Biyografi/ monografi geleneği yazınımızda henüz oluşmadığı/ olgunlaşmadığı içindir ki enine boyuna okuduğumuz, satır aralarına sızdığımız, yeri geldiğinde özdeşleşip kimlik takasında bulunduğumuz metinlerin üretici(si/leri) hakkında kısır, yavan ve lezzetsiz karalamalardan bir adım öteye -maalesef- gidemiyoruz. Bu girdapta yüzmeyi göze alanların eserleri de iltifat edilmediğinden günbegün sayıları azalan sahafların ahşap raflarında meraklısını sabır ve ısrarla bekliyor (Ne mutlu ki darbe arifelerinde yakılan yasak kitaplar listesinin dışında kalmışlar; bir iki örnek dışında... ).

Oysa -özellikle ’80 sonrasında kıble edindiğimiz- Avrupa’da çok yaygın, kabul görmüş bir yazın türü biyografi/ monografi. Hatta denilebilir ki sırf bu alanda uzmanlaşmış yazarlar var. Üniversitelerde başlı başına bir disiplin... Uygun zemin ve kaynakça ise olanak bakımından tahayyül sınırlarımızı zorlayacak nitelikte. Ayrıca okurun da epeyce yüz verdiği söylenebilir.

Sözkonusu kitapların yanına anı, inceleme/ araştırma, derleme, mektup vb. türleri ekleyerek çemberi genişletsek de tatmin edici sonuca ulaşabileceğimiz kanaatinde değilim. Bugüne değin yapılan çalışmalar da ‘hayatı, sanatı, eserleri ve hakkında yazılanlar’dan öteye pek gitmiyor; zaten. Ne ki şu gerçeği de atlamamalı: Eskiden adı geçen türlere ilişkin yayımlanan kitap sayısı hem nitelik hem de nicelik olarak günümüzden çok daha fazla. (Bir dönemin Eurovision gazisi İbo’dan apartarak soralım, o halde: Yazılmaya değer kişi ve bunu okuyacak  kitle mi bulunmuyor, yoksa yayımcılar mı mızıklık ediyor?).

Yeri gelmişken -öncelikle ve önünde eğilerek-Hilmi Yücebaş’a, ardından Rifat Necdet Evrimer, Semih Güngör, Ahmet Mithat Efendi, Zahir Güvemli, Yusuf Ziya Ortaç, İbrahim Alâettin Gövsa, Rûşen Eşref Ünaydın, Hikmet Dizdaroğlu, İnci Enginün, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşar Nabi Nayır, Cemil Sena Ongun, Kenan Akyüz, Reşad Ekrem Koçu, Halit Fahri Ozansoy, Abdülhak Şinasi Hisar, Sermet Sami Uysal, Cemil Yener, Abdülbaki Gölpınarlı, Murad Uraz, Zeynep Kerman, İsmet Kemal Karadayı, Atilla Özkırımlı, Asım Bezirci, Beşir Ayvazoğlu, Cahit Tanyol, Nihad Sami Banarlı, Mustafa Miyasoğlu, Oktay Akbal, Mehmet Seyda, Cemal Süreya ve adını unuttuklarıma teşekkürü bir borç bildiğimi belirtmek istiyorum.

ABDÜLHAK HAMİT'İN GENÇLİK AŞKLARI

Yapıtı beğenilen bir yazarın hayatı hakkında sağlaması yapılmış bilgilere ulaşmak, kimileyin okuru fena halde heyecanlandırır. Çoğunluğun tercihi kurmaca hayatla gerçek hayat arasında bağlantı, paralellikler kurma çabasında olacağı mâlum. Kezâ -ehliyetli okur baz alındığında- merak gidermeden öte işlev göreceği de öyle...

Sanıyorum ki yazarların en çok aşkları, ardından da çocuklukları kazınmak istenir; ki sonuç genelde hüsrandır. Açıkça söylemek gerekirse benim tercihim çocukluktur. Çünkü çocukluğun henüz keşfedilmemiş, berrak ve benzersiz dünyasına karşılık, aşk insanın en çok iğfal ve iğdiş ettiği, beden ölçüsü ve karakterine bakmaksızın üstüne gönlünce kıyafetler diktiği, her vesilede iltifat ve iftirada bulunduğu, korun soğumaya yüz tuttuğu anda da küllerini meçhul kıymetler kuyusuna savurduğu efsunlu iki üç kavramdan biridir.

Eğer Halit Fahri Ozansoy “... ya gençliği Hâmit’in? Ya gençlik aşkları? O şahane gençlik devrindeki Don Juan hayatı? Paris’te, Londra’da geçirdiği çılgınca maceralar? O, Kamil?” demese, kışkırtmasa idi Edebiyatçılar Geçiyor’da, şair-i âzamın özel hayatını eşeleme niyetinde olmayacaktım.

Aşkı bir tarafı ölüme çevrili iki yönlü bir ayna gibi gören Abdülhak Hâmit’i, ismi Sertab Erener’in yeniden yorumladığı ‘bir Hamiyet Yüceses klasiği’ olan Makber’le(1) müsemma şiirinden tanıyor, “dili eskidi” tantanasının toz bulutunda kimselere izimi belli etmeden yürüyordum, ta ki Ozansoy’un Hâmit’i, mirasını Tirso del Molina’ya borçlu olduğumuz ‘Don Juan’ lakabı ile anımsamasına dek.   

Bakalım, bu unvanı hak ediyor mu?..

Hâmit’in ilk aşkı (İnci Enginün’e göre) Avusturya imparatoriçesi Elizabeth, ikinci aşkı ise Paris’te kaldığı evin sahibinin kızıdır. Kimilerine göre de kayıtlara geçen ilk ‘ciddi’ ilişkisi nişanlandığı Emine Naciye Hanım’ladır. Başmabeyinci Mecit Beyi’in kızı Emine Naciye, şairin hem komşusu hem de küçük yaştan beri arkadaşıdır. Asım Bezirci’nin aktardığı bilgiye göre Pirizâde Sahip Bey’in akrabası ve Ahmet Vefik Paşa’nın kızı 1859 doğumlu Fatma Hanım’ın üzüntüyle, “Ben artık karalar giyeceğim!” demesi üzerine nişan atıp onunla evlenir. 

Doğmuştu o meh on üç yaşında

Taban idi yıldızım başında

Bu ikilikten de anlaşılacağı üzre, 1874’te(2) Edirne’de ağabeyi Nasuhi Bey’in konağında evlendiği Fatma Hanım on üç yaşındadır (ki 15 olması akla daha yakındır) ve bugün hâlâ Hâmit’in adıyla birlikte anılan ünlü Makber mersiyesi onun için yazılmıştır. Ruşen Eşref Ünaydın’ın “kaderin, kuvvetli bir beyin vasıtasıyla çizilmiş grafiği (...) edebiyatımızdaki mersiye tarzının Fuzulî’den bugüne gelinceye kadar, en ihtişamlı örneği”dir dediği Makber, şair-i âzamın başşehbenderlik yaptığı Golos’ta (Yunanistan) eşinin rahatsızlanıp kısa bir Hindistan seferinden sonra döndüğü Beyrut’ta veremden ölümü üzerine, kapandığı odada kaleme alınmıştır: “Kırk gün, sanki onunla hem-civâr ve hem-hâl olmak için, yer katında bir odada Makber’i yazmaya başladım. Öteki makberi ise, her gün, Ahmet Ağa ile beraber ziyarete gidiyordum. Kabrin taşı yapılıp yerine konulduktan sonra Beyrut’u terkettim.”

Fatma Hanım’ın ölümünden sonra Hâmit’i evlendirmek için çevresi -adeta- kuyruğa girer. Gerisini Yusuf Ziya Ortaç’tan aktaralım: “... ona Çamlıca’da bir güzelden bahsetmiştiler. Hâmit:

- Ben görmeden evlenmem, demiş.

Ertesi gün, ipek maşlah içinde sülün gibi tazeyi büyük şaire takdim etmişler...

Güzel kız, hürmetle eğilerek Hâmit’in eteğini öpmüş ve geri geri çekilerek odadan çıkmış.

Biraz sonra, beğendirdiklerinden emin bir neşeyle odaya girenleri, dâhî-i âzam:

-Ayol, demiş, ben sizden kız istedim, kaz değil!”

Hâmit, Londra Elçiliği’nde başkâtiplik yaparken basılmak üzere İstanbul’a gönderdiği Finten ve Zeynep adlı oyunları, raportör Salâhi Bey tarafından incelenip, devlet ve hanedanla eğlendiği gerekçesiyle 1888’de görevinden alınır. Dostları aracılığıyla bir daha edebiyatla uğraşmayacağına dair padişaha söz verince, elçilik başdanışmanı olarak aynı yıl Londra’ya atanır.

Asım Bezirci’yi dayanarak söylersek, şair burada çevre edinir, tiyatrolara, suarelere, balolara katılır. Bu esnada Gors ve Calorty adlı iki kız ile kısa süreli ilişkiler yaşar. Burada Florence Gors ile yaşadığı aşk ve sonrası ilginçtir. Enginün’den okuyalım: “Hâmid henüz evliliğin İngiltere’de bir ticarî anlaşma olduğunu bilmemektedir. Gors ailesi Hâmid’i geliri hakkında sorguya çektikten sonra, bu evliliğin imkânsız olduğunu bildirirler. Hâmid bunu öğrenince, çılgına dönmüş olmalıdır, zira, mademki bir asille evlenmek mümkün değil, öyleyse bir hizmetçiyle evlenirim der ve elçilikte çalışan eli yüzü düzgün bir İrlandalı kıza evlenme teklif eder. Onun da ailesi, iki ailenin seviye farkı dolayısıyla bu evliliğe razı olmazlar.” 

VEREM

Başdanışmanlığının ikinci yılında (1890) Tilbury Oteli’nin yemek salonunda tanıştığı Nelly Clower’la (Cleaver olarak da geçiyor) evlenir. Clower, ilk eşi Fatma Hanım’a benzemektedir. Gel gör ki benzerlik yalnız görüntü ile sınırlı değildir. O da vereme yakalanmıştır. Hâmit, bir Don Juan’a yakışmayacak denli eşine tutkun, ancak iştahını frenleyemeyecek kadar da etkilere açıktır. Bir yandan Clower’a sadakatsizlik etmek istemezken, diğer yandan da yine bir toplantıda tanıştığı Achilles’le kaçamaklar yapmayı ihmal etmez.

Yirmi bir yıllık eşini (Ahmed Cevad’a göre yirmi yıllık’tır) kırk bir yaşında iken (8 Şubat 1911) kaybeden Hâmit, Clower için de Makber’e benzeyen Medfen adında bir mersiye yazmaya niyetlense de tasarısını gerçekleştiremez.

Hâmit’in üçüncü karısı konusunda tartışma vardır. Asım Bezirci’ye göre şair ağabeyinin önerisine uyarak Cemile Hanım’la (1911) evlenir. Enginün bu evliliğin bir ay bile sürmediğini belirtir. Ahmed Cevad’a göre ise üçüncü izdivacı Brüksel’de Lüsyen (Lucienne) Hanım’la yapmıştır.

Birinci Dünya Savaşı sırasında zor, sıkıntılı, parasız günler geçiren Hâmit, “Şâir-i A’zâm” adlı şiirini Tanin’de yayımlayınca TBMM kendisine aylık bağlar, İstanbul Belediyesi de ona Maçka Palas’ta alt katta bir daire kiralar. Hıfzı Tevfik, “Son Yılları, Son Şiirleri” adlı çalışmasında o günleri şöyle özetler: “Bebekteki büyük yalıda doğan, Çamlıcadaki geniş mâlikânede büyüyen Abdülhak Mollanın torunu işte şimdi buraya, bu dört odalı dairenin dar muhitine muazzam şöhretini sığdırmağa çalışıyordu.”

Şair, 1920’de Lüsyen Hanım’dan ayrılmak zorunda kalır. Rivayete göre aralarında karı-koca ilişkisi kesilmiştir. Lüsyen Hanım Duc de Soranzo ile evlenir ve Venedik’e yerleşir. (İddiaya göre onların evlenmesine yardım eden Hâmit’ten başkası değildir.) Yedi yıl sonra ise yeniden Hâmit’e döner. Yukarda sözü edilen apartman dairesinde ölene dek yanında, sadık kalır.

Yine Hıfzı Tevfik’in anlattıklarını doğru kabul edersek Hâmit, yemek konusunda huysuz biridir: Sofrada önüne balık konduğunda tavuk, tavuk konduğunda kırmızı et isteyen, pilav verilince makarna, enginar oldu mu da bakla arayan... Lüsyen Hanım, bu huyu bildiği için türlü türlü yemekler yapmaktadır. Şairi giydirmek, arkadaş trafiğini ayarlamak ise diğer işleri arasındadır.

Burada bir şeye dikkat etmek gerek: Lüsyen Hanım de Soranzo’dan ayrıldıktan sonra Hâmit’le yeniden evlenmez. Kimi kaynaklar onu h­âlâ eşi gibi göstermektedir. Oysa Lüsyen Hanım’la Abdülhak Hâmit -bugünün deyimi ile- birlikte yaşamaktadırlar. Hıfzı Tevfik’e göre “Hâmid’le Lüsyen arasındaki muhabbetin mahiyet ve derecesini ölçmek pek güçtür. Lüsyen Hâmid’e daha çok bir çocuğu gibi ve Hâmid de Lüsyen’e bir kızı gibi bağlı”dır.

Hâmit’in iyi dostları arasında Süleyman Nazif’i anmamak haddini bilmezlik olur. Hâmit’in aşklarına ilişkin bir anı da onun ağzından dinleyelim: “Yavaş yavaş yokuştan aşağı (mekan: Cağaloğlu) inmeye başladık. Vilâyetin karşısından geçerek kitapçılara doğru yürüdük. Beyefendi hep camekânlara bakıyordu. Birinde ‘Divaneliklerim’, kitabını gösterdi ve ‘Ah Kamil’ dedi, arkasından ‘Ben onun kadar hiç bir kadını sevmedim’ diye içini çekti. Bir başka camekânda, başka bir aşkını hatırlayarak Tereza gibi bir isim söyledi ve yine aynı sözü tekrarladı. Meğer en çok onu sevmişmiş! Böylece her camekânda, bir kitabını çıkardığı yılları hatırlıyor, iki dakika evvelki sevgilileri unutuyor, başka başka isimlerle en çok sevdiği dilberleri anıyordu. Ben şaşırmıştım. Bir şey demiyor, yalnız dinliyordum. Yokuşun altında tekrar otomobile binmeği teklif ettim. Bir kere coşmuştu. ‘Daha yürüyelim,’ dedi. ‘köprüden bineriz.’ Çaresiz yola devam ettik. Artık yorulmuştu, fakat garip bir hisle yürümekte ısrar ediyordu. Nihayet Eminönü’ndeki bir otomobile binerken :

- Maçka’ya çabuk gitsek, diye söylendi, geç kaldık galiba. Lüsiyen beni bekler!’ Ve bu sözünün arkasından yine aynı heyecan ve samimiyetle : - ‘Ah Lüsiyen! Lüsiyen! dedi. Ben onun kadar hiç bir kadını sevmedim.’ ”.

Aşkın tüm hallerini yaşayan Hâmit, Ahmed Cevad’a göre 12 Nisan 1937 Pazartesi gecesi saat biri beş geçe, Asım Bezirci’ye göre ise 13 Nisan 1937 Salı gecesi saat biri beş geçe Maçka Palas’ta vefat etmiştir. Cenazesine yüz bine yakın bir kitle teessür içinde koşmuş, başta Atatürk olmak üzere yüzlerce kişiden çelenk gelmiştir. Mezarı Zincirlikuyu Asrî Mezarlığı’ndadır.

ABDÜLHAK HAMİT VE DON JUAN

Hâmit’in hayatına giren kadınlar üç aşağı eş yukarı bunlardan ibaret. Don Juan olmak için kafi midir, bilmem. Yanıtını bilmediğim ve öğrenmek için hararetle çırpındığım diğer şey ise şu: Ahmed Cevad der ki: “Hâmidin eserleri ve bütün hatıralarını Cumhuriyet Halk Fırkası bir cilt halinde toplamağa karar vermiştir.”; acaba Cumhuriyet Halk Fırkası tarafından böyle bir kitap basıldı mı, CHP’nin yeni lideri, eski gazeteci Altan Öymen basılmış ise tıpkı basımını, basılmamış ise yeni basımını sözkonusu amaca uygun olarak üstlenebilir mi?

(1) Hazır kalem elde iken yaygın bir yanlışı düzeltelim: “Her yer karanlık, pür-nûr o mevkî!../ Mağrib mi yoksa makber mi Yârab?..” ile başlayan ve Hamiyet Yüceses’le bütünleşen şarkının sözleri, Hâmid’in Fatma Hanım’ın ölümü üzerine yazdığı Makber’de değil, Târık adlı oyununda yer alır. Esin kaynağı ise Shakespeare’in Romeo ve Juliet’itir. Mersiye-i Muhammet olarak da adlandırılır.

(2) Hâmid’in Fatma Hanım’la evlenme tarihi konusunda araştırmacılar hemfikir olamamışlar, sanki. Ahmed Cevad, Hâmid’in Fatma Hanım’la evlendiğinde 20 yaşında olduğunu söylüyor. Şair 1852’de doğduğuna göre evlilik tarihleri 1872 olmalı. Ancak Asım Bezirci’ye göre evlilik tarihinin 1874 olması gerekiyor. Benzeri şey doğum tarihi konusunda da yaşanır. A. Cevad, Hâmit’in doğum tarihini 5 Şubat 1852 diye kaydederken, Bezirci için bu 2 Ocak 1852’dir. Necatigil, Kurdakul, R. Korkud, Karaalioğlu vd. (ezici çoğunluk) de Bezirci’yle aynı görüştedir. Yalnız S. K. Karaalioğlu, Hâmid’in evlilik tarihini 1871 olarak gösterir Türk Edebiyatçılar Sözlüğü’nde.

Murat Batmankaya
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)