Son Dakika



haykırdı önde yürüyen gözcü, alamut kalesi göründü

yüzü çarpılmış gibi korkulu, efsunlu bir hale büründü.

o gün ve sonrasında akşama kadar aralıksız yol yüründü

ara sıra mola verildi, sohbet edildi, tekrar yola düşüldü.


gün ufukta kızıl bir elma gibi dağların ardına düşerken

yine de kaleye bir arpa boyu kadar yaklaşamamıştık.

ne kadar gidersek gidelim kalenin hantal, geniş gölgesi

sisler içinde bir hayalet gibi karşımızda duruyordu.


sonra günlerce, gecelerce yol gidildi, at inildi at binildi

ateş yakıldı, ateş söndürüldü, ateşte et döndürüldü

yıldızlı geceler gündüze, gündüzler geceye döndürüldü

içimizde bir şey öldürülmüş gibi suskun yürüyorduk.


gece gündüz çöl gidildi, derin vadiler, susuz dereler

yaşlı bir adam gibi ayağa kalkmış sessiz höyükler

hayaletler, heyulalar, soluk alıp veren kızıl kayalıklar

ortası delinmiş kumullar, ağarmış kemikler geçildi.


her dalında altın salkımlar büyüten gönül bağında

her kök, her yaprak kendine gömülmüş uyuyordu

uzakta uluyan yalnız bir çakalın sesi duyuluyordu

yalnızlık denen ormanda yaprak kımıldamıyordu.


kah el değmemiş kadın memesi, yekpare kum tepeleri

kah çöller içinde yeşil bir vaha gibi serap göründü

upuzun bir gecenin sonunda ince uzun bir yüz gibi

ufkun üstünde bir karanlık, bir afitab göründü.


artık alamut kalesine gittiğimizi bile unutmuştuk

birbiri ardınca dizilmiş dağların arasında sıkışıp kalmıştık

garip bakışlı köyler, aşiretler, havlayan köpekler geçtik

hepimizin gönlünü koyu bir umutsuzluk sarmıştı.


deve çobanları hamakların üstünde uyukluyorlardı

bazıları atın üzerinde uyuklarken düşüyorlardı

gündüzleri öyle sıcak oluyordu ki hayvanlarımızı

bir kayanın gölgesine sokup geceyi bekliyorduk.


yiyeceğimiz bitmek üzereydi, herkes birbirine kös bakıyor

rehberlerin bizi yanılttığını, yolumuzu yitirdiğimizi

ansızın eşkıyaların eline düşmek üzere olduğumuzu

kaleye hiçbir zaman varamayacağımızı sanıyorduk.


günler sonra birden alamut kalesi bütün görkemiyle

karşımızda görünüverdi, böylesini hiç beklememiştik.

daha günlerce yolumuz var sanıyorduk, unutmuştuk

soluğumuz kesilmiş gibi olduk, büyülenmiş gibiydik.


bir anlık şaşkınlığımızı üstümüzden attıktan sonra

neden sonra atlarımızı topuklayıp ıssız bir boğazdan

çakılların arasından atlarımızı tökezlettirmemeye çalışarak

atın üstünde belimizi dik tutarak bir su gibi aktık.


atlarımız yolu tanıyorlardı kıvrılan patikalarda

küçük, çimenli düzlüklerde istekle, sevinçle koşuyorlardı

onlar da bizim gibi bu uzun yolculuğu sona erdirmenin

zapt edilmez mutluluğunu içlerinde taşıyorlardı.


alamut kalesinde bizi neyin karşılayacağını bilmeden

bir ara atımı durdurup alamut kalesinin sisler içinde yüzen

alçaklı yüksekli kıvrılıp giden göğü delen burçlarına baktım

hiç de söylendiği gibi yüksek gibi gelmemişti bana.


bunca uzun bir yolculuğun sonunda bizi bekleyen

kalenin sisler içinde solgun yüzünü parça parça dağılan

sabah sisinin içinde hayal meyal sona eren düş gibi

büyük bir hayal kırıklığı içinde, esefle seyrettim.


baktım burçlarında ağızları yüzleri poşulu fedailer gezinir

efsunlu bir bakışla harelenmişti gözleri, ruhları zehirlenmişti

duruşlarından, bakışlarından gözü kara yiğitlikleri kadar

belki de ondan daha çok yüzlerini saran korkuları sezilir.


karanlık dehlizleri, mahzenleriyle ünlü alamut kalesi

göğsünde ala boynuzlu geyikler gezen ala karlı bir dağ gibi

değil de yüksekçe bir dağın üstüne kondurulmuş da

alçaltılmış bir kale gibi göründü yıkılmaya yakın.


baktım avlularda tımarlı sipahiler atlarını tımar ederler

gelip geçenlerden adlarını sual ederler, hasbıhal ederler

biz de söyleyip adımızı girdik içeri, lakin içimizde

eti geçip hızla kemiğe inen bir bıçak gibi gizli bir yara

sessizce kanıyordu, ağzımızı bıçak açmıyordu.


ardımız sıra bizi kovalayan bu ölüm kanyonlarından

sapasağlam, dipdiri geçmenin ayakları harekete geçiren

gizli sevinci değil de hâlâ hayatta kalabilmenin

açıklayamadığımız, bilemediğimiz, anlayamadığımız

kahredici, gizli, buruk kederi vardı.


yanımda muhafızlar, kolcular, arkadaşlar, deve çobanları

yokuş aşağı doğduğum topraklara doğru sürerken atımı

kulaklarımın dibinde incecik bir rüzgâr esiyordu

haydi koş, diyordu, koş da kavuş kara yazgına.


atımın ayakları altından akıp gidiyordu çalbalar

kekikler, pürenler, kevenler, çiriş otları 

bizi bekleyen kargışlı bir ölüm müydü, güz müydü

bir hoş, bir garip, boşlukta gibiydik.


yukarıdaki gölgeli kayalıklardan kopup gelen

kanatlarının rengi solmuş bir kartal gibi

ağzı yüzü poşulu kara yağız bir fedai

köpüren atımın dizgini tutmuş gibi birden

eyerin topuzundan tutup inerken atımdan

duyulur duyulmaz bir sesle kendi kendime

yalnızca kendimin duyabileceği bir sesle

hoş geldin alamut kalesi dedim.


artık bağdaş kurup oturabilirim

dizlerinin dibine.


Ergül Çetin
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)