Dokumacının sesi (Külfet ve Nimet)
Yağmurlu bir Ankara sabahı… Saat 11 civarı. Dışarıdayım ve sağanak halinde gelen yağmurdan korunmak için, kendimi bir anda hemen önümdeki çay salonuna attım. Pencere kenarındaki masalardan birine oturarak, camlara gürültülü sesle çarpan damlaları izlemeye koyuldum. Bu anda bitimsiz bir huzur vardı içimde… Damlalar camları yıkıyor, temizliyor, sonra oradan aşağıya, caddeye doğru küçük bir sel oluşturarak akıp gidiyordu. Dalıp gitmiştim… Ama biraz sonra , “Yağmur, sevincin ve hayatın gözyaşıdır,” diyen bir sesle uyandım. Dikkatle baktım. Hemen yanı başımda, orta yaşın üzerinde bir adam, avuçları içinde sıkı sıkıya tuttuğu bardaktan çayını yudumluyordu. Yüzünde gülümseme, gözlerinde sıcak bir ifade vardı. Uzun yıllardan beri bir tekstil firmasında dokuma ustası olarak çalışıyormuş… Hayatı boyunca hiç ara vermeden, tatillerde, hatta romatizmalarının tuttuğu günlerde bile çalıştığını söyledi. Devamla: -Düzensiz ve kötü koşullarda, sadece karın tokluğuna bir ömür verdim neredeyse, dedi. -Peki kazancın nedir? -Dedim ya, aç kalmayacak kadar… -Sadece aç kalmayacak kadar çalışmak insanı kısa ömürlü yapar… Bu durumda mutlu değilsin. -Evet, diye karşılık verdi hüzünlü bir sesle ve ekledi: Komşumun mutsuzluğumla mutluluk duyduğu bir dünyada yaşıyorum ve bu gerçeği çok geç öğrendim… Ve bu dünyadan bir şey daha öğrendim: Eğer biz, karın tokluğuna çalışanlar olmasaydık, sürekli açlık çeken güç ve servet sahipleri olmazdı.” Dokumacının son iki cümlesi ilgimi çekti. Anlam ve içerik olarak üzerinde düşünülmeye değer buldum ve sordum: -Pekala, söylediğin şu iki önemli başlıktan nasıl bir ders çıkarmalıyım? - Bunlar birer ahlaki sorundur ve hayatımın hikayesi içinde deneyimlediğim kadarıyla insan soyu genel olarak ötekinin mutsuzluğu ve acısı üzerinde mutluluk arıyor. Bu gelişmeye koşut olarak ahlaki normlarımız da haz ve çıkar üzerinden şekilleniyor ve bu özellik o kadar doğal karşılanıyor ki kimse bunun neden böyle olduğunu sorgulamıyor. Bana külfeti, ötekine nimeti derinleştiren, maddi zenginlikleri önceleyen kültürel bir yapıdır bu… Bencilliği yarıştıran, hırsızlığı kutsayan bir uygarlık… Ötekinin memnuniyetsizliğinden memnunluk yaratanın uğrak yeri olmuş bir dünya ve küçük süslü yalanlarla, oyuncu da seyirci de tamamen uydurma geleneklerden gelen, ikiyüzlülük barındıran, kutsal birlik, kutsal hizmet, kutsal uyum gibi aldanma ve yalan roller üzerinden birbirlerini bütünleyerek günü akşam ediyorlar. Dokumacının sözünü kesmek zorunda kaldım. Dedim ki: -Ama bu söylediklerin ahlaki sorun olmaktan öteye, daha çok varoluşumuzun hatası gibi görünüyor. Yani insan doğasının gereği… -Hayır, buna inanmıyorum, dedi. Kötülüğün nedeni, mevcut kültürümüzde yer etmiş iyilik anlayışında yatar. Haksızlığın nedeni, hak bildiğimiz yanlışlardır. Büyük hırsızlıkların nedeni açlık değil, aşırı tıksırmaktır. Adaletsizliğin nedeni, mevcut adalettir. Yasalar, özgürlüğü yontmak için konuluyor. Emeğimi, düşüncelerimi ve özgürlüğümü çalan ve kimi zaman sadece soyut, kimi zaman da sadece “maddi deliller” üzerinden işleyen bir adalete, adalet demek ne kadar doğrudur? Hukuk nedir, nerede? “Adaletin yüzü soğuktur,” derler. Bu tanımlama doğrudur aslında, çünkü gerçekten tarafsız, eşit hak dağıtan sıcak bir adaletle karşılaşamadık. Çünkü bugünün adalet ve adaletsizlik kavramı, içinde belirsiz iyi ve belirsiz kötüyü barındıran bir kuyudur. Kimse derinlerde ne olup bittiğini tam olarak biliyor mu? Aynı şekilde komşunun senin için neler düşündüğünü tam olarak biliyor musun?.. Ben cevap vereyim istersen: Komşun ve iktidarlar için tehlikesin sen. Eğer eşitlik, hak, adalet ve özgürlük mırıldanırsan daha çok tehlikesin ve üstüne üstlük nefret edilensin. Ve dahası komşundan birkaç adım önde veya ondan birkaç basamak daha yetenekli olursan, önce haset duyulan, sonra baskılanansın ve bu böyle devam edip gider. Ve sonra bir gün ayağın tökezleyip düştüğünde, düşüşün iktidar ve komşun için gizli bir sevinç kaynağı olur ya da acına kayıtsız kalınan olursun… Ve bu durum iki kanıtı görmemizi sağlar. Birincisi, komşunun içinde yer edinen adaletsizlik, adalet duygusundan daha güçlüdür. İkincisi, ahlaki değerlerimiz, kültürümüz ve uygarlığımız yanlış temeller üzerinden inşa edilmiştir. Kirli, bencil, hesap kitap içinde rezil bir kültür ve bizler hala nasıl bir dünyada yaşamak istediğimiz bilgisine net olarak sahip değiliz. Ancak yine de birkaç öneri de bulunalım: Dünya harika bir yerdir. Bu harika yeri, akıllı ütopyalarımızla daha da harika yapabiliriz, çünkü insan aklının yüceliğini göz önüne aldığımızda önümüzde uzun bir listeyle karşılaşabiliriz. Daha keşfedilmemiş sayısız ufuk var. Öncelikli iş safradan kurtulmaktır. Öğrenen, safrayı kusan bir ‘halk’, mutlak şekilde kendini iyileştiren bir ‘halk’ olur. Bundan dolayı diyorum ki başkasının ateşinde yanma… Kendi yoluna git, kendi ateşinde yan. “Kendi kafirin ol.” Kendi yenilginden mutluluk duymak, ötekinin zaferinden mutluluk duymaktan daha iyi, daha insanidir… Adaletsizliği ve eşitsizliği öldürecek iyi-kötü her eylem desteklenmelidir. İyiliğin ve kötülüğün ne olduğunu öğren. Sevgiyi büyüt. Yalnız kalmaktan korkma. Yalnızlıkta çok zaman huzur ve bilgelik vardır, kalabalıklarda ise aptallık… İki aptal yan yana gelince dünyaya seyirlik manzara gözüyle bakarlar. Sürüden ne kadar uzak olursak, o derece özgür oluruz. Yalnız yürümeyi öğreneceğiz ve bizler bugünlerde yalnızlıktan değil, kalabalıklardan bunalmış durumdayız. Güvensiz, kirli, yoran, umutlarımızı tüketen kalabalıklar, birinin diğerini yemeğe çalıştığı meclisler… Dikkat et ve gör ki kalabalıklardaki fikirlerin ve düşüncelerin büyük kısmı, birkaç miligram ağırlık bile çekmez. Çoğu boş ve kabuktan ibaret… Böyleyse eğer, ufukların ötesine geçilebilmek için bin yılların hastalıklı mantığından kurtulmak gerekiyor. Haydar Uzunyayla
Gercekedebiyat.com