Narodnizmin bizdeki yazınsal uzantısı: Ömer Seyfettin / Halit Payza
Ömer Seyfettin'de Türkçülük ve Yeni Lisan
Türklerdeki milliyetçilik düşüncesinin gecikmesinin gerekçelerinden biri ve en başlıcası Osmanlı İmparatorluğu’nun yapısal düzeninden kaynaklanır. Bu yapısal düzen içerisinde, imparatorluk topraklarında yaşan etnik guruplar ve uluslar; Osmanlı’nın ‘millet sistemi’ adı verilen yönetsel yapısı içerisinde, idari ve dinsel özerkliklerini yitirmeden örgütlenmişlerdir. Osmanlı farklı etnik gurup ve ulusların yönetimlerine ve inançlarına karışmamış, kendine bağlı ama özerk bir sistemle denetim altında tutmayı yeğler. 17. yüzyılda coğrafi keşifler, merkantilizmin ortaya çıkışı ile birlikte Osmanlı geleneksel düzeni çöker, imparatorluğun ticari yaşamı Müslüman olmayanların eline geçer. Her ne kadar buna karşıt, II. Mahmut’un Osmanlı Müslümanlarından oluşan ‘Hayriye Tüccarları’ ticari yaşama katılsalar da çöken düzeni onarmada başarılı olamaz. 1838’de Osmanlı-İngiliz Ticaret Anlaşması ile birlikte emperyalizm imparatorluk içine çöreklenince de, Osmanlı sanayi ve ticareti dış pazarlarla rekabet edemez. İmparatorluğun çöken düzeninin yerine, yinelenen değil yenilenen bir düzenin kurulması kaçınılmazdır. Böyle bir sistemin kurulabilmesi ise çok uluslu ve özerk yönetsel bir sistem üzerine değil, imparatorluk sınırları içerisinde yaşayan, aynı düşünsel içerikli yeni bir ulusun oluşturulması ile gerçekleştirilebilecektir. Bu hızlı çöküşü durduracak, Osmanlının itibarını yeniden geri kazandıracak yeni bir akımın sahneye çıkması gecikmez. Bu sistemin adı Türkçülüktür. Türkler arasındaki milliyetçilik -Türkçülük- akımının çok geç başlamasının temel gerekçesi, Osmanlı’nın ‘monarşik, teokratik, kültürel ve sınıfsal” yapısıdır. Türkçülük akımının ortaya çıkmasında ve yapılanmasında öncü olan aydınlar, özellikle dışarıdan gelen Türk kökenli aydınlar olacaktır; Yusuf Akçura, İsmail Gaspıralı, Sultan Galiyev, bunlara bizim aydınlarımız olarak da Ziya Gökalp, Namık Kemal, Ömer Seyfettin, Tevfik Fikret’i gösterebiliriz. Türkçülük akımı, sanılanın aksine ekonomik yapı içerisinde değil dil ve tarih çalışmaları ile ortaya çıkarmaya başlar. Bu akımın yazınsal karşılığı ‘Genç Osmanlılar’dır. Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal gibi Tanzimat Döneminin yazar ve şairleridir. İlk kıvılcımı çakan Şinasi, Rusya’da başlayan ‘halkçılık’ hareketinden etkilenecek, halkçılık düşüncesini Narodniklerden alacaktır. Rusya’da başlayan halkçılık akımı, Osmanlılarda Balkanlar üzerinden, -özellikle de Bulgaristan’daki ‘Halka Doğru’ hareketinin savunucusu aydınların ‘köycülük’ hareketiyle- Azerbaycanlı Hüseyinzade Ali Bey, Yusuf Akçura gibi aydınların düşüncelerinden, Ermeni aydınlarının başını çektiği milliyetçi Taşnak hareketine karşı sosyalist Hınçak hareketinin siyasal görüşlerinden alınarak gelecek ve gelişecektir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kuruluşunun gerekçesi budur. Azerbaycanlı Hüseyinzade Ali Bey, Petersburg Üniversitesi’nde okurken orada gördüğü devrimci öğrenci hareketlerini, İstanbul’da Tıp Fakültesinde okurken birkaç arkadaşı ile birlikte, Narodnik harekete benzer ilkeler çevresinde kuracaktır. Yusuf Akçura da benzer bir biçimde ‘İslamiyet, Türklük, modernlik’ ilkelerini Tarar çağdaşlaşmasından Osmanlı’ya taşıyacaktır. Yusuf Akçura, Sebilürreşat Mecmuası’nda 18 Haziran 1921’de yayımlanan makalesinde emperyalizmin 13. yüzyılın ortalarında Doğu sorununa eklemlendiğini, Avrupa sermayesinin Osmanlı hükümetinin sarraflığını yaparak ülkeye girdiğini, daha sonra keyfi harcamalar için yapılacak yeni borçlanmalarla, maden, nakliyat, demiryolları, limanlar, tütün işletmeleri gibi imtiyazların ele geçirdiğini söyler. Akçura’nın ‘İslamiyet, Türklük, modernlik’ olarak adlandırdığı üçlü ilkelerini, Ziya Gökalp, 1912’de yazdığı kitabında ‘Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak’ olarak yeniden adlandırarak ortaya koyar. Narodnik Hareketin yazınsal uzantısı ise Ömer Seyfettin’dir. Halka Doğru Dergisi bu akım üzerine sade bir Türkçe ile yayın yaşamına katılır. Halka Doğru Dergisi’nin yazarları arasında Ziya Gökalp, Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu, Hüseyinzade Ali, Mehmet Emin Yurdakul, Ahmet Hikmet Müftüoğlu, Doktor Âkil Muhtar Özden gibi isimler var. Dergi Celal Sahir yönetiminde haftalık olarak yayımlanır. Önemli bir farkla: ‘Halkçılık’ kavramı Osmanlılık olarak değil ‘Türkçülük’ olarak kullanılır. Gökalp, çağdaşlaşmayı yaşamsal ve biçimsel olarak Avrupalılara benzemek olarak değil, Avrupalılar gibi ‘zırhlılar, otomobiller, uçaklar yapıp kullanabilmek’ olarak nitelendirir. “Ne zaman bilgiler ve sanayi malzemelerini aktarmak ve satın almak için,” Avrupalılara gereksinim duymazsak “o zaman çağdaşlaşmış olduğumuzu” anlayacağımızı söyler. Türk milliyetçiliğini savunan aydınlar halk kavramını 20. yüzyılın ilk on yılında -1910- yazınımıza sokarlar. Bu konuda etkinlik gösteren dergilerin bir diğeri de aralarında Ömer Seyfettin’in de bulunduğu Genç Kalemler dergisidir. Dergi, Türk milliyetçiliğini ırkçılık üzerinden değil, kültür ve dil üzerinden savunmaya başlar. Bu akım “Yeni Lisan Hareketi”dir. Ömer Seyfettin, Genç Kalemler dergisinde, 11 Nisan 1911’de yazdığı Yeni Lisan1 adlı yazısında eski lisanın artık hiç konuşulmayarak gündemden düştüğünü yazarken, daha tehlikeli bir biçimde Latince ve İbranicenin bir moda olarak yeni yükselen sınıfın ve aydınların dili haline gelmeye başladığına dikkat çeker. Seyfettin, eski lisan ve gösterişli öykünmeci bir dil yerine, dergide yeni bir dil geliştirmenin yöntemleri üzerinde durur. Seyfettin’e göre göçebe Türkler dil ve yazını ‘Arabî ve Farisi’ etkisinde öğrenmek zorunda kalmışlar, kendi yeni dillerini geliştirememişlerdir. Osmanlı’nın kullandığı dil budur. Osmanlı Sultanları, bürokrasi ve aydınlar bu dille düşünüp, yapıt vermişlerdir. Konuşulan dil de budur. Osmanlı’nın resmi dili Arapça ve Farsçadır. Halkın kendi arasında kullandığı dil ise önemsenmemiştir ve resmi dil olarak kabul görmemiştir. Bu dil karşısında Türkçe varlığını koruyamamış, geliştirememiştir. Yazınımıza gelince, yazınımız da bu dilin etkisi altındadır. Ömer Seyfettin bu nedenle yazınımızı doğal olmaktan uzak, öykünmeci bulur. Dönemin yazınsal gelişimi doğal olmayan ve öykünmeci gelenekle Doğuda Arabî ve Farisi olarak İran, Batı’da Fransızcanın etkisi altındadır. Türk şairleri ‘Arapça’ ve ‘Acem’ etkisiyle şiirler yazmışlar, bürokraside buna dayalı yapay bir dil geliştirmişler ve bunu yapmakla da görevlerini yerine getirmiş olmanın doyumuna ulaşmışlardır. Ömer Seyfettin’e göre bu dil Türkçe değildir, bu dille ortaya çıkan yazın da milli yazın değildir. Seyfettin adı geçen makalesinde şöyle yazacaktır: “Bu niçin? Niye bizim milli edebiyatımız yok? Nedeni pek basit, açıklayalım: Yazın nedir? Eski kuramlara göre ‘şiir ve hayal sanatı” değil mi? Şiirler genellikle ‘aşk ve âşık’ öyküleridir. Aşk, sevişmek ise dolayısıyla bizde yasaktır. Kim sevilir? On dört, on beş yaşına erişmiş güzel bir kızcağız! Değil mi? On beş yaşına giren bir kızı toplumumuzda babasından, amca ve dayılarından, kardeşlerinden başka kimse göremez, (yarlarını, kutsallığını, değerini burada tekrar etme dışında) örtünmek zorunluluğu buna engeldir. Evli bir kadın, dul bir kadın, gene bu nedenle (yazınımızda -H.P) sevilmek değil, görülemez bile…”2 Böyle bir anlayışın yazına büyük zarar verdiğini belirten Seyfettin, yazınımdaki bu yasakçı anlayışın yazınsal hazlardan yoksunluğu getirdiğini ve yazınımızı geliştirmeyip, diğer yazınsal gelişmeler karşısında geride bıraktırdığını belirtir. Oysa öykündüğümüz Arapça ve Farsçada bile böyle yasaklar yoktur. Doğu her ne kadar kadını baskılamışsa da Doğu yazınında kadın vardır. Doğulu şairler -aşkı, kadını- yazında baskılamadan, özgür bir biçimde şiirlerinde, masallarında anlatmışlardır. Bizim yazınım İslam’ı, İslamlığın doğduğu ve yayıldığı topraklardan çok daha baskıcı bir biçimde alarak, kadını günah nesnesi durumuna indirgeyerek yasaklamışlar, baskılamışlar, yazınımızdan uzaklaştırmışlardır. Gerçek aşklar anlatılamayınca, ortaya çıkan şairlerin, yazarların gerçeğin yanına bile yaklaşmayan gerçekdışı ve yazınsallıktan uzak bir yazın oluşturmasına neden olmuştur. Seyfettin, örnekler verir: “Nedim’in ‘Hamamnâme’si, Fazıl’ın ‘Hubannâme’si, Vehbi’nin ‘Şevk-engiz’i, Rahmi’nin ‘Nâme-i dil’i gibi… Yüzlerini Doğuya çevirerek yazan şairlerin, ahları, ohları, gazelleri, gözyaşlarını genellikle kadınlar için yazıldığını varsayanlar saf ve masum olarak düşünülebilirler. O dönemin son şairi olan Muallim Naci’nin, ‘Hederler’ini okuyunuz. Bugünkülerin büyük olasılıkla anlamını bile bilmedikleri ‘hât-âver, çâr-ebru’ gibi terimler görecek, bazı soğuk benzetmelerini pek iğrenç ve ahlaksızca bulacaksınız.” Seyfettin, Tevfik Fikret’i, Cenap Şahabettin’i fazlasıyla Fransız bulur. Faik Ali’yi ikinci bir Abdülhak Hamit Tarhan olarak görür. Halit Ziya Uşaklıgil’i, Fransız Yazar Rene Maizeroy’a benzetir. Ömer Seyfettin daha da ileri gider ve bu öykünmelerin ‘esinlenme’ değil, ‘çalıntı’ olduklarını bile ileri sürer. “Amours Defendues, Perles Noires’ları bilmiyorsanız işte bu fenadır. Zira bir gün elinize Emile Bergarac imzalı bir kitap geçer ve isminin “Lyre Brisee” olduğunu hayretle görürseniz o zamana kadar aklınızda büyüttüğünüz Fikret’in meşhur kitabına kendiliğinden bir isim bulamayarak şu ufacık bileşimi bile Fransızcadan aşırmak zorunda kaldığına üzülür ve acırsınız. Otuz beş yıl önce başlayan sadeliği öldüren onlardır; konuşma dili ile yazı dilini, yani doğal dil ile yapay dili birleştirmek değil, kilometrelerle birbirinden ayırmışlardır. Onların öyle dizelerine, öyle tümcelerine rastlarsınız ki, içinde hiç Türkçe yoktur. Eski dilin kötülüklerinden hiçbirini değiştirmemişler, yalnız naatları, kasideleri, destanları, terkip ve tercibendleri, muhammesleri, müseddesleri, murabbaları, gazelleri, kıt’aları bırakıp yerine sahte sonelerden oluşmuş tatsız ve eskilerden daha anlamsız, çalıntı bir “salon yazını” geliştirdiklerini görürsünüz.” Fecr-i Âti bile Servet-i Fünun geleneğini reddetmiş, ancak kendileri de verdikleri yapıtlarda yeni bir yazınsal anlayış geliştirememişlerdir. Ömer Seyfettin’in bu konuda çok sert ve çok sivri bir tavır takındığını söyleyebilecek durumdayız. Çünkü Seyfettin, Servet-i Fünun şairleri/yazarlarının da kendinden öncekileri ‘sayfa sayfa tekrar ettikleri’ kanısındadır. Özellikle de dilsel yenileşmeyi gerçekleştirememişler, öncekilerin dilini aynen kullanmayı sürdürmüşlerdir. Kendisi de bütün bu suçlamaları yaptıktan sonra, ilişkileri koparmamak ve varlıklarını yadsımamak için, ülkenin geleceğine ilişkin umutları taşıdıklarını, genç ve zeki olduklarını, eski dili bırakarak, yeni bir dil geliştirecekleri umudunu söylemekten kaçınmaz. “Evet, umudumuz onlardadır. Eskilerin hepsi öldü. Dünküler felce uğradılar. Artık tek beklentileri ölümdür.” Ancak böylelikle yine bir dil gelişecek ve bu dille oluşturulacak yazın ‘milli yazın’ı oluşturacaktır. Ulusa yeni bir doğal lisan gerekmektedir. Milli bir yazın oluşturabilmek için öncelikle yapılacak şey ulusu ileriye taşıyacak, yazını geliştirecek bir dildir. Bunun için de eski ve hastalıklı olan dilden kopmak, yabancı etkilerinden kurtulmak gerekecektir. Bugün hiç kimse -belli bir azınlık dışında- eski dili, eski yazını anlayamayacak durumdadır. Bu dili taşıyan kitapların da okunma ve satış olasılıkları yoktur. Belki bugünkü şiirimiz, öykümüz için de aynı şey geçerlidir. Yalnız dil değil yazının kullanım biçimi de buna dâhildir. Dilin özensiz kullanımından, kurgudaki aksaklıklara kadar bir dizi öykünmeci yazınsal anlayış, kendini yineleyerek yerinde sayan ve gelişemeyen yazın, üretilenlerin sıradan, albeniden yoksun olmasına neden olmaktadır. Sermayenin ticarileştirdiği ya da arkasında tarikat, cemiyet bağlantılı sanatçıların, yazınsal olmayan yapıtları, iktisattaki gibi -iyinin kötüyü kovması- sonucu piyasaya egemen olmasının da bunda büyük payı vardır. Yazınsallık, tecimselliğin hükümranlığı altındadır. Seyfettin de en önemli ve bilinen gazetelerin, iyi yazılmış bir kitabın bile çok satmayacağından yakınır. Çözüm ‘Milli Yazın’ı geliştirmek, geleneği bilmek ama asla ona öykünmemektir. Yeni Lisan Hareketi bunun içindir. Yoksa Nedim’in parlak ancak doğal olmayan şiirlerini okumak ya da onun gibi şiirler yazmakla hiçbir yere varılamaz. Ömer Seyfettin’in Genç Kalemler’de yazdığı ilk yazı bu düşünceleri içerir. Bir başlangıçtır. Seyfettin’in Milli yazın’a katkısı, gelenekten çağdaşlaşmaya geçiş aşamasında başlangıç noktası olarak dili görmesi ve göstermesidir. Çok basit, bugün Halit Ziya Uşaklıgil’i okumak ve anlamak için, yazarın kendisinin de sadeleştirmek durumunda kaldığı kitapları okumak gerekecektir. Belki yeniden sadeleştirilmeleri de gerekli. Oysa Ömer Seyfettin’in yapıtları için aynı şey söylenilemez. (1) Ömer Seyfettin, Genç Kalemler, Nu. 1, C.II, 11 Nisan 1911 (2) Dili sadeleştirerek kaynağından aktarıyorum. Halit Payza Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR