Son Dakika



Harrison Ford iki hafta önce Mexico City'de yeni filmini tanıtırken dedi ki "Amerika ahlaki önderliğini ve güvenilirliğini kaybetti." 

Gerçekten mi? ABD ne zaman ahlaki bir meselede dünya önderi oldu ki?

Reagan döneminde mi? Yoksa Bush döneminde mi?

Amerika asla sahip olmadığı bir şeyi kaybetti; daha doğrusu aslında sahip olmadığı bir şeye (Harrison'ın bahsettiği "güvenilirlik") sahip olduğu yanılsamasını kaybetti. Zaten doğru olan, Trump'la görünür hale geldi sadece. 

1948'de, daha Soğuk Savaş'ın başlarındayken bu hakikat ABD'li diplomat ve tarihçi George Kennan'ın acımasız dürüst sözlerinde dile gelmişti: "(ABD) dünyadaki zenginliğin yüzde 50'sine sahip ama dünya nüfusunun sadece yüzde 6,3'ünü oluşturuyor. Bu durumda yaklaşan dönemdeki asıl işimiz... bu uyumsuzluk pozisyonunu sürdürmektir. Bunu başarmak için duygusallıktan vazgeçmeliyiz... insan haklarını, yaşam koşullarının iyileştirilmesini ve demokratikleşmeyi düşünmeyi bırakmalıyız."

Kennan'ın bu sözlerinde Trump'ın "Önce Amerika!" diyerek kastettiği şeyin açıklamasını buluyoruz. Hem de çok daha açık ve dürüst bir şekilde.

Bu yüzden gazetelerde şu minvalde bir haber okuduğumuzda şaşırmamalıyız: "'Sonu gelmeyen savaşları' sona erdirmeye söz vererek göreve gelen Trump yönetimi 160'tan fazla ülkenin yasakladığı silahları elinde bulunduruyor ve onları kullanmaya hazır hale getiriyor. Parça tesirli bombalarla anti-personel mayınlar ve çatışma sona erdikten sonra bile sivilleri sakatlayıp öldürmesiyle bilinen öldürücü patlayıcılar Pentagon'un geleceğe dair savaş planlarının ayrılmaz parçası haline geldi."

Bu tür haberler karşısında şaşıranlar sadece ikiyüzlüdür: baş aşağı dönmüş dünyamızda Assange (devletin suçlarını açığa vurduğu için) suçluyken Trump masumdur (azledilmedi).

ŞİMDİ NE OLUYOR?

Trump'ın temel nezaket kurallarını ve demokratik hoşgörüyü hor gören üstelik de göz göre göre edepsiz yeni bir siyasal hükümran figürünün örneği olduğu doğrudur. 

Trump'ın hareketlerinin altında yatan mantığı (birçok şeyin yanı sıra işkencenin yasallaştırılmasını da savunan) Alan Dershowitz ayrıntılarıyla açıklamıştı.

Harvard Hukuk profesörü demişti ki eğer bir siyasetçi, yeniden seçilmesinin ulusun çıkarına olduğunu düşünüyorsa o siyasetçinin bu amaç uğruna gerçekleştirdiği herhangi bir eylem, tanımı gereği, azledilme gerekçesi olamaz. “Ve eğer bir başkan, seçilmesi kamu yararına uygunken buna hizmet edeceğine inandığı bir şey yaparsa bu azille sonuçlanacak bir quid pro quo (sen beni gör ben de seni diye özetlenebilecek latince deyim ed.n.) davranışı olarak görülemez" diye iddia ediyor Dershowitz.

Herhangi bir ciddi demokratik denetimin dışında kalan iktidarın doğası burada açıkça ifade edilmiştir.

Trump'ın azliyle ilgili durmak bilmez tartışmalarda vuku bulan şey argümantasyona dayalı eleştirel diyaloğu mümkün kılan herkesin paylaştığı, ortak bir ahlaki temelin parçalanmasıydı: ABD, iki tarafın paylaştığı ortak bir zeminin var olmadığı ideolojik bir iç savaşa giriyor. Taraflar pozisyonlarını detaylandırdıkça, polemiğe dayalı dahi olsa herhangi bir diyalog kurmanın imkansızlığı da o kadar açık hale geliyor. 

Azil sürecinin tiyatrallığı (Pelosi'nin elini sıkmayı reddeden Trump, Trump'ın Birliğin Durumu konuşma metninin bir kopyasını yırtan Pelosi) karşısında fazla büyülenmemeliyiz çünkü asıl kavga Demokratlarla Cumhuriyetçiler arasında değil, her iki partinin de içinde gerçekleşiyor. 

ABD kendini iki parti devletinden dört parti devletine dönüştürüyor zira aslında siyasal alanı dolduran dört parti var:  müesses nizam Cumhuriyetçileri, müesses nizam Demokratları, alternatif sağ popülistler ve demokratik sosyalistler. 

Şimdiden partiler arası koalisyon teklifleri belirmeye başladı: Joe Biden başkan yardımcısı olarak ılımlı bir Cumhuriyetçiyi aday gösterebileceğini ima ederken Steve Bannon da birkaç kere Trump ve Sanders'ın kuracağı bir koalisyon idealinden bahsetti. 

İki parti arasındaki en büyük fark Trump'ın popülizmi, Cumhuriyetçi müesses nizama hegemonyasını kolayca dayatırken (birilerinin kanıta ihtiyacı varsa, Bannon'ın "sistem" karşıtı bütün nutuklarına rağmen Trump'ın sıradan işçi referansının yalan olması, bunun açık kanıtıdır) Demokrat Parti içindeki bölünme giderek güçleniyor.

Demokrat müesses nizamla Sanders kanadı arasındaki mücadelenin devam eden tek gerçek siyasi mücadele olmasına şaşmamalı.

Biraz teorik jargon kullanmak adına söyleyebiliriz ki şu anda iki antagonizmayla ("çelişki") karşı karşıyayız. Bunlardan ilki Trump'la liberal kurumsallık (azil meselesi işte bununla ilgiliydi), diğeriyse Demokrat Parti'nin Sanders kanadıyla geri kalan diğerleri arasında. 

Önümüzdeki acımasız savaş

Trump'ın azline yönelik hamle ABD'nin ahlaki önderliğini ve güvenilirliğini yeniden kazanma yolunda çaresiz bir çaba, gülünç bir iki yüzlülük uygulamasıydı. İşte bu yüzden Demokrat müesses nizamın bütün bu ahlaki feveranı bizi aldatmamalı: Trump'ın aleni edepsizliği her zaman orada olanı görünür kıldı sadece. Sanders kampı bunu açıkça görüyor: Geri dönüş yok, ABD'de siyasete dair her şey kökünden yeniden icat edilmeli.

Ama Sanders gerçek bir alternatif mi yoksa, bazı "radikal Solcuların" iddia ettiği gibi, sistemi kurtarmak isteyen (ziyadesiyle ılımlı) bir sosyal demokrat mı sadece? Bu sorunun cevabı bu ikilemin yanlış olduğu: Demokratik Sosyalistler kitlesel bir radikal uyanış hareketi başlattı ve böyle hareketlerin kaderi önceden yazılı değildir. 

Kesin olan tek bir şey var: Tasavvur edebileceğimiz en kötü duruş, gelişmiş ülkelerdeki işçi sınıfını gelişmekte olan ülkelerin sömürülmesi üzerinden geçinen, ırkçı-şovenist ideolojilere yakalanmış bir "işçi aristokrasisi" olarak değersizleştirme eğilimindeki bazı Batılı "radikal Solcuların" tutumudur.

Onlara göre tek radikal değişim "göçebe proleterlerin" (Üçüncü Dünya'nın yoksulları ve göçmenler belki gelişmiş ülkelerdeki yoksullaşmış kimi orta sınıf entelektüellerle bağlantılı olarak) devrimci faaliyetiyle gelebilir ama bu teşhis geçerli mi? 

Doğru, günümüz koşulları küresel ama bu küresellik burjuva devletlere karşı proleter devletler manasına gelen basite indirgenmiş bir Maoizm şeklinde değil. Göçmenler alt-proleterdir , konumları son derece özgündür, Marksist anlamda sömürülmezler ve bu yüzden de radikal değişimin failleri olmaya yazgılı değillerdir.

Sonuç olarak bu "radikal" seçimin Sol için intihar olduğunu düşünüyorum: Sanders kayıtsız şartsız desteklenmeli.

Savaş acımasız olacak; Sanders'a karşı yürütülen kampanya Birleşik Krallık'ta (BK) Corbyn'e karşı yürütülen kampanyadan çok daha vahşi olacak. Her zamanki anti-Semitizm kartının üstünde ırk ve cinsiyet kartları da bolca kullanılacak: Sanders gibi yaşlı, beyaz bir erkek... Hillary Clinton'ın Sanders'a saldırısının vahşiliğini hatırlasanıza. 

Ve tüm bu kartlar Sosyalizm korkusunun belirlediği bir bağlamda oynanacak. Sanders'ı eleştirenler sürekli olarak, onun tümden solcu platformundan Trump'ın alt edilemeyeceğini ve esas meselenin Trump'tan kurtulmak olduğunu yineliyor.

Buna sadece bu argümanda gizlenmiş gerçek mesajın ne olduğunu söyleyerek cevap vermeliyiz: eğer seçim Trump'la Sanders arasında olursa Trump'ı tercih ederiz...
  

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve gerçekedebiyat'ın politikasını yansıtmayabilir. 

https://www.rt.com/op-ed

Independent Türkçe için çeviren: İrem Oral

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)