ve butiklerin kapısında yer alan “Köpekler ve Yabancılar giremez” yazısına bakıp geçerler, çocuklarına, eşlerine, akrabalarına bir şeyler alabilmek için bakınmaya devam ederlerdi. O günlerin üzerinden yarım asır geçmiş ama bazı düşünceler hala değişmemişti örümcek beyinlerde. Almanya’da yabancı dendiğinde(Avrupalı ve Hıristiyanlar hariç) akla gelen ilk şey Türkün olduğu gerçeği hala yıkılamadı. İşçi diye çağırdıkları kalabalığın insan olduklarını hala anlayamadılar. Arapları, Kuzey Afrikalıları, ve iş için Almanya’ya gelen tüm yabancıları türk olarak kabul ediyorlar. Bazen konuşmalara kulak olup söze karışıp, onların Türk olmadığını söylediğinizde ise, omuz silkip, “Yabancı değil mi hepsi ayni bok”diye tepki vermekten kaçınmıyorlar. Dondurmacının elli metre ilersinde ki –Antakya Manavı-önünde gözlükleriyle Woody Allen’e benzeyen, başında, kulaklarını kapatan beyaz yün etiketi belli olan bir şapka, beyaz ağız maskesi ile kapatmış Türk manavda sergilenen çeşitlere bakıyordu. Çileklerin etiketine baktıktan sonra yürümeye devam etti. Üzerindeki kırmızı su geçirmez montu yıkanmaktan rengini kaybetmiş, eskimişti. Saçlarını toplamış, ağız maskesini çenesine takmış, beyaz eşofmanlı bir kadın, yanında yürüyen kilolu, maskesiz, saçlarını tepesinde topuz yapmış kadına yeni çıkan pembemsi Kirazları gösterdi. Sarı saçlı, siyah, üzerinde kırmızı renkli yazıları olan siyah tişört giymiş Sarı montlu, agız maskeli, gözlerinden orta yaşlı belli olan beyaz tenli kadın, koluna giren kumral,uzun saçlı, pembe montlu kadına elinde tuttuğu üç torbayı verdi ve manavdan içeri girdi. Kokteyl domatesleri 50-69 cent arasında satılıyordu. Bir şale Çilek 1.50 Euroydu. Nar’ın kilosu 3.96, Portakal 2,49, Kesilmiş bir karpuzun dörtte biri 1.49, Bir adet Mısır 1, Bir adet Mango 1.99, Elma çeşitlerinin bir kilosu 1.99, Bir kilo Kiraz ise 9.99 Euro’ya satılıyordu. Korona her şeye zam son günlerde ise meydanlara huzursuzluk getirmişti. Almanya’da korona ile mücadele kapsamında uygulanan tedbirler son haftalarda protestolara neden olmuştu.. Berlin, Stuttgart, Münih gibi şehirlerde hafta sonlarında düzenlenen protestolarda sosyal mesafenin korunmaması, maske takılmaması, bu grupların sosyal medyada komplo teorilerini yayması, gazeteci ve polislere saldırılması endişe yaratmış insanların aklına koronalı yaşam yeni bir sağcı hareketin doğmasına neden olabilir mi?sorusu takılıvermişti. Köln’de yapımı yılan hikayesine döndükten sonra sekiz yıl sonra bitirilen Merkez Camisi (Dokuz yılda tamamlandı, 40 milyon Euro'ya mal oldu) karşıtı aşırı sağcı ''Pro Köln'' örgütünün üremesine neden olduysa Koronada yeni bir sağ haraket neden başlatmasındı ki? İtalya, Fransa ve Amerika’da korona karantinalarından horlatılan faşizm her tarafta başını kaldırmaya devam etmiyor muydu?. Başbakanları Angela Merkel, son yaptığı açıklamada "Cesur ama aynı zamanda dikkatli olalım" demişti. Kendisi de öyle yaptı. Cesurca ayağa kalkıp parayı ödedi ve dikkatle parkeleri bozuk, yerlere atılmış kağıt parçaları, ağız maskeleri, sigara izmaritleri, naylon poşetler, kağıt mendiller arasından geçerek evine doğru yürümeye başladı. Erdem Buyrukçu
Gerçek Edebiyat
YORUMLAR