Alamut Kalesi / Ergül Çetin
haykırdı önde yürüyen gözcü, alamut kalesi göründü yüzü çarpılmış gibi korkulu, efsunlu bir hale büründü. o gün ve sonrasında akşama kadar aralıksız yol yüründü ara sıra mola verildi, sohbet edildi, tekrar yola düşüldü.
gün ufukta kızıl bir elma gibi dağların ardına düşerken yine de kaleye bir arpa boyu kadar yaklaşamamıştık. ne kadar gidersek gidelim kalenin hantal, geniş gölgesi sisler içinde bir hayalet gibi karşımızda duruyordu.
sonra günlerce, gecelerce yol gidildi, at inildi at binildi ateş yakıldı, ateş söndürüldü, ateşte et döndürüldü yıldızlı geceler gündüze, gündüzler geceye döndürüldü içimizde bir şey öldürülmüş gibi suskun yürüyorduk.
gece gündüz çöl gidildi, derin vadiler, susuz dereler yaşlı bir adam gibi ayağa kalkmış sessiz höyükler hayaletler, heyulalar, soluk alıp veren kızıl kayalıklar ortası delinmiş kumullar, ağarmış kemikler geçildi.
her dalında altın salkımlar büyüten gönül bağında her kök, her yaprak kendine gömülmüş uyuyordu uzakta uluyan yalnız bir çakalın sesi duyuluyordu yalnızlık denen ormanda yaprak kımıldamıyordu.
kah el değmemiş kadın memesi, yekpare kum tepeleri kah çöller içinde yeşil bir vaha gibi serap göründü upuzun bir gecenin sonunda ince uzun bir yüz gibi ufkun üstünde bir karanlık, bir afitab göründü.
artık alamut kalesine gittiğimizi bile unutmuştuk birbiri ardınca dizilmiş dağların arasında sıkışıp kalmıştık garip bakışlı köyler, aşiretler, havlayan köpekler geçtik hepimizin gönlünü koyu bir umutsuzluk sarmıştı.
deve çobanları hamakların üstünde uyukluyorlardı bazıları atın üzerinde uyuklarken düşüyorlardı gündüzleri öyle sıcak oluyordu ki hayvanlarımızı bir kayanın gölgesine sokup geceyi bekliyorduk.
yiyeceğimiz bitmek üzereydi, herkes birbirine kös bakıyor rehberlerin bizi yanılttığını, yolumuzu yitirdiğimizi ansızın eşkıyaların eline düşmek üzere olduğumuzu kaleye hiçbir zaman varamayacağımızı sanıyorduk.
günler sonra birden alamut kalesi bütün görkemiyle karşımızda görünüverdi, böylesini hiç beklememiştik. daha günlerce yolumuz var sanıyorduk, unutmuştuk soluğumuz kesilmiş gibi olduk, büyülenmiş gibiydik.
bir anlık şaşkınlığımızı üstümüzden attıktan sonra neden sonra atlarımızı topuklayıp ıssız bir boğazdan çakılların arasından atlarımızı tökezlettirmemeye çalışarak atın üstünde belimizi dik tutarak bir su gibi aktık.
atlarımız yolu tanıyorlardı kıvrılan patikalarda küçük, çimenli düzlüklerde istekle, sevinçle koşuyorlardı onlar da bizim gibi bu uzun yolculuğu sona erdirmenin zapt edilmez mutluluğunu içlerinde taşıyorlardı.
alamut kalesinde bizi neyin karşılayacağını bilmeden bir ara atımı durdurup alamut kalesinin sisler içinde yüzen alçaklı yüksekli kıvrılıp giden göğü delen burçlarına baktım hiç de söylendiği gibi yüksek gibi gelmemişti bana.
bunca uzun bir yolculuğun sonunda bizi bekleyen kalenin sisler içinde solgun yüzünü parça parça dağılan sabah sisinin içinde hayal meyal sona eren düş gibi büyük bir hayal kırıklığı içinde, esefle seyrettim.
baktım burçlarında ağızları yüzleri poşulu fedailer gezinir efsunlu bir bakışla harelenmişti gözleri, ruhları zehirlenmişti duruşlarından, bakışlarından gözü kara yiğitlikleri kadar belki de ondan daha çok yüzlerini saran korkuları sezilir.
karanlık dehlizleri, mahzenleriyle ünlü alamut kalesi göğsünde ala boynuzlu geyikler gezen ala karlı bir dağ gibi değil de yüksekçe bir dağın üstüne kondurulmuş da alçaltılmış bir kale gibi göründü yıkılmaya yakın.
baktım avlularda tımarlı sipahiler atlarını tımar ederler gelip geçenlerden adlarını sual ederler, hasbıhal ederler biz de söyleyip adımızı girdik içeri, lakin içimizde eti geçip hızla kemiğe inen bir bıçak gibi gizli bir yara sessizce kanıyordu, ağzımızı bıçak açmıyordu.
ardımız sıra bizi kovalayan bu ölüm kanyonlarından sapasağlam, dipdiri geçmenin ayakları harekete geçiren gizli sevinci değil de hâlâ hayatta kalabilmenin açıklayamadığımız, bilemediğimiz, anlayamadığımız kahredici, gizli, buruk kederi vardı.
yanımda muhafızlar, kolcular, arkadaşlar, deve çobanları yokuş aşağı doğduğum topraklara doğru sürerken atımı kulaklarımın dibinde incecik bir rüzgâr esiyordu haydi koş, diyordu, koş da kavuş kara yazgına.
atımın ayakları altından akıp gidiyordu çalbalar kekikler, pürenler, kevenler, çiriş otları bizi bekleyen kargışlı bir ölüm müydü, güz müydü bir hoş, bir garip, boşlukta gibiydik.
yukarıdaki gölgeli kayalıklardan kopup gelen kanatlarının rengi solmuş bir kartal gibi ağzı yüzü poşulu kara yağız bir fedai köpüren atımın dizgini tutmuş gibi birden eyerin topuzundan tutup inerken atımdan duyulur duyulmaz bir sesle kendi kendime yalnızca kendimin duyabileceği bir sesle hoş geldin alamut kalesi dedim.
artık bağdaş kurup oturabilirim dizlerinin dibine.
Ergül Çetin
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR