Raskolnikof Batıcı aydının hastalıklı halidir
Zihin tembeli sıradan okuyucunun şu yakınmalı bahanesini sık sık duyarız: “Bu iş güç yoğunluğu, koşturmaca, bin bir dert içinde 500, 600 sayfalık kitabı kim okuyacak, vaktimiz mi var ki?..” Daha yan çizmeli, kaçamak bir gerekçe de şu: “Aslında cepten de bir çok bilgiye, makaleye, hatta kitaba ulaşılabiliyor...” Bir kitabı okuyup gerçek içeriğini ve özünü anlayabilmek için başlangıçta belli bir irade ve sabrı, daha okurken düşünmeyi, çağrışımları, geri dönüp tekrar bakmaları gerektiren “sıkıntılı” bir çabayı tercih etmekten genellikle kaçınılır. Bunun yerine, daha çok sosyal medyada entelektüel bilgiçlik gösterisi olarak, bir eserin gerçek anlamından kopartılmış sığ ve çerezlik bilgilerle ya da hap niteliğindeki işporta ürünlerle yetinilir. Ve yazarın gerçek düşünce ve iletisini çarpıtan, tırpanlayan, suyunun suyu yorumlara dayanan 2 saatlik filmlere, kitap özetlerine sığınılır. Oysa ülkemizin derin bir kültür ve kimlik krizi yaşadığı, gençliğin gelecek umutlarında kaygı verici bir kararma ve sönme eğilimi görüldüğü günümüzde, en çok sabra, cesarete, derin anlayış ve kavrayışa, sanat ve edebiyat sevgisine, en önemlisi de merkezinde bir kor gibi yanan ve ışıyan gerçek aşkına ihtiyaç vardır. Yoksa, bir iki kitap okuyup birkaç film izleyerek veya dostlar alışverişte görsün misali sosyal medyadan klasiklerle ilgili derme çatma bilgi kırıntısıyla entellik ve bilgiçlik gösterinin dönem çoktan biti. Bu yaklaşıma çoğu genç bazı arkadaşlardan, “bizce de bunlar eskimiş, bayatlamış, hatta kaba yöntemlerdir; biz daha farklı, daha yeni ve incelikli bir dil, söylem ve espri biçimleri kullanıyoruz” gibisinden itirazlar gelebilir. Ben de anlatmak istediklerimin özüyle ilgili şu soruyu soruyorum: Değişim, yenilenme, yatay ve niceliksel bir artış mıdır, yoksa dikey, niteliksel, yani yükselmeyi (derinleşmeyi), yetkinleşmeyi ifade eden bir artış mıdır? Daha önemlisi bunlar, bize ait, bizim kültürel özgünlüklerimizle bağlantılı yenilik ve değişiklikler midir, yoksa dışardan aşırma şeyler midir? Bilginin yatay, niteliksiz ve yüzeysel artışının ve bunun yaygın olarak baskın “gerçek” (!) bilgi olarak benimsenmesinin adeta “altın çağını” yaşamaktayız. Bunun herhalde en iyi imgesel ya da simgesel tarifini de yine günümüzün en zengin edebi literatürünü oluşturan söz ve imge oyunları sektöründe buluyoruz. Evet, günümüzün temel üretim ve yaratım sürecinden, emekten, sanayiden, bilimden kopuk bu “bilgi üretim” biçimine “köpük bilgi üretimi” ya da “şişirme bilgi üretimi” sistemi diyebiliriz. İşte günümüzde sosyal medyaya egemen ana bilgi ve düşünce üretim teorileri bu köpük ve şişirme bilgi sistemine dayanmaktadır. Ve günümüzün “Tüketim Kültürü”nde popülerleşen, bilmeden bilgiçlik taslayan ve böylece yüksek itibar kazanan yarım aydını, sığ, şişirme, köpük bilgilerden entel şatolar yapıyor. Geçmişte bu sorun, bütün yetersizliğine karşın, yine de derin bilgi kaynağı olarak kitaba, klasiklere, bilime karşı, kimisi görünüşte de olsa, bir merakı ve öğrenme arzusunu, öğretene-öğrenene ve bilene saygıyı ifade ediyordu. Günümüzde ise, Türk aydınının toplumcu ideallerinin temel bir ögesini oluşturan bu merak, tutku ve saygı, postmodern ideoloji ve kültürün bayağılaştırıcı ve sıradanlaştırıcı saldırısıyla aşağılanmış, alaya alınmış (parodileştrilmiş) ve yozlaştırılmıştır; adeta bir eğlenceye, maskaralığa, hatta gerçek bilgiyi değil, kendini pazarlamayı esas alan hödüklük gösterisine dönüştürülmüştür. Bilgi kaynaklarının ve eğitimin sınırlı olduğu geçmişte insanlardaki cehalet, yarım bilgi, öğrenme ve okumaya karşı ilkel direnç, isteksizlik ve özellikle bu cehaletin “hacıağa” türü kendini beğenmiş bir görgüsüzlükle komikleşmesi, modernleşme sürecinin getirdiği zorunlulukların bir sonucu olarak trajik bir nitelik taşıyordu. Ancak aynı toplumda bunun -istendiği kadar çağın yenilikleri, teknik, yöntem ve üslupları kullanılsın- ikinci kez yinelenmesi ise, çok iyi bilindiği gibi, tam bir komedidir. Son günlerde büyük klasikleri, deha romanlarını ikinci kez okuyorum. Yeni bitirdiğim Dostoyevski'nin çok bilinen Suç ve Ceza romanı, kafamda birçok yeni çağrışımlara ve insan gerçeğimizi anlama bakımından yeni açılımlara yol açtı. Özellikle de sanat ve edebiyatın toplumsal süreçlerle bağı ve bu süreçlerdeki insan davranışların değişim ve dönüşümlerini anlama açısından. Söz konusu derin ve dinamik bağı, daha önceki “Rus Edebiyatı ve Ekim Devrimi” başlıklı bir yazımda da özel olarak ele almıştım. Birazcık yanılma hakkımı da kullanarak sanıyorum ki, Suç ve Ceza'nın ana teması ya da felsefi özü konusunda, ortalama Türk aydını ve edebiyat severi yeterli boyutta bir kavrayışa ve yoruma sahip değil. Bu konuda sınırlı sayıda edebiyatçı ve eleştirmenin oldukça düzeyli değerlendirmesini kuşkusuz dışta tutuyorum. En yaygın yorumun özeti şudur: Canilik derecesinde bir cinayet işleyen Raskolnikof, daha sonra sevdiği insanların da etkisiyle insani, vicdani duyguları ağır basar; asıl amacı ile insani olmayan eylemi arasında oluşan büyük çelişkinin ve tutarsızlığın derin bir muhasebesine girişir; böylece amaç olarak benimsediği yüksek ideallerine karşın yaptığından pişman olur. Ruhsal gerilim ve iç çatışmalarının, hesaplaşmalarının yarattığı delilik sınırlarında dolaşan bunalımlarla geçen bu süreç sonunda, sığınabileceği ve her şeyini paylaşabileceği sevenlerinin de yardımıyla yargıya teslim olur; umut ve sevgi dolu bir gelecek hayaliyle, çarptırıldığı kürek cezasını doldurmaya çalışan, yabancılaştığı toplumsal ve insani duygularına yeniden kavuşarak sağlıklı bir yurttaşa dönüşür. Romanın öyküsel akışı ve olay örgüsü açısından, üstelik romanı bir kez okumuş ve çoğunlukla olay akışına, gerilimine odaklanmış, bu nedenle geri plandaki daha önemli düşünsel-felsefi boyutu, yani ana temayı/izleği gözden kaçıran ortalama okur için bu açıklama yeterlidir. Ancak söz konusu açıklama ve yorum, Dostoyevski'nin romanda asıl neyi anlatmak istediğini, yani yapıtın özünü, ruhunu ya da temel amacını yeterince yansıtmıyor. Yazarın asıl anlatmak istediği, felsefi, ideolojik derinliği olan çağın büyük bir sorunudur. Romanın hikayesi ve olay örgüsü bu düşünceyi anlatmanın bir aracıdır sadece. Yazarın sorunsalı ise, Rus insanını, Rus aydınını derin iç çelişkilere, bocalamalara, kişilik bölünme ve çatışmalarına iten ve yaygın bir nihilizme ve anarşizme sürükleyen 1860 ve 70'lerin toplumsal ve kültürel gerçekliği ile bağlantılıdır. Sorunun esasını, 19. yüzyılın ikinci yarısında zirveye çıkan ve topluma yabancılaşmış Batıcı Rus aydınının yaşadığı hastalıklı bireycilik ile Rus toplumunun kamucu, paylaşmacı dokusu arasındaki derin ve çok yönlü çatışma oluşturmaktadır. Büyük bir kısmı Batılılaşarak ulusal kültürüne yabancılaşan Rus aydını bunu bütün boyutlarıyla yaşamaktadır. Eski hukuk öğrencisi ve entelektüel düzeyi yüksek, soylu bir kişiliğe ve iradeye sahip, yoksulluk içinde yaşayan Raskolnikof, Rusya'daki derin toplumsal adaletsizliğe karşı, Batı'da felsefi olarak yaygın bir şekilde savunulan olağanüstü, seçkin kişiliklerin, vicdani, duygusal zaaflarından arınarak büyük eylemlerle tarihi ve toplumları değiştirebilecekleri düşüncesinin etkisinde kalır. Modelini Napolyon'da bulduğu bu üst insanların insanlığı sefaletten kurtarmak adına her türlü suçu, cinayeti meşru/ahlaki görerek eylem yapmaları biçiminde bir düşünce ve duyguya kilitlenir. Bu ruh haliyle büyük servet sahibi tefeci bir kadını ve görgü tanığı kardeşini evinde baltayla öldürür. Ama eylemi yaparken ve sonrasında onu bu suça iten teorinin gereklerini taşıyacak güç ve iradeye sahip olmadığını fark eder; yaptığının teorik olarak doğru olduğu inancını uzun süre korusa bile. Bir çok Rus aydınının etki alanına girdiği Anarşizm ve Narodnik terörizmin felsefi arka planında yer alan bu düşünce ve davranışın en yetkin felsefesini ise, “üst insan” teorisiyle o dönemde kendisini “aktif nihilist” olarak tanımlayan Nietzsche yapmaktaydı. Nietzsche “ölümünü” ilan ettiği tanrının yerine, bireyin toplumsal, tarihsel anlamından ve sorumluluklarından kopartılmış “üst insan”ı koyuyor. Doğaldır ki, sadece kendini, kendine karşı sorumlulukları düşünen böyle bir yalnız birey için özverinin, paylaşmanın, kahramanlığın bir değeri yoktur, vicdanın da bir anlamı yoktur, zaten ahlakı da reddetmektedir. Çünkü bu değerlerin kaynağı, bireyin toplumsal bir varlık olması ve topluma karşı sorumluluklarıdır. Teoride ahlakı, ahlakçılığı mahkum ederken, bireysel yaşamında son derece namuslu, vicdanlı, onurlu ve ahlaklı bir tavır sergileyen Nietzsche'ye karşın, bizdeki bu düşüncenin, karikatürleşmiş, yozlaşmış postmodern taklitçileri bırakalım üst insan gibi davranmayı, aksine kendi içine büzülmüş ve suskun!.. Buna karşın, kendini tanrı yerine koyan karikatür Rakolnikoflar başka kılıklarda ortaya çıkıyor. Nietzsche ile tek benzerlikleri, -ki çok önemli- kadın düşmanı olmaları, kadını köle ya da ikinci sınıf olarak görmeleridir. Kim bunlar? “İslamcılık” adına ortaya çıkan, karşılarını en insanlık dışı yöntemlerle katleden El Kaideci, IŞİD'çi, PKK'cı, Hizbullahçı ya da Talibancı katiller. Raskolnikof'un derin vicdanı, insan ve toplum sevgisi yönünde yaşadığı derin muhasebeyi, değişim ve dönüşümü bir IŞİD'çi, Hizbullahçı katil asla yaşayamaz. Çünkü bu değişim, kişinin taşıdığı çağdaş hümanist ve toplumcu değerlerle bağlantılıdır. Onlar ise ne hümanist, ne de halkçı bir ideale sahiptirler. Dostoyevski, Batıcılaştıkça bireycileşen ve Avrupa'nın moda akımlarının etkisi altındaki Rus aydınını simgeleyen Raskolnikov karakteriyle, Rus aydınının açmazlarını ve bu açmazların ancak toplumdaki insani, vicdani duyguları yaşatan dayanışmacı ve paylaşmacı değerler ve kültürle aşılabileceğini belirtiyor. Bu bağlamda, Raskolnikov'un işlediği cinayetin ve bunu neden yaptığının hesabını derin bir iç muhasebe geçirerek veren kahramanımızın sağlıklı bir yurttaş olmasını sağlayan bu insani değerlerin, toplumun en altlarındaki olağanüstü sefalet, yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşayan halkın içinde var olduğunu vurguluyor. Raskolnikof'un kendisiyle ilgili hakikati derinliğiyle kavradığında, bütün insani acıların taşıyıcısı ve simgeleştiği kişi olarak gördüğü, adeta bir melek mertebesine yücelttiği, ayyaş babası, üvey annesi ve kardeşlerinin açlık sınırında yaşayabilmeleri için kendini feda edip fahişeliği seçen Sonya'nın önünde diz çökmesi, bunun en çarpıcı göstergesidir. Rusya ve Türkiye, kültüründe, tepki ve duyarlılıklarında çok güçlü bir Turan damarı taşıyan Ruslar ile Türkler, son iki yüzyıldır bireyi tanrılaştırırcasına kutsayan ve yücelten Batı kültürüne, son yüz yıldır da emperyalist Batı'ya karşı ortak bir yazgıyı ve birbirine koşut nitelikte benzer direnişleri, mücadeleleri paylaşmaktalar. Bu ortak yazgı ve mücadele kuşkusuz rastlantı değildir; hem coğrafya hem de İskit/Saka, Kıpcak ve Moğol/Tatar köklerde ortaklaşan bir kültür olarak derin ve güçlü temellere dayanmaktadır. Bu nedenle, Dostoyevski'nin, romandaki ana mesajını (iletisini) günümüz gerçekliğinde yorumlamaya çalışırsak, çok önemli sonuçlar çıkarırız. Bu iletiyi Ruslar, öncelikle Lenin'in önderlik ettiği Ekim Devrimi ile derinlemesine kavradılar ve hayata uyguladılar. Bugün ise, Putin yönetiminde, Ukrayna üzerinden ABD güdümlü Batı saldırısına karşı İskit-Tatar kökenli Avrasyacı direnişte ısrar ederek bu kararlılığı sürdürüyorlar. Türkiye ise, içimizdeki Osmanlıcı-şeriatçı ortaçağ güçleriyle işbirliği içindeki ABD ve AB merkezli ekonomik, siyasal, kültürel emperyalist saldırıya karşı gerçek ve başarılı bir direniş mevzisi yaratamamanın yakıcı, derin sancıları ve belirsizliği içinde kıvranmaktadır. Türk aydınının, gerici-emperyalist Batı'ya karşı inişli çıkışlı son iki yüzyıllık mücadele deneyimine rağmen, yaşamsal nitelikteki bağımsız ve egemen varoluş gerçeğinin hâlâ yeterince ayırdına varamadığını gözlemliyoruz. Çünkü son kırk yıllık süreçte, Rus, Çin, İran ve Hint uluslarının aksine, bir karşıdevrimle Atatürk'ün bağımsızlıkçı, aydınlanmacı ve devrimci ilkelerinden kopuldu, sınırlı sayıdaki bilinçli ve kararlı yurtsever devrimcinin dışında, Batının ayartma ve tuzaklarına düşüldü, zehirli zokaları yutuldu. 1970'lerdeki, Türkiye'nin Narodnizmi (halkçı-devrimci terörizm) diyebileceğimiz hareketler ve eylemler, aslında hem bireysel hem de örgütlü terörün zirve yaptığı gelişmelerdir. Bütün toplum, aydınlar ve devrimciler bu “anarşi” döneminden aslında önemli dersler çıkardı. Ama bu devrimci enerjinin önemli bir bölümü, emperyalizmin bu topraklardaki oyununu yeterince kavrayamadığı için, 1980'lerden sonra küreselci “özgürlük”, “demokrasi” zokalarını yutmaktan kurtulamadı. Ve sonuç olarak bu birikim devrimci bir başarı olmasa da önemli ve siyasal gelişmelere damgasını vuracak siyasal-örgütsel bir mevzi, bir ağırlık merkezi yaratma açısından da yetersiz kaldı. Dolayısıyla Narodnik (halkçı) terörizmin gerisindeki toplumcu devrimci ideal ve birikim, 90'lardan sonra bir bütün olarak kendini büyük bir siyasal kuvvete dönüştürerek partili-örgütlü bir mücadele karargahı yaratamadı; bu dönemde böyle bir birlik enerjisi ve potansiyeline sahip olup ve büyük bir kuvvet merkezi yaratma olanağını yakalayabilenler de ne yazık ki bu irade, kararlılık ve basireti günümüze taşıyamadı; ve 2015'lerden itibaren dağıldı. Böylece bölünmüşlük büyük ölçüde devam etti ve ediyor. Günümüzde ise, Cumhuriyetçi, Atatürkçü, sosyalist sol açısından, devrimci bir cumhuriyeti yeniden kurmak için mücadele edecek dinamiklere baktığımızda, ayrık otlarının her tarafı sarmakta olduğunu görmekteyiz. Piyasacı, neoliberal bireyciliğin alabildiğine kirlettiği böyle bir toprakta bize özgü çağdaş, devrimci ya da karşıdevrimci yepyeni Raskolnikofların filizlenmekte olduğunu görmek bizi şaşırtmamalıdır. Konumuz açısından, buradaki en önemli etken, küreselci emperyalist projenin, özellikle en etkili ve dönüştürücü araç olarak medya-sosyal medya vasıtasıyla adım adım uyguladığı toplumsal ve örgütlü direnişin etkisizleştirilmesi ve bireysel -o da aktif değil pasif- mücadelenin yüceltilmesi planıdır. Bu, öyle sistemli ve kapsamlı bir plan ve uygulama ki, gerisinde, 1917 ve 1920'lerden günümüze Türk ve Rus halklarının öncülük ettiği devrimlerle, emperyalizmin yediği darbelerin, şamarların intikamcı rövanşı yatar. Artık nerdeyse hiçbir Amerikan ve Avrupa kaynaklı filmde toplumsal bir sorunu ve mücadeleyi işleyen yaklaşım ve tematiğe rastlamayız. Ülkemizde ise durum çok daha vahim ve içler acısı. Bazı tarihsel filmler hariç, -ki onların da da halkın, emekçilerin haksızlığa ve zulme karşı mücadelesiyle çok dolaylı bağı vardır- gerek sinema ve medyada gerekse liberal-postmodern anlayışın egemen olduğu sanat ve edebiyat dünyasında, estetik nitelikte ve toplumsal içerikte bir yapıt üretilmediği gibi, en alttakilerin, yoksul ve açlık sınırındaki kitlelerin sorununu ele alan filmlere de rastlamak mümkün değildir. Tam aksine, ekonomik olarak dışarıda bir sinemaya, tiyatroya gitme olanağı da elinden alınmış izleyici, “tüketici” kitleler, Türkiye'nin toplumsal gerçeklerine tamamen yabancı, gettolaşmış zengin, tuzu kuru semtlerin magazin konusu fantezilerini ısıtıp ısıtıp sunan dizi filmlerine hapsedilmiştir. Yani kitleler, tüketim toplumunun üretimden kopmuş kişilik bunalımlarına odaklanmış sıradan, yapay gerilim algısı yaratan olaylar ve bayağılaşmış aşk ve dedikodu filmleriyle uyutulmaktadır. Ya da giderek yaygınlaşan ve izleyicinin haksızlığa karşı tepkisel enerjisi; gazını alma, içini boşaltma amaçlı üretilen, çoğu mafyatik, süper kahramanlı, bol kavga, şiddet, ölüm içeren, bireysel kahramanlığı ve şiddeti yücelten ve böylece insanların gerçek yaşamla bağını kopartan filimlerle saptırılmakta ve yozlaştırılmaktadır. Böylece haksızlığa ve adaletsizliğe karşı öfke ve tepkiler sistemin kontrolünde bir çöplüğe, bataklığa boşaltılmaktadır. İşte, Dostoyevski dehasının ürünü Raskolnikof örneği, simgesel ve evrensel bir karakter olarak bu noktada anlamlı ve öğretici bir tartışmanın odağına yerleşiyor. Daha 20. yüzyılın başlarında çoktan aşılmaya başlamış olan, yazarın ironik bir üslupla biraz da abartarak dört başı mamur resmettiği bu nihilist, anarşist, terörist eğilimlerin bir karışımı olan tipin, yani süper kahramanın, üst insan karakterinin, günümüzde yeniden canlandırılmasının biricik nedeni, kapitalist-emperyalist sistem için bir tehlike oluşturmaması, aksine örgütlü toplumsal mücadele enerjisini saptıran bir rol oynamasıdır. Olsa olsa kapitalist papazın kucağında oturup onun sakalını yolan yaramaz anarşist züppe ya da soytarı olabilir bu karakter. Kapitalist kültür endüstrisince yüceltilen, sanat ve edebiyatın her alanında değişik biçimlerde “estetize edilip” canlandırılan, kendini tanrı, efendi yerine koyan ve insanlığa yabancılaşmış bu şişirilmiş, köpükleşmiş zibidi, maganda, zombi karakter, son yıllarda ABD'de ilginç örnekleri görüldüğü gibi tetiğe bir basmada onlarca masum insanı katledebiliyor. Aynı karakterin son otuz yılda giderek yaygınlaşarak bizim toplumumuzda da aldığı yeni biçimlerin ise, gerek 19. yüzyıl Anarşist ve Narodniklerinin, gerekse 1960 ve 70'lerde Latin Amerika ve Türkiye gibi ülkelerde ortaya çıkan devrimci maceracı silahlı eylemlerle, en başta idealleri açısından, hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü, bu öncekilerin en azından ideoloji, niyet ve eylemlerinin niteliği (seçilen sratejik hedefin sınıfsal karakteri) açısından sapına kadar toplumcu ve devrimci olduğudur. Özetle toplumsal eşitsizliği, tarihsel, kültürel her türlü adaletsizliği ve haksızlığı ortadan kaldırmaya yöneliktir. Hepsi de emperyalist küresel merkezlerce projelendirilen ve medya aracılığıyla yeni bir kültür, kimlik, “özgürlük” (!) olarak pompalanan ikinci karakter, bütün versiyonlarıyla emperyalizm ve gerici sınıf ve ideolojilerin hizmetindedir. Kılına bile dokundurtmayan, gözünün üstünde kaşın var diyene silah çeken, her çağdaş, insani ve dostça eleştiriyi suçlama ve düşmanlık olarak gören, kendi dışında herkese karşı kurtlaşmış -kendine karşı da kurt- şizofrenik, piskopat, mafyatik ve yobaz nitelikli süper bireycidir. Piyasacı sistemin ideolojisiyle uyumlu bu gerici ve özünde zorba karakter, toplumsal, insani bir idealden tamamen uzak olduğu gibi, egemen sistem tarafından, bireysel, grupsal-ailesel ve dinsel-tarikatsal çıkarları, “geleneksel değerleri” koruma adına beslenir, korunur, yönlendirilir. Hatta egemen sınıfların siyaset gereği açıkça uygulamaktan çekindiği cinayetlerin taşeronluğunu yapmaya kadar varan zorbalık ve şiddetin tetikçileridirler. Raskolnikof'daki soylu, idealist ve dürüst kişilikle en ufak bir ortaklık taşımayan bu karakter, bugün ülkemizdeki baskın terör ve şiddetin uygulayıcısıdır. Bunlar, IŞİD'çi, Hizbullahçı, FETÖ'cü, PKK'cı teröristlerdir; ve giderek toplumun bütün katmanlarında yaygınlaşmış ve bol bol TV dizilerine yansıyan mafyatik çıkar örgütleridir. En ahlaksızı, rezili ve vicdansızı da kadın cinayetlerini gerçekleştiren mağaradan çıkmış, emirleri, istekleri tartışılmaz, eleştrilemez, itiraz edilemez “süper erkek”(!)lerdir. Dahası tam da kendini tanrı yerine koyarak karısını ve çocuklarını katledip kendini de öldürmeye kalkan ve nasıl oluyorsa çoğu ölümden kurtulan, aklı ve yüreğiyle değil başka organlarıyla karar veren zavallı, kişiliksiz, hastalıklı “erkek”(!) tipleridir. Sonuç olarak şu soruya gelip dayanıyoruz: Yüksek karakterli, idealist, soylu, namuslu, korkusuz seçkin kişiliklere, kahramanlara ihtiyaç var mı, yok mu? Yanıtımız kuşkusuz evettir. Yalnız, onları Raskolnikoflardan, hatta daha önemlisi onun yozlaşmış, karikatürleşmiş ve yobazlaşmış gerici versiyonlarından ayırt etme ölçütümüz çok önemlidir. Bunun da biricik göstergesi, bireyci-çıkarcı kişiliklere karşı idealist, ulusalcı ve toplumcu kişiliklerin yüceltilmesidir. Bugün toplumumuzun çıkış arayışı içinde kıvrandığı acı ve yakıcı gerçekliğinde, ulusal ve toplumsal idealleri sahtece sahiplenen ve kullanan ikiyüzlü, ufuksuz, çapsız ve cüce kişilikler karşısında, elbette, sapına kadar idealist, soylu, cesur, bilge kişiliklere, kahramanlara ihtiyaç vardır. Üstelik bu seçkin kahraman ve öncülerin ayırt edici özelliği, bütün bu üstün niteliklerini sadece toplum için, sadece ulusun bağımsızlığı ve emekçi halkın eşitsizlik, adaletsizlik ve namussuzluğa karşı mücadelesi ve kurtuluşu için kullanmalarıdır. Mehmet UlusoyYÜZEYSEL ve NİTELİKSİZ BİLGİ
RASKOLNİKOF GERÇEKTE KİMDİR?
NİETTZSCHE ve GÜNÜMÜZ İNSANI
RUSYA TÜRKİYE ve TURAN
1970’LERDE TÜRKİYE’DE NARODNİZM
KÜRESELCİ MEDYA
TUZU KURU SEMTLERİN MAGAZİNİ
DOSTOYEVSKİ’NİN DEHASI
KARAKTERLİ KORKUSUZ KAHRAMANLARA İHTİYAÇ
Gerçekedebiyat.com