Ahmet Say’la ‘Ağaçlar Çiçekteydi’ / Tahsin Şimşek
“Ağaçlar Çiçekteydi” çağrıştırımı bol bir kitap adı. Hem “özlem” hem “umut”. Çiçekte olan, “gülen nar”; o sarı beniz “ağlayan ayva” değil. Özlem, öncelikle 68 Kuşağı’na, onun düşlerine. Umut, Fazıl Say’la simgeleşen geleceğe. Hem de yaşanan onca acıya karşın. 68 Kuşağı’nın kökleri sağlam. Onun toprağında sosyalizm var, cumhuriyetin değerleri ve Mustafa Kemal var. Zaten o kuşaktan Mustafa Kemal’i yadsıyan solcu yok. Son türediler ve üç beş dönek bir yana!... Fransa’daki 68 gençlik hareketi, C. de Gaulle’ü al aşağı etmek isteyen CIA’nın kurguladığı bir oyundu. Bizdeki hareketin etkilerinin bugün de sürüyor olması, kitaba bu adın seçilmesinde doğrudan belirleyici olmuş görünüyor. Yerli yerine oturmuş, yaşam gibi şiir yüklü bir eğretileme. Kişiliğin biçimlenmesinde, alınan eğitimin, yaşanan çevrenin doğrudan etkisi olduğunu kimse yadsıyamaz. Ahmet Say’ı, Ahmet Say yapan, her şeyden önce iki yetkin öğretmenin çocuğu olmasıdır. Üstelik matematik ile felsefenin buluşması; doğruluk ve derinlik. İstanbul’da ilkokul ve liseyi, İzmir’de ortaokulu, Almanya’da yüksek öğretimini tamamlıyor. Üstelik o lise, İstanbul Erkek Lisesi. Dahası Salim Rıza Akpınar (matematik), Tahir Nejat Gencan (Türkçe) Verda Ün (müzik) gibi seçkin öğretmenlerin öğrencisi. Sünnet düğününde ise karşımıza İsmail Dümbüllü çıkıyor. Kuşkusuz onun yaşamının en zengin rengi müzik. Bir Yahudi kızından piyano dersleri alarak başlıyor işe. Ne var ki kardeşinin ölümü ve ailenin yaşadığı sıkıntılar ona, müzikte sanatçı düzeyine çıkma olanağı bırakmıyor. Ama o alınan müzik eğitimi daha sonra işe yarıyor. Oğlu Fazıl Say’ın evrensel bir sanatçı olmasında, o ilgi ve birikimin önemli bir işlevi olduğuna kuşku yok. Ayrıca kendini müzik bilimine adayarak bu alanda nice kitaba imza atıyor. O ülkemizin ünlü birkaç müzikologundan biri. Bu kitapta, salt anılar dökümü olmayı aşan bir yan var. Bilgeleşme kavşağındaki Kitapta, etkili bir kurguyla, müzikten edebiyata “sevinç – hüzün” sarmalında, nice karşıt duygu ve düşünceyle karşılaşıyoruz. Ve Ahmet Say bize, sol düşence, insanlık, sanat ve yayın dünyası adına çok şey öğretiyor. Benzetme bana ait, günün “cici mama”sı liberalizmle arası hiç hoş değil. Ne olduğunu halkımızın şu deyimiyle özetliyor: Benden sonrası tufan. Batı’nın “Alman usulü” yaşam algısını da sevmiyor. “Küçük hesaplar üzerine kurulu böyle bir dünya, pek hoş değildi.” diyor. Müziğini yitiren bir dille edebiyat yapılamayacağını söyler ve hep Shakespeare, Goethe, Sait Faik ve Yaşar Kemal’deki müziği arar. Yaşar Kemal’e de sitemi bu yüzdendir: “Benim asıl anlayamadığım, Yaşar Kemal gibi bir anlatım ustasının, Türkçe’nin kullanımında hayli zorlanan Orhan Pamuk’a sahip çıkmasıdır.” En yürek burkanı da şu Almanya anısı olmalı. Cezayir kurtuluş savaşının verildiği günler. Fransız polisinden kaçan bir Cezayirliyle karşılaşıp konuşur. İşte o konuşmadan aktardığı Cezayirliye ait sözler. “Burada bir Türk’le karşılaşmaktan onur duydum, bu bana yeter. (…) Cezayir Kurtuluş Savaşı’nın asıl önderi, işte bu fotoğrafta gördüğünüz insandır.” Cezayirlinin iç cebinden çıkararak verdiği fotoğraf, Atatürk’e aittir. Sanırım Bayar ve Menderes, salt bu nedenle kabirlerinde birkaç kez ters yüz olmuşlardır. Bu kitabın beni en çok sarsan tümcesi, Adorno’dan bir alıntı: “… Ausschwitz Toplama Kampı’ndan sonra şiir miir yazılamaz.” Kendisi, bu tümce ile ilgili olarak şunu söylüyor: “… bu müthiş saptama, Ausschwitz Toplama Kampı’nın dehşetini vurgulamakla kalmaz, şiir sanatının yüceliğini belirtir.” Dünya büyük bir kampa dönüştüğü için olmalı; nicedir ülkemizde de şiir, şiir değil artık. Onun yaşamının en renkli mekânlarından biri Bingöl’ün Göriz köyüdür. Yedek subay öğretmen olarak gittiği bu köyde, bir yılı da gönüllü olarak, içine sine sine üç yıl geçirmiştir. Salt hapishaneler değil, böyle yerler de yazarlığın alevini harlatır Başka hiçbir şey yazmamış olsalar bile, Ferit Edgü “O (Hakkari’de bir Mevsim)” ve “Kimse” ile Ahmet Say da Güneşin Savrulduğu Yerden (Bingöl Hikâyeleri) ile, edebiyatımızdaki bugünkü saygın yerlerini yine de alırlardı. Osman Şahin de onca öyküsünü, aynı coğrafyadan beslemiştir. Bunların hepsi, bana Beytüşşebap günlerimi anımsatıyor. Bir kısım gözlemlerimi Osman Şahin’le paylaştım Bana sitemi, niye yaşadıklarımı, gözlemlerimi anlatıma han kapıları açan öykü ya da romana dönüştürmediğim yönündedir. Evet bu coğrafya ilginçtir. “…burada sönmüş bir kibrit çöpü bile değer taşıyordu: (…) Yanmış olan çöp, gerektiğinde ocaktaki ateşten tutuşturulup yeniden kullanılıyordu.” diyen Ahmet Say’ın bu tümcelerini, “Yaşanan, görülen her şey, yeni bir öykü için kaleminizin ucunu açıyordu.” diye de değiştirebilirsiniz. Evet yazmanın özü böyle ince gözlemlerde. Mekân köy, konu öğretmen olunca, şu soruyu yöneltmekten alamıyorum kendimi: “Peki, öğretmen köylerden niye çekildi; öğretmeni ‘taşımalı’yla kimler taşıdı?” Artık köylerin öğretmeni yoktur; ama imamı vardır, hem de aile imamı!... İşte Ahmet Say’ın saptaması: “28 Şubat, köy okullarını kaldırmakla kaş yapayım derken göz çıkarmıştır.” Ankara günleri. Orhan Kemal’den aldığı benzersiz öykücülük dersleriyle sürdürüyor anılarını. O ders, eli kalem tutan herkese gerekli. O halde birlikte okuyalım: “Bana anlattığın gibi yaz. Düpedüz yaz. Sakın edebiyat yapmaya kalkışma. Süslemeler yapmak için kendini zorlama.” dedi ve ekledi: Bu iş bitince yazdıklarını oku, zayıf bulduğun ifadeleri yeniden yaz, güçlendir. Eğer bana anlattığın gibi doğayı anlatacak olursan, ayrıntıların hepsini tek tek muhakkak ekle! Sakın imla yanlışı yapma! Noktalama işaretlerini de ustalıkla kullan! Yeni nir yazar, hiçbir alanda açık vermemelidir…” Kusursuzu arayan Ahmet Say’dan Hacı Bektaş’ın “Hace Bektaş” olduğunu da öğreniyoruz. “Hacı” değil, “çelebi, hoca, efendi…” Bektaş. Kitabın 192 ve 193. sayfalarında olduğu gibi, zaman zaman bir polemiğe kapı araladığına tanık oluyoruz. Okur, isterse, kişilikleri fazla tartışmadan, bu tür polemiklerin izini kendi sürebilir. Doğan Avcıoğlu’na ve onun “sol” dünya görüşüne büyük saygısı var. Ahmet Say da onunla “Yön”ünü bulanlardan biri. Ahmet Say’ın aynı “yön”de buluştuğu dostları kimler derseniz, işte onlar: Şerif Tekben,Şevki Akşit, Tulûi Sönmez, Hayrettin Uysal, Vahap Erdoğdu, Veysel Öngören, Şaban Ormanlar; Mihri Belli, Hikmet Kıvılcımlı, Halit Çelenk, Aydın Çubukçu, Atilla Sarp, Suphi Karaman; Cahit Külebi, Fikret Otyam, Ahmed Arif, Vecihi Timuroğlu, Tahsin Saraç, Demir Özlü, Metin Demirtaş, Metin Altıok, Selim Esen, Ahmet Telli, Veysel Çolak, Ahmet Erhan, Mahzuni Şerif… O, toplumcu yolculuğuna Almanya’da sol dernek üyeliğiyle başlıyor. Örgütleme çalışmalarında sorumluluk almaktan, öncü konumda bulunmaktan kaçınmıyor. Türkiye Öğretmenler Federasyonu, Aşıklar Derneği, Hacı Bektaş Kültür Derneği’nde epeyce etkin. Edebiyatçılar Derneği’nin (1991) kurucu başkanı. Türkiye Öğretmenler Federasyonu’nun yayın müdürü O, aynı zamanda düşün ve edebiyat yaşamımızda iz bırakan bir yayıncı. “Türk Solu (1967 – 1970)” ve “Türkiye Yazıları’nın (1977 – 1983)” düşün ve yazın tarihimizdeki saygın yerini kimse tartışamaz. Onu, bir de “Öğretmenler Gazetesi” ile “Birlik”in başında görüyoruz. Her aydın gibi, 12 Mart ve 12 Eylül, onun yakasını da bırakmıyor. Dört kez tutuklanıyor, on yedi ay hapis yatıyor. Ama mahkûmiyet yok. Demek ki bu ülkede adalet, önce düşünceye göz dağı verme aracı. Ortada hukuk mukuk olmadığına göre o adalet, salt yürütmenin gücünü ve zorbalığını ifade etmekte. Deniz’lerin idamı ise bütün topluma verilmiş bir göz dağı. Darbeler, aynı zamanda işsizlik demek. Bu nedenle Ahmet Say, bu dönemlerde limon satıcısıdır, ansiklopedi pazarlamacısıdır. Ahmet Say’dan Kulaklara Küpe Notlar – O Notlara Benim Yorumlarım: * Ağaçlar Çiçekteydi, Ahmet Say, 388 sayfa, Evrensel Basım Yayın 2011 Tahsin Şimşek
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR