Yargı sisteminin içinden bir ses: ‘Adaletin bu mu dünya?’
Türkiye’de en çok tartışılan kurumların başında yargı kurumu gelir. Yargıçlar, savcılar, adli çalışanlar, bilirkişiler, değişik cins ve derecede mahkemeler… Tümüyle haber ajanslarının haberlerinden izleyerek edindiğimiz yarım yamalak bilgilerle bu önemli kurumu değerlendirir, toplumun en okumuşundan en cahiline kadar rahatlıkla bol keseden konuşuruz. Peşinen ben siyasi davalar dışında davalarda yargıçlarımızın ve savcılarımızın dünyanın en adil savcı ve yargıçları olduğuna inanırım. (Siyasi davalarsa ABD’den Almanya’ya, Fransa’dan İngiltere’ye demokrasinin beşiği denilen ülkelerde de aynıdır: Kimse ‘mülk’ün geleceğini tehlikeye at(a)maz. İsterse yüksek yargıç olsun. Bu nedenle Anayasa temel yasadır vs. Yani tüm Cumhuriyet savcıları ve yargıçlar mahkemeler Türk milletinin kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin birer organıdır, bu çok doğal bir şeydir. Demokrasicilik uğruna kimse birilerine ülkesini teslim etmez. Örneğin Halkbank davasında mahküm olmuş ve asla kurtulamaz dediğimiz bir vatandaşımızı, TC mahkemeleri büyük baron bir casus papazı İzmir’de yargılamaya başlayınca, anlı şanlı ABD mahkemelerinin takas için nasıl apar topar kararını değiştirip serbest bıraktığına yakın tarihte tanığız.) Ancak milyarlarca liralara kadar akçeli işler de bu adalet sistemimizin iki dudağı arasındadır. Bu nedenle hem siyası olarak hem akçeli işlerde yargı sistemini ele geçirmek için kıyasıya bir savaşın -bu yaşa geldim, ömrüm boyunca- sürdüğüne tanık oldum. Bizim gibi kapitalizmini kendi içsel dinamiğiyle geliştirmemiş bu nedenle 20. Yüzyılı yakalayamamış, ıskalamış ama 100 yıldır ayakta kalarak 21. Yüzyılı yakalamış bir ülke yargısının, ne kadar eleştirilse ne kadar beğenmesek de bu 100 yıllık sürede bağımsız kalarak görevini yaptığını kabul etmek gerekir. Ne var ki emperyalizm, bizim gibi ülkelerin koşusunda ayaklarının altına cam kırıkları atmada mahirdir. Bunu da merkezi ve yerel işbirlikçileriyle ele geçirmeye çalıştığı mahkemeler aracılığıyla yapmaktadır. Ta Hindistan’da, Afrika’nın bin bir ülkesinde kazandığı deneyimlerle bu konuda korkulacak derecede başarılıdırlar. Bu nedenle yargı bağımsızlığı denen şey sanılanın aksine emperyalizmden bağımsız, onun işbirlikçilerinin saldırılarına karşı bağımsız… anlamında kullanılmalıdır. Yoksa havada bir ‘yargı bağımsızlığı’ ilkesi uğruna, kimse, örneğin 100 milyona dayanmış yurttaşlarımızın geleceğini tehlikeye atma lüksüne sahip değildir. Şu bilinmelidir ki ‘Demokrasi ve hukuk devleti’ne örnek olarak gösterilen Batılı ülkelerin hukuk sistemlerinde, klasik tarzdaki sömürgecilik bile doğrudan bir insanlık suçu olarak kabul edilmemiştir. Ancak sömürgecilik sürecinde yapılan birçok uygulama insanlık suçu kapsamına kerhen alınmış, bununla göz boyamaya çalışmaktadır. Yargı bağımsızlığı gerçek anlamıyla siyasal erk karşısında bağımsızlık demektir. Siyasal erkin emperyalizmle her türlü çıkar ilişkisi ya da kendi partisini koruyup kollayan devleti hortumlama ya da ideolojik olarak ele geçirme çabaları karşısında hem (yasama) TBMM, hem (yargı) Cumhuriyet mahkemelerinin “Türk Milleti adına” TC Anayasası ve yasalar doğrultusunda bağımsız hareket etmesi demektir. Bu bağımsızlık emperyalizmin istek ve oyunları karşısında Türk Milletini korumak demektir. (Çoğumuz emperyalizmi yanlış/eksik biçimde yalnızca ekonomik sömürü olarak algılarız. Oysa emperyalizm demek, yutmak, hortumlamak hatta bölmek istedikleri hedef ülkelerde, utanmazca, gizli açık her türlü insanlık dışı hukuk dışı bin bir entrikayla uyguladıkları acımasız eylemler, yalan dolan, gizli hatta açık işgal faaliyetleri demektir.) Türkiye’de yargı bağımsızlığının ayaklar altına alındığı, farkında olmadan emperyalizmin isteklerini yerine getirdiği dönemler çok olmuştur. Darbe dönemi yargılamaları buna en iyi örnektir. 27 Mayıs 1960 darbesi bunlardan en acımasızıdır: Bir başbakan ve iki bakanını asan ülke olmak Afrika kabilesi olmakla eş anlamlıdır. Aksi halde Kıbrıs’ı, bakanlığı döneminde yıllarca oya gibi işleyip Türkiye’nin garantörlüğü altına almayı başarmış bir Dışişleri Bakanımızı asarak öldürmek, aklı başında “bağımsız” bir Türk yargısının işi değildir! 12 Mart yargısı nitekim “Kahrolsun emperyalizm” demekten başka suçu olmayan üç fidana acımamıştır. 12 Eylül mahkemelerinde yargılanan bense, savunma yaparken sus diye bana kalem fırlatan apoletli üyelerine karşın sivil mahkeme başkanının adaletli davranışları ve kararıyla bugün belki de yaşıyorum. (12 Eylül’de emperyalizmin utanmazlığı karşısında bu gözlerle gördüğüm bir olay küçük bir fikir verebilir: 12 Eylül işkencehanelerinde birlikte bulunduğum bir “devrimci” arkadaşım 2015 yılında Çankaya Belediyesi Kültür Merkezi’ndeki bir panelde 12 Eylül işkenceleri hakkında konuşuyordu. İzlemeye gittiğimde yanındaki ABD vatandaşı insan hakları savunucusu hanımın ondan daha keskin olduğuna şahit oldum. Heyhat bu hanım, 1981-1989 yıllarında ve Türkiye’de en uzun süre ABD büyükelçisi olarak görev yapmış Robert Strausz-Hupé’nin kurucusu olduğu ABD merkezli bir “insan hakları” kuruluşu temsilcisiydi! Emperyalizm öyle ahlaksızdır ki darbe yapılmasını sağlamak için gençleri birbirine kırdırmak dahil önce ülke içinde siyasal gerilimi tırmandırır, sonunda tüm ahalinin meşruiyetini kabul edeceği darbe yaptırır, darbeden sonra da bu kez insan hakları savunucusu kesilerek "ihlal" suçlamasıyla iktidara getirdiği darbecileri sıkıştırıp taviz üstüne taviz alır! Bu nedenle o gün bugün her siyasal gerilim ikliminde peşinden ne felaket gelecek diye korkarım.) İşte “bizim gibi” ülkelerin yargı sistemi, böyle çeşitlilikte zengin(!) mücadele/ler ortasında bir yargıdır. Buna bin yıllık bir imparatorluk dahil devlet geleneği hukuku kültürünü de ekleyince ortaya anlaşılması epey çetin, işleyişi karmaşık bir bütün çıkar. Zekeriya Sevimli Bu nedenle bu yapı içinde yaşananların, eksiklerin, fazlaların, iyilerin, kötülerin bu süreçleri yaşamış bilinçli yargıç ve savcılarımız tarafından dile getirilmesi büyük önemdedir. Yazma eylemi ve yazar kavramı ilkin gezip görülen yerler, yaşanılan olaylar üzerine kayıt tutmakla başlamıştı. Bu daha sonra gelişerek seyahatname, anı gibi değişik edebiyat türlerinin içine girmiştir. Hep yabancıların anılarını gezip gördüklerini yaşadıklarını yazmalarını kıskanır, bizde bu tür tanıklıkların niçin olmadığı konusunda büyük üzüntü duyardım. Şükür Cumhuriyetle birlikte bu alan da yeşermeye başladı. Edebiyat alanında bu türlerde Ahmet Rasim’den başlayarak epey yol aldık. Kurtuluş Savaşı’na katılmış son Osmanlı subay ve aydınlarının anıları gerçekten mücevher niyetinedir. Ancak yargı alanı bazı savcıların kişisel kovboyluklarını, bazı avukatların ideolojik hesaplarını merkeze koyarak yazdıkları kitaplar dışında bildiğim kadarıyla toplumun dikkatini çekecek 'literatür' ortaya koyamadı. Birkaç ay önce emekli Cumhuriyet savcısı Zekeriye Sevimli’nin “Adaletin bu mu Dünya? -Adalet dünyasından öykü ve portreler)” kitabı Karina Yayınevi tarafından (Temmuz 2022 1. Basım) yayınlandı. Kitapta Zekeriya Sevimli’nin, hem bir Cumhuriyet savcısına yakışır sağlam bir bilinçle hem gerçek bir demokrat tavrıyla hem güzel, anlaşılır ve akıcı bir Türkçeyle yazdığı “Başlarken” ve “Bitirirken” bölümü dahil tam 100 anısını okuyorsunuz. (Sitemizde kitaptan bir yazıyı okumak için...) Yazar, doğumunda yaşanan (bir yılbaşı gecesi!) garipliklerden başlayarak ilkokul, ortaokul, lise, fakülte, ilk tayin olduğu yer ve emekli edildiği son görev yeri dahil birbirinden ilginç anıları, olay örgüsü içinde bir oylumlu roman bölümleriymiş gibi unutulmaz olayları ve değişik karakterde kahramanları anlatıyor. Bir deneme tadıyla yapılan keskin olmayan ama yerine cuk oturan değerlendirmeler okuru ahlaki bir hizalamaya sokarken, ölçüsündeki demokratlık okuru kendi değerlendirmesiyle özgür bırakıyor. Kapalı kutunun, zengin bir bütün olarak olaylarının bilinmezliği, diğer başlığa geçmek için okuru sabırsızlandırıyor. Anılarda sağlam bellek önemlidir. İnsan yaşlanınca belleği, ancak köşeli, sivri yaşanmışlıkları, anları deposunda sağlam tutabiliyor. Bu depoyu oldukça zengin biçimde koruduğu anlaşılan Zekeriya Sevimli adalet dünyamızın içinde bulunduğu olumlu olumsuz durumları küçük anekdotlarla müthiş bir derinlikte anlatıyor. Elbette ki Adaletin bu mu Dünya kitabının baş karakteri Cumhuriyet Savcılığından emekli olan yazarın kendisi. Samsun’un Bafra ilçesine bağlı bir köyde çiftçi bir yoksul ailede doğan Sevimli, çocuk yaşta babasını kaybedip yetim kalıyor. Yetmedi kötü eğitim koşulları altında zatürre geçirip ölümden tesadüfen kurtuluyor. Ancak Karadeniz bölgesinin halkının yoksulluktan kurtulmada tek çare gördüğü okuma isteğini -Coğrafya öğretmeni dahil!- hiçbir kötü talih engelleyemiyor. “Okursa okur okumazsa bana çoban lazım”ın yarattığı dürtü kolay olmasa gerekir! Kahramanımız Zekeriya Sevimli Ankara Hukuk Fakültesi’nden mezun olunca da 6 ay Bafra’da avukatlık stajından sonra Cumhuriyet Savcısı olarak Isparta’nın Atabey ilçesine savcı yardımcısı olarak atanarak göreve başlıyor. 12 Eylül darbesi dahil FETÖ darbesine kadar birçok darbe yaşayan Zekeriya Sevimli, “yargı bağımsızlığı” kavramının siyasilerce kuru bir kavramdan öteye gitmediğini değişik ve inanılmaz olaylarla anlatıyor. Güneydoğu dahil yurdun bir çok yerini gezip binbir çeşit olayla karşılaşan Sevimli’nin anılar kitabı, Türk hukuk tarihine kazanılmış bir zenginlik olmanın yanında Türk edebiyatına da anı türünde kazandırılmış önemli bir yapıt niteliğindedir. “Mikro Paşa”, “Yok mu bana baskı yapan?(!)”, “Baş komiserin makam şoförü”, “Cübbe”, “Onursal üye odası / Dikine gömülesiler”, “Başkanım çorba soğudu”, “Bakanlık’tan yol göründü”, “İnterpol marşı”, “Teröre askeri çözüm”, “Reformcu başsavcı” gibi Muzaffer İzgü, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin'in gülmece kitaplarındaki başlıkları aratmayan 100 bölüm, her ne kadar güleriz ağlanacak halimize başlıkları taşıyorsa da Melih Cevdet Anday’ın Akan Zaman Duran Zaman’ındaki edebiyat anılarının yetkinliğini aratmıyor. Bir polis çevirme noktasında bile savcılık kimliğini değil nüfus kimliğini uzatma olgunluğunda çok hassas dönemlerde çok hassas bir mesleğin gereklerini tertemiz, alnının akıyla yerine getirmiş bu yürekli savcının her anlattığı, beni canevimden yakaladı. Ancak Isparta'da 12 Eylül döneminde, Süleyman Demirel'in doğduğu köyün bağlı olduğu ilçede görev yaparken bir takım gizli görevlilerin gelip Demirel hakkında güvenlik soruşturması biçiminde soruşturma yapmalarına tanık olması gerçekten beni de şaşırttı etkiledi, emperyalizm denen olgu karşısında buz gibi etti. Demek ki tam bağımsız olmayan bir devletin adli unsurları, nasıl birbirinden değerli gül gibi gençlerinin sokaklarda kırdırılmasını yıllarca seyretmişse kendisini yıllarca yöneten başbakanına da bunu reva görebiliyor. Askerlik yapanlar burada yaşadıklarını dışarda anlatmak suçtur telkiniyle terhis edilir. Adalet dünyasının içinde böyle bir kural var mı bilmiyorum ama Zekeriya Sevimli, Adaletin bu mu Dünya “anı/deneme” kitabında yaşadıklarıyla hem öğretiyor hem düşündürüyor. Böyle bir kitabı dağıtım/tanıtım ağı çok geniş "büyük" yayınevlerinin peşine düşüp yayınlamaması edebiyat yayıncılığımızın işgal altında, bağımsız olmayan bir yayıncılık olduğunu maalesef bir kez daha gösteriyor. Ahmet YıldızYARGI İÇİNDEN BİR CESUR SES
ADALETİN BU MU DÜNYA KİTABI
Gerçekedebiyat.com