gunes-tecelli-selim-esen-20250928010503069.jpg


31 Ocak 1968 günü Ankara’da başlayan televizyon yayınları siyah beyaz, tek kanaldı. Bütün gün yayın olmazdı. Saat 19’da yayın başlar 24’de İstiklal Marşı ile sonlanırdı.

İzleyici, televizyon kapanınca uykuya çekilirdi.

Televizyon yayınlarında yoğun kesintiler yaşanırdı. Teknik aksaklıklarda, ekrana hemen necefli maşrapa resmi ya da ‘dur’ işareti yapan trafik polisi resmi konurdu. Arızalar kimi zaman saatlerce sürer, gözler ekrandaki o sabit görüntüden ayrılmazdı.

Nasıl bir ülkede yaşıyorduk…

Hayatımızda neler vardı…

O günleri yaşayanlar en çok nelerden etkilenmişti?

Kuşkusuz, televizyon diyeceklerdir.

Evden eve komşuluk o yıllarda gelişmişti. Çocuk komşuya yollanır “Annem beni gönderdi; müsaitseniz size gelmek istiyoruz” denirdi. Sonradan “Telesafir” adı verilecek bu uygulama komşunun evinde televizyon izlemek anlamına gelirdi.

1968 yılının son ayları…

Mithatpaşa Caddesi üzerindeki TRT Genel Müdürlüğü binasının 2. katı… Spor Haberleri ile bitişik olan TV Haberleri odasında Zeki Sözer, Haluk Tuncalı, Özden Vardar ve Selim Esen; haber film arşivinde İnci Süer ile İsmail Ünaldı var. Spor haberlerinde görevli olmasına rağmen Güneş Tecelli de bizim odamızda çalışıyor.

Tam adı Rıza Güneş Tecelli idi. 1938’de Lefkoşe’de doğmuş Ankara’da büyümüştü. TED Ankara Koleji son sınıfında, 1958’de Yeni Gün Gazetesi spor servisine girmişti. Gençler kategorisinde 800 ile 1500’de milli koşucuydu. Erken bırakmıştı atletizmi:

“Muharrem Dalkılıç iyi ki ciddiye almadı, erken bıraktı. Beraber koşarken ensesini seyretmekten bıkardım” demişti.

Dikim Evi’ndeki Harita Genel Müdürlüğü’nde çalışan Çiğdem Tecelli ile evliydi, Maltepe’de kiralık bir evde oturuyordu. Ankara’nın hemen hemen bütün semtlerinde kiracı olmasına karşın yaşamı boyunca ev sahibi olamayacaktı.

1971 yılı olmalı…

Okan Uysaler henüz katılmıştı spor haberlerine. Türkiye paraşütle atlama şampiyonasının arifesinde Güneş, Okan’ı bir köşeye çekip:

“Bak yakışıklı, ikiniz birden atlayacaksınız. Senin elinde mikrofon var. Havada röportaj yapacaksın…” demişti.

Şaşıran Okan, bir süre boş boş baktıktan sonra, “Peki abi, kameraman da bizimle birlikte mi atlayacak?” diye sormuş, odayı derin bir sessizlik kaplamıştı.

Okan ilerleyen yıllarda sinemamızın unutulmaz film yönetmenleri arasında yerini alacaktı. Ne yazık ki 49 yaşında kaybettik Okan’ı (1942-1991).

Yine bir gün bana:

“Kalk” dedi, “Hipodroma gidiyoruz…”

“Ne var?” dedim.

“Sen gel” dedi.

Sesçi, kameraman, Güneş ve ben, Ersan Taksinin şoförü Ragıp Yaparel’le Hipodroma gittik. Şeref tribünün giriş kapısı önünde etrafını beş on kişinin çevrelediği büyükçe bir kamyon duruyordu. Yanında da belden yukarısı çıplak iri kıyım bir adam…

“Kim bu?” dedim, çam yarması adamı göstererek.

“İsmet Iraz” dedi, “Tekvandocu…”

“Eee?..”

“Şu kamyonun altına yatacak, tekerlekler üzerinden geçecek.”

Dediği gibi de oldu…

Adamın üzerinden kamyon geçti, “bana mısın?” demedi. (Selim Esen, Olayların İçinden, Bir TRT Tarihi Denemesi, Kanguru Yayınları, 2.Basım, 2013, s. 103).

Ertesi yıl…

Türkiye 1. Futbol Liginin Ankara’daki ilk karşılaşmasının başlama vuruşunu dansöz Seher Şeniz’e yaptırmıştı. Şeniz dansöz elbisesi, topuklu ayakkabılarıyla vuruşu yapmıştı.

Güneş Tecelli, ilginç fikirler üretirdi.

Hayal dünyası oldukça derin ve zengindi. Matrak öyküler yazardı. Ankara Garı’nın gazete büfesinde satış rekorları kıran ‘Kaynanalar’ adlı kitabı, yolcunun el kitabı gibiydi. İçerisinde, “Burada Olmaz Corc” adlı bir öykü vardı ki, Aziz Nesin’e parmak ısırtırdı… 

 

 

TRT televizyonu 3 Mart 1974 Pazar günü FB-GS futbol karşılaşmasının naklen yayını ile gündüz yayınlarına başladı.

Lokomotif programın adı Tele-Pazar’dı. Televizyonda “yenilik” olarak tanıtılan programı genel müdür İsmail Cem’in radyoların başına getirdiği yıllarını Paris’te Unesco Genel Merkezi’nde Özgür Haber Dolaşımı şefi olarak geçiren Hıfzı Topuz önermişti. Özgün adı Fransız Televizyonu’nun yıllardır yayınladığı “Tele-Dimanch” dı.

Yeni program beraberinde bir tartışmaya yol açtı.

Haber Dairesi, spora ilişkin programların yapım ve yayın yetkisinin kendisine ait olduğunu öne sürerek, programın bir bölümü olan Tele-Spor’ un yapılmasına karşı çıktı. Yapımcı Ankara Televizyonu ise sessiz kaldı. Haber Merkezi karşı çıkışında haklıydı. Haber yayınlarını düzenleyen yönetmelik spor haber ve programlarının hazırlanması ve yayınlanmasından Haber Merkezi’ni sorumlu tutmuştu, ancak 15 Şubat 1974 günü göreve başlayan 16 günlük genel müdür İsmail Cem yönetmeliği tanımamıştı.

Haber Merkezi Güneş Tecelli’nin TV Program Müdürü Tarcan Gönenç tarafından ayartılarak transferini de etik bulmamıştı. Yine de Spor Haberleri önemli bir çalışanını kaybederken Ankara Televizyonu yetenekli ve deneyimli bir yayıncı kazanmıştı.

Güneş’i artık Tele-Pazar’da izleyecektik…

Canlı yayınlanan programda maçlar, skeçler, şarkı-türkü, Pembe Panter, Bay Meraklı gibi çizgi filmler, gürültü patırtı, kısaca her şey vardı. Güneş, Cenk Koray’la birlikte sunuyordu programı.

 5. 6 Ocak 1985, Adil Örs,Oğuz Gündoğdu,Nazif Arda, Bülent Varol, Yılmaz Çoğulu, Ozan Can, Bülent Çarkacı, Uçman Sungur

Değişken bir üslubu vardı Güneş’in…

Kimi zaman düşündürür, kimi zaman meraklandırırdı. Espri üretme uzmanıydı. Programın bölümlerinden olan Tele-Kutu ise Cenk Koray’la özdeşleşmişti. Cenk örneğin, stüdyodaki bir bayan seyirciyi üzerinde numaralar bulunan üst üste yerleştirilmiş bir sürü küçük kutunun bulunduğu dekorun önüne davet eder, bir numara seçmesini isterdi. Bayan seçtiği numarayı söyler, Cenk elindeki listeden o kutunun içinde ne olduğuna bakardı. Sonra pazarlık başlardı. Cenk bayana tuzluk vermek ister, o kabul etmez, tuzluğun yanına çorap ekler, olmadı, tencere tava, yine yetmezse gönlünden elektrikli süpürge kopar, bayana “hangisi?” diye sorardı. Bu hediyeleri alıp gitmek mi ister, yoksa kutusunu açtırmak mı? Yarışmacı bayan inatçıysa Cenk de inatçıydı. Hepsini siler, yeni baştan pazarlığa otururdu. Bu kez bir spor ayakkabıyla başlar, yanına çatal bıçak takımı, silgi kalem ekleyerek sürdürürdü. Kimi bayan yarışmacı Cenk’in hediyelerini kabul etmez, diretir de diretirdi:

“Hayır, onlar sizin olsun, kutumu açın! Kutumu açmak istiyorum! …” (Selim Esen, age, s.249-250)

O yıllarda en çok hafta sonları televizyon izlenirdi.

Güneş, geniş ve kalın kemikli gözlükleriyle, Cenk Koray ise ‘soğuk esprileriyle’ dönem insanlarının zihinlerine kazınmıştı. Tele-Pazar programının ev hanımları tarafından en sıkıcı bulunan bölümü Tele-Spor’du.

Güneş, her zamanki gibi hayatı ciddiye almadığı halini Tele-Pazar’da sürdürüyordu. Gene bir canlı yayında Güneş’le Cenk çıkacak sanatçıları paylaşmışlardı. Sırası gelen sahnenin ortasına geliyor, sanatçıyı tanıtıyordu.

Sıra Güneş’teydi…

Ortaya geldi… Program akışına bakmadığı için sanatçının adını unutmuştu. Stüdyodakiler, ekran başındakiler onu bekliyordu. Ve Güneş anons yaptı:

“Sayın seyirciler şimdi gelecek ‘Sürpriz’ sanatçımızı sizlere Cenk Koray tanıtacak…”

O sırada Cenk, kenarda çayını yudumluyordu... Birden adını duyunca şaşırdı. Güneş topu ona atmıştı ama, Cenk bilmiyordu ki…

Kamera Cenk’e döndü:

Cenk yayında olduğunu kameranın üzerinde yanan kırmızı ışıktan anladı ve durumu kurtardı (!)

“Bu sürpriz sanatçımız size kendisini tanıtacak. Bakın kim geliyor?” dedi.

TV’de 7 Gün muhabirinin; “Sizi hangi özelliklerinizden dolayı Tele-Pazar’ı yapmanız önerildi?” sorusunu şöyle yanıtlamıştı:

“Vallahi ne bileyim. Ben aslında soğuk adamımdır. İnsanları severim ama onlardan uzak yaşamayı daha çok severim. Ara sıra insanlara karışmak bana göre çok daha güzel… Özetle benim yaşam felsefem normal insana göre akıl noksanlığı olarak değerlendirilebilir” (TV’de 7 Gün, 6 Temmuz 1987, s.22) 

Evler kalabalıktı o yıllarda…

Çoğunda dedeler ve ninelerle birlikte oturulurdu. Dönemim anneleri için en zor şey, ‘kaynanayla’ birlikte yaşıyor olmaktı. Bunu fırsat bilen TRT, 1974 yılının mayıs ayında Kaynanalar dizisini yayınlanmaya başladı. Dizide, Anadolu’dan İstanbul’a göç eden Nuri Kantar ve ailesinin büyük şehre uyum çabalarının ‘komedisi’ canlandırılıyordu. Başroldeki Tekin Akmansoy, 1970’lerin televizyon yüzleri içinde unutulmaz simalardan birisiydi.

Kaygısızlar, Görevimiz Tehlike, Charlie'nin Melekleri, Lassie , Heidi (Çizgi film), Şeker kız Candy, Uzay Yolu, Kaçak, Zengin ve Yoksul o günlerin ilgiyle izlenen yabancı dizileriydi.

1972 yılında yayınlanmaya başlayan reklam filmleri de ilgiyle izlenirdi. Yayınlanan ilk reklam filmi Meysu markasının meyve suyu için çekilen reklam filmiydi, ama İzocam reklamı herkesin dilindeydi:

Bir apartman görüntüsü üzerine…

Üst Katta oturan:

“Yak şu kaloriferi kapıcı, donuyoruz.”

Alt Katta oturan:

“Söndür şu kaloriferi pişiyoruz. Üstelik paralar boşa gidiyor. Yöneticimiz uyuyor mu?”

Kapıcı:

“Çatıyı İzocamla kapladık, üst kattakiler ısındı, alt kattakiler pişmiyor. Benim de koşuşmaktan tabanlarım şişmiyor. Sağ olasın İzocam…”

Unutulmayan bir başka reklam da Eti bisküvileriydi:

“Bir bilmecem var çocuklar.

Haydi sor, sor…

Çayda kahvaltıda yenir.

Acaba nedir, nedir?

Bisküvi denince akla…

Tamam, şimdi buldum!

Her an onun adı gelir

Eti Eti Etii…”

Güneş Tecelli unutkandı…

Çarli adını verdiği 40-50 kilo ağırlığında erkek bir kangal köpeği vardı. Evin kapısı çalındığında geleni ilk karşılayan o olurdu.

“Çarli’nin makarnasını yapma işi o gün bana düştü. Tencereyi koydum ocağa, makarnaları da saldım, sonra da sinemaya gittim. Film seyrediyorum, ilk yarıya birkaç dakika var. Adamın biri mutfağa girip ocağı yakıyor ve çaydanlığı üzerine koyuyordu ki, aklıma bizim ocak geldi. Yerimden nasıl fırladım, nasıl eve gittim inanın hatırlamıyorum. Ama pencereden çıkan dumanları görünce ne kadar geç kaldığımı anladım. Ne mi oldu? Çiğdem tencereyi çöpe attı.” (Filiz Özmen, TV’de 7 Gün, 31 Mart 1986, s.29)

Gereğinden fazla mütevazıydı Güneş…

“Tanınmak güzel şey… Ama Aziz Nesin gibi bir insan olsam da beni tanıyıp ‘Aa bak falanca’ deseler daha çok hoşuma gider. Biz ‘Pazar Stüdyosu’nda’ çıkıp iki laf ediyoruz, sözde meşhur oluyoruz. Ama benim yaptığım işte tanınmak o kadar önemli değil” demişti. (Filiz Özmen, agd, s.29)

TRT’nin tek kanallı, siyah-beyaz günlerinin ilk ekran yıldızlarından Güneş Tecelli televizyona çok çıktığından mı seviliyordu? Tabii ki onun da payı vardı ama, asıl nedeni, TRT’nin katı kuralları içinde bile son derece rahat, özgüvenli, sıcak davranabilmesi ve aileden, mahalleden birisi olduğunu hissettirebilmesiydi. 

TRT’nin siyasallaştığı yıllarda, beyaz cama veda etti Güneş. TV’de 7 dergisinin Ankara temsilciliği görevini üstlendi. “Ankara Mektubu” başlığı ile yazı yazmaya başladı.

“Haberler değil, ağlama duvarı” başlıklı yazısında eleştiriyordu yıllarını verdiği kurumu:  

“TV haberleri her geçen gün itibarını yitiriyor.

Radyo da öyle. Al birini, vur ötekine.

Bazı kritik haberlerde, sıkıyönetimin müdahalesi sonucu görevlerini yerine getirmediklerini söylüyor TRT yöneticileri.

Bu yöneticiler, bazı haberlerin verilmesine, günün şartları açısından karşı olabilirler. Fakat düşünüyorum:

‘Ertesi gün bütün gazeteler (hele bazıları abartarak çarpıtarak) aynı olayları vermiyorlar mı?’

‘Veriyorlar’

‘O zaman bırakalım TRT haberleri çarpıtmadan yansıtsın. Ortada bir tahribat söz konusu ise bu elbette fısıltı gazetesinin veya çarpıtılmış birtakım yayınların yapacağından çok daha az olacaktır.’

Acaba mesele sayın komutanlara bu biçimde sunuldu mu?

Sonra bir de anlayamadığım şu: Siyasi liderlerin söz düellosu öylesine tahrik edici laflar seçilip ekranlara yansıtılıyor ki, yüreğim sızlıyor:

‘Bunlar milleti iyice birbiriyle kapıştıracaklar’ diyorum.

Herhalde, ‘Muhterem siyasilerin, seyirciyi en çok zıvanadan çıkartacak laflarını ve jestlerini seçip televizyonda bunları gösterin’ diye TRT’ ciler sıkıyönetim’ den bir emir almamışlardır.

O halde neden ‘Kahvehane külhanbeylerinin tavır ve dillerini ekrana getirmekte direniyorlar? Kim istiyor bunu? Bana söylendiği gibi, TRT haber merkezini yönetenlerden birkaç kişinin ‘Kraldan fazla kralcı olma’ politikasının bir sonucu mu bu?

Yanlış anlaşılmasın, siyasilerin demeçleri verilmesin diye bir iddiam yok. Daha açıklamak için bir örnek: Sayın Başbakan’ın ‘Arkası Yarın’lı basın toplantıları, Demirel’in sözleri karşı görüşlü kişileri tahrik etmeyecek biçimde verilemez miydi? Hatta sorulara verdiği cevaplar bile öylesine montajlanmış ki, şu anda Başbakan gibi düşünmeyen milyonlarca adam sinirinden oturduğu yerde hop hop hoplamıştır.

Şu karışık ortamda böyle bir montaj tekniği uygulamaktaki kasıt nedir acaba?

Ben bunun cevabını bulamadım, bulamıyorum.

TV-radyo yayınlarında AP-CHP dengesini korumağa çalışan Genel Müdür Kasaroğlu acaba bulabilmiş midir ki?” (Güneş Tecelli, “Ankara Mektubu”, TV’de 7Gün, 17 Mart 1980, s.10).

Haber Merkezini buğulu gözlerle terk etmişti Güneş… (7)

1982’de yerini yine TRT ekranlarından tanınan röportaj muhabiri Esen Ünür’e bıraktı. O da “TRT’nin İçinden” başlığı altında TRT üzerine yazı yazmaya başladı. Derginin 27 Eylül 1982 tarihli sayısında “Şu Bizim TRT” başlığı altında Güneş’in bir anısını aktardı:

“…  Bizim Güneş çok heyecanlı bir spor programını yönetirken bir fon müziği için komutunu veriyor: ‘Bandı ver!’ Bekliyor ki ses ekrana yansısın. Ama bir türlü umduğunu bulamıyor, fon müziği duyulmuyor. Tekrarlıyor komutunu: ’Bandı ver’, dedim!  Bu arada şişmanca ve zor yürüyen bayan görevlinin sesini duyuyor omuzun üzerinde: ‘Niye acele ediyorsunuz, Güneş Bey, işte getirdim bandı…’ O gün Güneş’in eli yüzü kıpkırmızı, ‘Kadına bandı ver diyorum, çıkarmış bana getiriyor. Ölür müsün öldürür müsün?’ diye gösterdiği kızgınlık, sonraları yayıncılar arasında anlatılan bir espri haline dönüşmüştür.”

Yıllar su gibi akıp giderken…

Karı-koca emekli ikramiyelerini birleştiriyorlar, çoluk çocuk yaz tatillerini geçirdikleri Marmaris’in Hisarönü Mahallesinin Bördübet Mevkii’nde bir arazi parçası satın alıyorlar. “Camp Amazom” adını verdikleri bir tatil beldesi kuruyorlar. Günlük ağaçlarının çevrelediği, denize bir azmakla ulaşılan şirin bir yer Amazon.

Ahmet Say, Güneş Tecelli ve Selim Esen

1994 yılının Ekim ayı…

Turizm mevsimi çoktan kapanmış, ama ortam Güneş’in hayal dünyasını kurcalıyordu.

“Sayın Cumhurbaşkanım…” dedi (Bana öyle hitap ederdi).

“Yahu, boş oturuyoruz. Baksana şu çam ağaçlarına… Köylü bal üretiyor. Biz neden üretemeyelim?”

Ardından,

1994 yılının Ekim ayında Ankara’da oturduğum daireyi ipotek ettik Hisarönü Köyü, Bördübet Mahallesi 41/Marmaris adresinde benim adıma bir şirket kurduk, bal işine giriştik. “Şampiyon” koyduk balın adını. Etiketini TV Haberlerinin ilk grafisti karikatür sanatçısı Nezih Danyal çizdi. 

Yakın köylerden 5 teneke bal topladık. Amazon’da şişeledik, etiketledik, Güneşin 1976 model Chevrolet Silverado modeli arazi aracıyla Ankara’ya doğru yola çıktık. İlk ve son müşterimiz Ordu Pazarları oldu. Etiketin cazibesine kapılanlar balımızı aldılar.

Güneş sıkılmıştı…

“Yahu, Cumhurbaşkanım, bırakalım bu işi,” dedi. 1995 yılının temmuz ayında şirketi kapattık, ipoteği kaldırdık, günlük yaşamımıza döndük.

Güneş Amazon’da emekliliğin sefasını sürerken…

İkinci evliliğini Hacette Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü’nde öğretim üyesi olan Nazmiye Topçu ile yaptı, mutluydu…

Sabah gazetesinde Hıncal Uluç’un köşesinde ‘Abuzittin’e Mektuplar’ başlığıyla güncel durum hakkında kalem oynatmaya başladı:

“Abuzittinciğim…

Ne kadar asık suratlı insanlar olduk kardeşim…

Yolda otobüste metroda gülen bir yüz, bırak gülmeyi tebessüm eden yok. Herkes somurtuyor. Somurtkanlar ülkesi olduk.

Geçenlerde Rodos’taydım. Rodoslusu, turisti, İngiliz’i İtalyan’ı hep neşeliydiler… Bizimkiler, ben ve eşim dahil orada da somurtuyorduk.

Acaba televizyonlarda bizim politikacıları seyrede seyrede mi bu hale geldik diyorum…

Ekonomi dersen Yunanistan’da da pek parlak değil… KDV’leri yüzde 25… ‘Komünistlere çalışıyoruz’ diyorlar. Bazı Yunanlılara göre Çipras komünist... Politikacıların ağız dalaşından da bıkmışlar... ‘Çocuklarımıza kötü örnek oluyorlar’ düşüncesindeler.

Her neyse…

Gerçekten politikacıların biraz güler yüzlü olmasında fayda var. Her zaman çatık kaş, bağırıp çağırmak, kaba laflar etmek hoş değil… Hele son zamanlarda soru soran gazeteciyi haşlamak da moda oldu. Eskiden de bi takım huzursuzluklar vardı ama bu kadar değildi.

Sana başımdan geçen bi olayı anlatayım:

50’li yıllar. Gazeteciliğe yeni başlamıştım...

Spor muhabiriyim!.. Yazı işleri müdürümüz Öcal Abi... Uluç...  Onlarca yazar, gazeteci, yüzlerce öğrenci hapse girip çıkıyor. Başbakan rahmetli Adnan Menderes... Seçimler yaklaşıyor... Başbakan endişeli ve kızgın. Benim çalıştığım gazete en sert muhalefeti yapan gazete. Yeni Gün... Hükümet kağıdını kesiyor, mürekkebini vermiyor… Gazete o halde gene de çıkıyor. Ama büyüteçle okumak lazım yazılar öylesine silik… Yok satıyoruz… Muhabir kadrosu da nerdeyse tam kadro içerde…

Öcal abi beni çağırdı,

“Başbakan'ın Kırşehir mitingi var. Sen izleyeceksin” dedi.

İyi de ben mesleğe yeni başlamışım, üstelik siyasetten hiç anlamam… Öcal Abi suratımdaki şaşkınlığı görünce “Mecbursun, muhabir yok” diye ekledi.

Kırşehir'e gittim… Kalabalık, alkış, kıyamet... Oradan Mucur’a oradan Hacı Bektaş’a…

Bi soğuk bi tipi… Adnan Menderes o havada insanların karşısında ceket ve ilmiği hafif gevşetilmiş kravatla konuşuyor. Hacı Bektaşlılar çılgınca alkışlıyor. Biz muhabirler birazdan buzdan sütun haline gelmek üzereyiz. Konuşmadan sonra gazetecilerle birlikte yandaki iki katlı hükümet binasına geçildi. Ortada kocaman odun sobası güldür güldür yanıyor. Adnan Menderes, kendisine eşlik eden hükümet erkânı, hatırladığım kadarıyla Samet Ağaoğlu, Emin Kalafat, Sıtkı Yırcalı... Baba gazeteciler Emin Karakuş, Güngör Yerdeş, Atilla Bartınlı, Cüneyt Arcayürek arada ben ve diğerleri sobanın etrafında toparlanmış çaylarımızı yudumluyoruz... Bi ara Menderes’in gözü bana takıldı ve yanıma doğru yürüdü.

“Sen hangi gazetedensin bakım.

“Yeni Gün efendim”

“Seni daha önce hiç görmedim... Çok da gençsin… Nerede ağabeylerin?”

“Efendim onlar hapiste... Bi ben kaldım... Beni gönderdiler.”

Bi an sessizlik oldu sonra bi kahkaha patladı. Kahkahayı patlatan Adnan Menderes idi. Başbakan yanağımdan bi makas aldı, etrafındakilerle sohbete devam etti…

Hey gidi günler hey… Acaba şimdi genç bi gazete muhabiri ile bi bakan arasında böyle bi konuşma geçer mi, dersin, Abuzittinciğim.

Münasip yerlerinden öperim, kardeşim!” (Hıncal Uluç, “Hıncal’ın Yeri”, Sabah, 18 Kasım 2018 Pazar).

Ve… Güneş,

3 Şubat 2020’de 82 yaşında Abuzittin’in yanına gitti. Bu defa eşi Nazmiye ona bir mektup yazdı:

“Sevgili Güneş,

Bu kez çok uzun süreli, uzak mesafeli gittin. Abuzittin’le memleket meselelerini tartışamayacak kadar uzak... Benden, oğullarından habersiz, pasaportunu ve valizini de almadan çekip gitmişsin... Eve girdiğimde hemen salona yöneliyorum. Televizyonun karşısında, müziğin ritmine kendini kaptırmış, çocuksu bir coşkuyla eğlenen, Bruce Springsteen’le ‘Dancing in the Dark’ı söyleyen komik adama kavuşabilmek için. Neşesine beni de davet eden, o sıcak, sevgi dolu bakışlarla yeniden buluşabilmek için.

Bazen de sesleniyorum: “Güneeş, ben geldim!” Belki odaların birinden çıkıp gelirsin, “Günün nasıl geçti, çok yoruldun mu sevgilim?” diye sorarsın...

Ellerinle kurduğun tatil kampımız, Amazon ıssız; teknen Naz yaslı, Cino sessiz...

“Bu ülkede bir Güneş Tecelli vardı, bilmem hatırlar mısınız?” demek geliyor içimden.

Nazmiye, 26.01.2021.”

Işıklar içinde uyu güzel insan…

 

Selim Esen
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler