Soldaki ulusalcılık karşıtı takıntılar - 2
Bazıları “sona erdi” hayalleri kursa da, sistemin çok önemsiz önlemler dışında, ulusal kültür ve kimlikleri tasfiyeyi amaçlayan küreselleşme ve onun postmodern kültürü bütün yıkıcılığıyla etkisini sürdürüyor.
Sovyet blokunun dağılması, özellikle ulusal
devletleri ve kimlikleri hedefe koyan neoliberal küreselleşme
projesi ile birlikte, dünya stratejik dengelerinde, “sağ-sol”
saflaşmalarında ve sağ ve solun içeriklerinde çok önemli
değişikliklere neden oldu.
“Soğuk Savaş”ın en yoğun yaşandığı ve ABD
merkezli psikolojik savaş yöntemlerinin en yıkıcı sonuçlarına
tanık olduğumuz ülkemizde, özellikle Kemalizmin tek bir programda
birleştirdiği aydınlanmacı Milliyetçilik ve Halkçılık
ilkelerinin birbirinden kopartılıp düşman kamplara bölünmüştü.
Böylece Kemalizm sentezinde, emperyalizme karşı birbirini
zorunlu kılan ve tamamlayan milliyetçilik de laik-halkçılık da
kukla oynatıcısı ABD'nin elinde birbirine düşman gerici/sağ ve
ilerici/“sol” toplumsal figürlere dönüştürüldü. Bölünme ve karşıt kampların oluşması, milliyetçiliğin
de laik-halkçılığın da tam bağımsızlık ilkesinden uzaklaşıp
Batı'nın güdümünde yozlaştığı ve Altı Ok bütünlüğündeki
devrimci niteliklerini yitirdiği bir süreçti.
80 yıldır yaşanan yapay saflaşma ve kayıkçı dövüşünün
temelinde bu gerçeklik yatıyordu. Günümüzde ise, Doğu Bloku'nun dağılması ve küreselleşme
programının uygulamaya konmasıyla gerçekleşen önemli stratejik
ve siyasal değişiklikleri yorumlama zahmetine katlanmadan belli bir
“sol” kesim kolaycı bir tembellikle hâlâ geçmişin, “soğuk
savaş” döneminin anlayış ve kalıplarıyla düşünmeyi ve
ahkam kesmeyi tercih ediyor.
En başta da milliyetçiliğe bakış konusunda. Bu anlayış,
küreselci emperyalist tezgahın farkında veya değil, “fareli
köyün kavalcısı”nın büyülü melodisinin peşine
takılmakta ve sözde “demokrat”, “ilerici”, “yenilik”çi,
“özgürlük”çü palavraların verdiği keyifle bu büyük
oyunun figüranı olmayı içine sindirebilmektedir.
Örneğin, küresel karşıdevrimden önce, Sovyet Bloku, örgütlü
ve etkili işçi hareketi ve güçlü komünist partilerin etkisiyle
2. Enternasyonalci Avrupa sosyalist ve sosyal demokrat partileri,
gerek piyasacı kapitalizme, gerekse ABD'ye karşı belli bir tavır
alabiliyorlardı. 90'lardan sonra ve günümüzde ise, aynı
partiler, yeşiller vb tam bir ABD yandaşı oldular ve
sağcılaştılar. Ülkemiz açısından sözkonusu köklü değişikliğin ya da
stratejik kırılmanın en önemli sonucu ise, Sovyet Blokunu İslami
“yeşil kuşak”la kuşatmayı amaçlayan, milliyetçiliği İslami
gericiliğe monte eden ve bütün o “komünizmle mücadele
dernekleri”nin kurulmasının kaynağı olan ABD merkezli projenin
işlevini yitirmesidir. Böylece milliyetçilik ve halkçılık
bölünmesinin, ya da toplumu, sınıfsal bir temeli olmayan “gerici”
milliyetçiler ve “ilerici” laik-halkçılar olarak yapay bir
biçimde kamplaştırmanın “soğuk savaş” dönemine özgü
siyasal gerekçesi ortadan kalkmıştır. Bu siyasal gerekçe,
bilindiği gibi ABD/NATO merkezli üretilen ve ABD'nin o günkü
stratejik çıkarına hizmet eden “komünizm tehlikesi” ve
“Sovyet müdahalesi” yalanı ile bir NATO ülkesi olan
“Türkiye'nin bütünlüğünü korumak”tı.
Çok sistemli ve etkili sürdürülen bu CIA yalanına bağlı,
Türkiye'nin ulusal bütünlüğü ve egemenliği konusunda duyarlı
geniş bir kesim ABD güdümlü sahte, gerici milliyetçiliğin etki
alanına girdi. İşte soldaki en büyük yanılgı ve önyargının
kaynağı, bu stratejik değişikliğin MHP saflarında yarattığı
ciddi ayrışma ve kırılmaları, ona bağlı oluşan ve geniş bir
yelpazede siyaset sahnesine çıkan, Atatürk milliyetçiliğini
farklı nüanslarda da olsa -sahte değil- samimi olarak benimseyen
yeni siyasal oluşumları yeterince görememek ve kavrayamamaktır.
Bunun da temel nedeni, Türk devriminin 100 yıllık deneyiminin
tarihsel ve derin perspektifinden bakamamaktır. Kısacası, Sovyetlerin dağılması sonucu böyle bir dış
tehlikenin ortadan kalkması ve arkasından Büyük Ortadoğu
Projesi'nin ve FETÖ yapılanmasının gündeme gelmesiyle, ABD
güdümlü bir kesim dışında, ülkücü samimi milliyetçiler,
hızla uyanmaya, en son Ergenekon tertibiyle Veli Küçük ve
Hablemitoğlu üzerinde oynanan ve geçmişteki CIA güdümlü
tertipleri kavramaya ve antiemperyalist devrimci Atatürk
milliyetçiliğini daha derinden keşfetmeye başladılar. 90'lardan
sonra başlayan bu süreç, ancak 2000'lerde tam olarak bilince
çıktı.
Ama bu yeni dönemde asıl büyük bilinç sıçraması, ABD'nin,
Büyük Ortadoğu Projesi ile PKK bölücülüğünü açıkça
destekler hale gelmesi sonucu gerçekleşti. 2000'lerden sonraki bu
süreç, ne tesadüftür ki, 1910'larda başlayan Genç Kalemler,
Türk Ocağı, Türk Yurdu çevresinde oluşan, Halkçılık ve
Türkçülüğü tek bir potada sentezleyen ve Türk Devriminin
programatik temellerini atan sürecin yüz yıl sonra tekrarıdır. Bütün bu nedenlerle, emperyalizm ve iç gericiliğin yüz yıl
sonra bize dayattığı katı gerçeklik ve görevler de bir o kadar
entelektüel ve siyasal fantezilere izin vermeyecek derecede katı,
net ve tartışmasızdır. Bu perspektif ışığında, bir kısım
ülkücü-MHP kökenli vatanseverin bağıra bağıra, anlamını
vererek Atatürk milliyetçiliğini, yani tam bağımsızlığı
savunması, üstelik çoğunun, Doğan Avcıoğlu'nun 50 yıl önce
formüle ettiği milliyetçi / ulusalcı ya da vatansever bir
sosyalizme evet diyen bir noktaya gelmesi, kim ne dese desin, Türk
Devrimi dinamikleri açısından çok anlamlı ve önemlidir.
Sözkonusu olgulara karşın, Zafer Partisi, Vatansever
Cumhuriyetçiler Partisi ve kısman İyi Parti gibi siyasal oluşumlar
etrafında kümelenen bu dinamik ve entelektüel düzeyi yüksek
potansiyelin “faşist”, “ırkçı”, “şöven”
tanımlarıyla yaftalanması, bir kere son 30 yıllık Türkiye
gerçekliğini hiç anlamamak demektir. Üstelik, yüz yıllık
tarihimiz içinde sağa-sola eğilip bükülerek ama özünü
yitirmeyen Türk vatanseverliğini ve milliyetçiliğini yeterince
bilmemek demektir.
Ayrıca Türklerin tarihini, kültürel kimliğini ve karakterini
biraz bilenler, ırkçılığa, başka kavim ve ulusları dışlayıcı
ve aşağılayıcı tutumlara en uzak kavim ve ulus olduğunu da
bilir. Benzer özellikler, Çinliler, Hintliler, Ruslar ve Farslar
gibi büyük Asya ulusları için de geçerlidir. Bunun kökeninde
ise, tıpkı Ruslar, Farslar ve Çinliler gibi, Türklerin, üstelik
onlardan çok daha fazla, 1500-2000 yıllık büyük imparatorluklar
kurma, yönetme ve bunun temel bir ögesi olarak halkların birlikte
yaşama kültürünü en çok benimseme geleneğine sahip olması
vardır. Üçüncüsü, antiemperyalizm neden aynı zamanda anti
kapitalizmdir ve sınıfsaldır? Antiemperyalizm ile Amerikan
karşıtlığı ya da anti Amerikan tepki aynı şey mi? Dünya
çapında emperyalist sömürü ve hegemonyayı uygulama gücüne
sahip ABD ile, emperyalist sistemin bir parçası olsa da, onun
vasalı durumundaki Avrupa devletleri arasında bir fark yok mu?
1945'lerden önce Alman faşizmine karşı demokrasi cephesine benzer
bir şekilde, 1945'lerden sonra da Alman faşizminin yerini alan
ABD'ye karşı tavırda somutlaşan bu farklılığın Asya'da
yükselen ve sosyalizme yönelen kamucu, paylaşmacı dinamiklere
hizmet eden rolünü görmemek mümkün mü?
Sınıflı bir toplumda siyaset bir güçler savaşı ve buna
dayanarak egemenlik ve iktidar olma mücadelesiyse, devrimcilerin
egemen emperyalist güce karşı diğerlerinin çelişkisinden
yararlanma taktiği, siyaset biliminin gereğidir ve başarıya giden
yolda zorunludur. Bunun en öğretici örneklerini Sovyet Devrimi ve
lideri Lenin'den, daha da önemlisi Mustafa Kemal'den çok rahat
öğrenebiliyoruz. Bilindiği gibi, Mustafa Kemal İngiliz
emperyalizmini yalnızlaştırmak için, aralarındaki
anlaşmazlıklardan yararlanarak önce İtalyanlarla, sonra da
Fransızlarla anlaştı ve zaferi öyle garantiledi.
Anti emperyalizm sınıfsaldır, anti kapitalizmdir aynı zamanda
demiştik. Bu nedenle ABD emperyalizmine karşı tavır sınıfsaldır;
ABD'nin, kendi halkının çıkarlarına rağmen, içeride ve dünya
çapında sömürü, yağma ve gerektiğinde terör, darbe, işgal
eylemlerine karar veren “derin devlet”e, tekelci büyük
burjuvaziye karşı mücadeledir. ABD karşıtlığı ya da AB ile
birlikte toptan bir Batı karşıtlığı ise, daha çok İslamcıların
savunduğu, yer yer aydınlanmacı Batı'ya karşı ekonomik-siyasal
işbirliği yapmalarını gizleyen ikiyüzlü bir tavırdır. Bundan
farklı olarak, sınıfsal bir nitelik taşımasa da, özünde anti
emperyalist olan tepkisini ABD ya da Batı düşmanlığı olarak
ifade eden çok geniş bir kitle söz konusu. Siyaset bilincinden ve
onun gereklerine uyma iradesinden yoksun bu samimi vatansever kitle,
ulusalcı tepkilerle başarıya ulaşma şansı çok düşük olsa
da, toplumumuzun baskın nitelikte önemli bir gerçeği olduğunu
biliyoruz.
Lenin'in tanımıyla, emperyalizm kapitalizmin en üst aşamasıdır;
ve emperyalist tekelci burjuvazi çürüyen ve asalaklaşmış bir
sınıftır. Bu bilgiler ışığında, benim “Avrupa'da yükselen
milliyetçilik” olarak tanımladığım düzen partileri içindeki
bir eğilimin ABD hegemonyasına karşı bir tavır içerdiğini
belirtmemi “antiemperyalizm” olarak çarpıtmak doğru değil.
Avrupa'da faşist olmayan bir milliyetçiliği mümkün görmeyen bu
dar ve takıntılı bakış, örnek verdiğim halde, Fransa'nın
ulusal kahramanı De Goulle'un ABD hegemonyasına kafa tutmasının,
ikinci dereceden bir emperyalist ülke burjuvazisinin, emperyalizm
çağında, bazen hegemonyacı büyük emperyaliste sınırlı da
olsa direnebileceğini göstermiyor mu?
1945 sonrasında, emperyalist sistemin bir parçası olsa da,
hegemonya, yayılma, müdahale gücünü yitirmiş bir Avrupa
ülkesinde dış müdahale ve baskıya karşı ulusal bağımsızlığı,
ulusal değer ve kimliği koruma amaçlı bir tavır neden mümkün
olmasın? Bugün Avrupa'da milliyetçilik ikili bir karaktere
sahiptir: Biri, dış müdahale ve baskılara karşı ulusal kimlik
ve değerleri savunma ve vatanseverlik eğilimidir. Diğeri ise,
emperyalist sömürü ve yağmayla sağlanan refahın üstünlük ve
ayrıcalıklarını korumaya ve İsrail katliamına destekte
gözlemlenen ırkçı ve yabancı düşmanı gerici milliyetçi
eğilimlerdir.
Ayrıca, faşizmin niteliğini ve günümüzde hem potansiyel
olarak hem de pratikte bunu temsil eden gücün ABD olduğunu, onun
kanıt niteliğindeki bir sürü sabıkasını etraflıca belirttik,
vurguladık. Şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: Neoliberal, neocon
ideoloji ve siyasetlerle sahte demokrasiciliğin arkasına gizlenen
ABD tekelci burjuvazisi, İsrail'in Gazze'de gerçekleştirdiği
soykırımcı katliama açık desteğiyle faşist karakterini ortaya
koymuştur. Sözkonusu faşizm ise, günümüzde onu en iyi temsil
eden bu niteliğini daha önceki bir yazımda “Liberal Faşizm”
olarak tanımlamıştım; kuşkusuz tartışılabilir. Biraz ters,
aykırı bir ifade gibi görünecek, ama her şeyin
sahteleştirildiği, bir çok kavramın tamamen karşıt amaçlar
için kullanıldığı günümüzde, öncelikle ve döne döne,
görünüşe, biçime değil, içeriğe ve öze bakmak gerekiyor. Avrupa'daki ulusal kimliğe ve değerlere sahip çıkan milliyetçi
sağ partileri -ırkçı, faşizan eğilimler taşıyan değil-
“faşist” olarak tanımlayabilmek için en belirgin kanıt,
ABD'nin faşizan siyasetlerini savunmaları olmalıdır. Oysa onlar,
Ukrayna dahil bir çok konuda ABD siyasetleriyle uyumsuz ya da
çatışan tavırlar içindeler. Üstelik ABD ile daha sıkı ilişki
içinde olanlar, sistemin geleneksel Makron gibi liberal muhafazakar
sağ partileri yanında, liberalleşen sosyal demokrat ve sosyalist
“sol” partiler ve yeşillerdir. (Devam edecek) Mehmet UlusoyMİLLİYETÇİLİK ve İSLAM
ÜLKÜCÜLER ve TAM BAĞIMSIZLIK
SINIFLI TOPLUM
Gercekedebiyat.com