CHP'nin Yozgat buluşması / Prof. Dr. Onur Bilge Kula
CHP’nin 19. 4. 2025 Yozgat buluşması, birçok bakımdan irdelenmesi ve ders çıkarılması gereken bir protesto eylemi niteliği kazanmıştır. Ben bunu, Anadolu’nun ortasında yer alan Yozgat’ın çoğulculuk, eşitlik, insancılık ve demokrasi birikiminin dışa-vurumu, güncelleştirimi olarak değerlendiriyorum.
CHP’nin 19. 04. 2025 Yozgat
buluşması, birçok bakımdan irdelenmesi ve ders çıkarılması
gereken bir protesto eylemi niteliği kazanmıştır. Ben bu eylemi,
Anadolu’nun ortasında yer alan Yozgat’ın çoğulculuk, eşitlik,
insancılık ve demokrasi birikiminin dışa-vurumu, güncelleştirimi
olarak değerlendiriyorum. Yozgat buluşmasının beni
duygulandırmasının nedenleri arasında, 2016- 2018 arasında
CHP’nin Bilim Kültür Platformu başkanlığı yapmamın yanı
sıra, anne tarafından Yozgatlı olmam ve 1969-1970 yıllarında
Yozgat Lisesi’nde okumamın da payı vardır. Bu yazının, Yozgat
ruhunun güçlenerek sürmesine küçük bir katkı olmasını
diliyorum. Anadolu, tarihin her döneminde
çeşitli halkların, dolayısıyla da kültürlerin buluştuğu,
harmanlandığı ve yepyeni bir kültürel birikimin ortaya çıktığı
bir yaşam alanı olmuştur. Yeni olan her zaman eski olanın içinde
oluşur ve eskiyi aşarak yenilik niteliği kazanır. Anadolu’nun
çok boyutlu kültürel birikimi, toplumsal ilerlemenin ve
uygarlaşmanın önünü açacak yeni toplumsal tasarımlar
geliştirmeye ve yeni seçenekler oluşturmaya çok uygundur. Her
yeni toplumsal tasarım, her yeni düşünsel açılım, her zaman
kültürel birikimin biçimlendirdiği tarihsel seçenekler arasından
yapılan ‘seçim’ ile ilgilidir. Herbert Marcuse’nin
belirlemesiyle, toplumun biçimlendirilmesi ile ilgili yeni
tasarımlar, çıkarları ve eğilimleri farklı toplum kesimlerince
değişik biçimde değerlendirilir; çünkü söz konusu kesimlerin,
var-olan seçenekler arasında yaptıkları "seçim" farklı
olur. Anadolu kültüründe de hem
çoğulculuk, tolerans ve bunların bireşimlenmesiyle belirginleşen
insancılık ya da hümanizm düşüncesini, hem içselleştiren ve
yaşam tarzına dönüştüren düşünürler, yazarlar ve toplumsal
kümeler, hem de bu düşünceleri egemen anlayış ve inançtan
sapma olarak değerlendirenler olmuştur. Her iki kesim de
toplumsal-kültürel koşulları değişik algıladığı ve tarihsel
seçenekler arasında farklı seçimler yaptığı için, aralarında
çekişmeler ve çatışmalar olmuştur. Tarihsel-toplumsal-kültürel
birikime ilişkin eleştirel çözümleme şu gerçeği gösterir:
Her dönemde var olan koşullardan hoşnut olan egemen kesimler, çoğu
kez yeni tasarımları olumsuzlar, hatta engellemeye çalışır.
Egemenler genellikle çıkarlarını ve konumlarını korumak
amacıyla, yeni toplumsal tasarımları istememekle kalmaz, onları
‘bozucu’, ‘sapkın’ ve/veya ‘yıkıcı’ olarak
nitelendirerek, toplum nezdinde değersizleştirmeye uğraşır. Söz
konusu nedenle, toplumsal değişimi isteyen güçler ile istemeyen
güçler, tarihsel seçenekler arasında yaptıkları seçim
nedeniyle, bazen karşıtlaşır, hatta sert savaşımlar yürütür.
Çoğu kez yönetim erkini de elinde
bulunduran egemenlerin değişime karşı direnciyle, yeni toplum
tasarımları yoluyla değişim isteyen ve bunu gerçekleştirmeye
uğraşan yönetilenlerin, siyasal bakımdan güçsüzlerin istemleri
ve yönelimleri uyuşmaz. Söz konusu istemler ve yönelimler
arasındaki uyuşmazlık genellikle barışçıl ve verimli bir
yaklaşımla çözümlenemez. Her ülkenin veya kültürün tarihinde
karşıtlıkların barışçıl yöntemlerle çözülemediğini
gösteren sayısız örnek vardır.
Çoğulculaşma, Şiddetin Ortadan
Kaldırılmasına Katkı Yapabilir Anadolu tarihi göstermektedir ki,
karşıtlıklar ve/veya çelişkiler, barışçıl yol ya da
yöntemlerle çözülemeyince, sorunlar veya zorluklar büyür, bazen
başkaldırıya dönüşür. 2011 başından beri yaşanılan ve
dünya basınında "Arap ilkbaharı" olarak adlandırılan
birçok Arap ülkesinde ortaya çıkan olaylar ve çatışmalar, Irak
ve Suriye’deki iç savaş da bunun bir göstergesi sayılabilir.
Kültürel birikim, geçmişin bir
ürünüdür; ancak içkin olarak güncel kültürel ve toplumsal
durumları ve olayları etkileme işlevini korur. Bu nedenle önemli
olan, tarihten ders çıkararak, şiddet dışı yollarla ve toplumun
yarattığı en küçük bir değere bile zarar vermeksizin, tarihsel
toplumsal değişimin önünü açabilmektir. Burada da sorumluluk,
büyük ölçüde politika kurumuna düşmektedir; çünkü
gerilimlerin ve karşıtlıkların barışçıl çözümü, büyük
ölçüde siyasal alanla, diyesi, politikayı yönlendirenlerin,
toplum tasarımları ve buna ilişkin ‘seçimleriyle’ ilgilidir.
Dolayısıyla, siyasetin barışçıl ve uygarlaştırıcı bir işlev
görebilmesi için, ilkin politik partilerde ve liderlerinde ve daha
sonra da toplumda çoğulluğu tolere etme bilinci başatlaşmalıdır.
Buna koşut olarak, uluslararası yönelimleri göz önünde tutarak,
çoğul kültürel birikimden yararlanılmalıdır.
Tarihin her döneminde yapılan
siyasal seçimler, tarihsel sürecin gidişini büyük ölçüde
belirlemiştir. Bu yüzden, geçmişten yararlanarak, eleştirel
akıl ve çoğulcu demokrasi ilkeleri uyarınca, siyasal doğrultuyu,
daha açık anlatımla, seçenekler arasında yapılan "seçimi",
çoğulculuk, tolerans ve insancılık kapsamında belirlemek akıl
gereğidir. Yeni toplumsal tasarım ve açılımlar, kültürel
birikimden yararlanmakla birlikte, elbette ulaşılan akıl birikimi
ve toplumsal gereksinmeler çerçevesinde yapılan siyasal yeğlemeler
ile biçimlendirilir.
Soruna bu çerçeveden bakıldığında,
Türkiye’nin güncel görünümü şöyle betimlenebilir: Belirgin
bir kültürel çoğulluk birikimi olmasına karşın, aynı ölçüde
tolerans ve insancılık bilinci geliştirilemediği için, toplum ve
siyaset kurumu, yeni tasarım ve açılımlar geliştirmekte
zorlanmaktadır. Bunun bir sonucu veya yansıması olarak Türkiye
siyaseti, çoğulculuk, tolerans ve hümanizm idesini güncel siyasal
sorunların çözümünde verimlileştirmekte zorlanmakta, böylece
de siyasal yelpazeyi oluşturan çeşitli politik yönelimlerin
özyapıları belirginleşememektedir. Aslında buna görünüm
değil, ‘durum’ demek daha tutarlı olur. Düşünsel kökler
bakımından siyasal öz-yapı belirsizliği en açık biçimde
eleştirel akıl, demokratik çoğulculuk, tolerans ve insancılık
düşüncesi ve ülküsünün siyasal alanda verimlileştirilmesi
konusunda gözlenmektedir.
Anılan kültür ve insanlık
değerleri, Türkiye siyaset yelpazesini oluşturan partilerce
değişik ölçülerde benimsenmiştir. Bununla birlikte, bağdaşımcı
ve insancıl bir anlayışın kökleri olan, çoğulculuk, eşitlik
ve tolerans gibi düşünceleri, toplumsal-kültürel yaşamda
etkinleştirme kararlılığının düzeyinde belirgin bir farklılık
gözlenmektedir. Tutucu kesimler, söz konusu değerleri kabul
etmekle birlikte, dinsel ve etnik duyarlılıkları öne çıkarmaları
nedeniyle, bu değerlerin başında gelen tolerans idesinin
uygulanmasını zorlaştırmaktadır.
Sosyal demokrasi ve Türkiye’de bu
politik yönelimin temsilcisi olan CHP, tolerans, çoğulculuk
özgürlük ve temel insan hakları gibi değerleri savunmaktadır.
Ayrıca, Atatürk’ün kurduğu ve geliştirdiği CHP, söz konusu
değerler açısından dünyayı ve çağın gereklerini anlamaya en
yatkın seçmen kitlesine sahip olan partidir. Dünya ölçeğinde
bireysel özgürlüğe, çoğulcu demokrasiye, adalete ve laikliğe
özel bir vurgu yapan sosyal demokrasi, Avrupa kültür tarihinde
öncelikle Aydınlanma birikimi, çoğulculuk, tolerans, ilerleme,
çağdaşlaşma ve toplumsal demokrasi bağlamında değerlendirilir.
Bu çerçevede CHP için de sonal erek, tarihsel süreklilik
içerisinde bireyin her bakımdan özgürleşmesi ve özerkleşmesi
ve toplumsal demokratikleşme olarak belirlenebilir. Sosyal demokrasi
ya da her türden ilerici oluşumlar, bu anlamda siyasal ve toplumsal
açıdan bir özgürleşme ve özerkleşme süreci, devinimi olarak
tanımlanır.
Tarihsel açıdan Anadolu kültür
birikiminde de, Avrupa kültürünün içerdiği çoğulculuğun,
toleransın, toplumsal demokrasinin, ilerlemenin ve Aydınlanmanın
kökleri vardır. Böyle olmasına karşın, Türkiye’de çoğulcu
demokrasi ve tolerans kavramları, felsefi anlamda Avrupa’da olduğu
kadar gelişememiştir. Bu durumun ortaya çıkmasında, tutucu ve
baskıcı güçlerin, özgürleşme ve özerkleşme çabalarına hor
bakmalarının, hatta çoğu kez tarihte yaşandığı gibi, zorla
bastırmalarının payı büyüktür. Bununla birlikte, bireyin temel
hak ve özgürlüklerinin ve çoğulcu demokrasinin yeterince
gelişmemiş olması, salt bu gerekçeye bağlanamaz.
Buradan iki çıkarım yapılabilir:
Birincisi, tekil kişilerin veya bireylerin özgürleşmek
istemeleri, bunun için etken olarak uğraşmaları gerekir. Bu,
özgürleşme savaşımının bireysel boyutudur. Birey, istenç ve
bilinçle özgürleşmek için uğraşmadığı sürece, dış
etkiler yoluyla bireyin özgürleştirilmesi güçtür. İkincisi,
tümel toplumun demokratikleşme ve özgürleşme devinimine uygun
bir yapı kazanmasıdır. Bu ise, özgürlüğü, çoğulculuğu ve
toleransı geliştirmeye elverişli düşünsel ortamı oluşturacak
yasal düzenlemelerin yapılması, hukuk devleti ve yargı
bağımsızlığının edimselleştirilmesi ile olanaklıdır. Bunu
yapmak da çağdaş politika kurumunun görevidir. Politika,
kişilerin bilinçli katılımlarıyla, toplum içerisinde özerk bir
alan olabilir; özerk bir varlık nedeni ve gerekçesi kazanabilir.
Demokratik çoğulculuk, tolerans, özgürlük düşüncesi ve edimi
açısından siyaset, kişilerin ortak yazgılarına sahip çıkarak,
toplumu biçimlendiren önemli bir alana dönüşebilir. Anadolu kültürü, çoğul(cu)luk,
eşitlik, özgürlük ve tolerans gibi değerler bakımından zengin
bir birikime sahip olmasına karşın, Türkiye toplumunun ve güncel
siyasal kurumların söz konusu birikimden yeterince
yararlandıklarını ve sorunlarına çözüm bulduklarını öne
sürmek zordur. Bu zorlukta sanayileşme, kentleşme, uzmanlaşma
gibi tarihsel-toplumsal gelişmelerin yol açtığı yeni toplumsal
yapılanmaların gerektirdiği kurumları oluşturamamanın da payı
olabilir.
Örneğin, söz konusu
tarihsel-toplumsal gelişmelerin doğal sonuçlarından biri olan
iş-bölümünün giderek belirginleşmesi sürecinde tarih
sahnesinde beliren “işçi” veya “çalışan” olarak
adlandırılan toplum kesimlerinin, Türkiye’de Batı’daki olduğu
ölçüde belirginleşmemesi, anılan kesimlerin siyaset kurumundaki
temsilcisi olduğunu ileri süren yapılanmaların da siyasal
tutumlarının belirsizliğine ortam hazırlamıştır. Böyle
olmasına karşın, Anadolu tarihinde meslek edinme ve iş bölümü
düşüncesinin öne çıktığı Ahilik birikiminden de yararlanarak
güçlenen düşünsel üretkenlikten gereği gibi
yararlanılmamaktadır. Bazı iyileşmeler gerçekleşmesine karşın,
bu durum henüz varlığını sürdürmektedir. Öte yandan, adına
ister “çalışan kesimler”, ister “yoksul halk kesimleri” ya
da “işçi sınıfı” denilsin, mevcut durumdan zarar görenler,
“hak ve özgürlük istemlerini” güçlü ve kalıcı biçimde
dile getirememektedir ve bu, siyaset kurumuna yeterince
yansımamaktadır. Dolayısıyla, söz konusu istemler, toplumu
yönetenlerce veya egemenlerce çoğunlukla görmezden gelinmektedir.
Türkiye toplumu her bakımdan
çokluk özelliği taşımakla birlikte, bazı toplum kesimleri somut
olarak varlığını sürdüren söz konusu çokluğun siyasal
bilince dönüşmüş hali olan çoğulculuk düşüncesini
içselleştirmekte zorlanmakta, hatta tolerans eksikliğinden dolayı,
bunu “tehlike” olarak görebilmektedir. Siyaset kurumu ise, ne
yazık ki bu konuda yol açıcı ya da gösterici bir işlev
görememektedir. Güncel toplumsal gerilimlerin ve sorunların önemli
kaynaklarından biri de bu yetersizliktir.
Öte yandan, geleneksel anlamda
“çalışan” olarak adlandırılan toplum kesimleri ile daha önce
de var olan, ancak son yirmi yılda iyice belirginleşen toplumsal
yeniden yapılanma sürecini biçimlendiren, dinciliği ve etnik
yaklaşımı öne çıkaran AKP yönetiminin üreten toplum
kesimlerinin çıkarlarını gözetmemesi, toplumun alt katmanların
dayanışma bilincini zayıflatmaktadır. Böylece, hem çoğulculuk,
tolerans ve demokrasi bilinci, siyaset kurumunda başatlaşamamakta,
hem de yaşam koşullarının insancılaştırılma uğraşı, yeni
sosyal boyutlar kazanamamaktadır.
Bu durum, Anadolu kültüründe
belirgin olarak bulunan çoğulculuk, demokratik özgürlük ve
adalet gibi kavramların, siyasal tavır alışlara ve gelecek
tasarımlarına yön vermesini zorlaştırmaktadır. Söz konusu
zorluk, toplumun ezici çoğunluğunu, yaşam koşullarını
değiştirmeye yönelik özgün tasarımlar geliştirmeye değil,
kendileri dışında tasarımlanan siyasal seçimi benimsemeye
itmektedir. Öte yandan, geleneksel siyaset kuramlarının
açıklamakta zorlandığı bu toplumsal-kültürel yapılanma, yeni
bir toplumsal bilinç yaratmakta ve yeni örgütlenme modellerini
geliştirmektedir. Siyaset kurumunun, özellikle de ilerici veya
sosyal demokrat partilerin anlaması ve siyasal söylemlere
yansıtması gereken başlıca olgu budur.
Üzerinde durulması gereken bir
başka nokta şudur: Toplumsal gelişmenin ve ilerlemenin bu
aşamasında tümel ideolojilerin sunduğu kalıp öneriler artık
gereksinmelere yanıt verememektedir. Söz konusu yetersizlikten
ötürü, çoğulculuğu ve toleransı, siyasal bilince dönüştüren,
insanın özerkleşmesi ve özgürleşmesini temel alan, dayanışmacı
bir toplum düzeninde, üreten insanın öz-belirleyimine olanak
sağlayan bir siyasal anlayışa duyulan gereksinme artık göz ardı
edilemeyecek ölçüde belirginleşmiştir. Eleştirel bir yaklaşımla
ayrıştırmak koşuluyla, hem Anadolu kültür birikimi, hem de
insanlığın kazanımları, tüketilemez bir kaynak olarak tüm
siyasi partileri ve kuruluşları kapsayan siyaset kurumunun önünde
durmaktadır.
‘Yeni toplum tasarımları’ ve
bu tasarımları gerçekleştirmek için yürütülen
etkenlikler/eylemler, egemen kültüre göre ve tüm kültür
içerisinde ‘karşıt akımı’ oluşturur. Toplum ve kültürde
yeni tasarımlar sürekli bastırıldığı ve etkisizleştirildiği
takdirde, özgürlük, adalet ve demokrasi istemleri bir yana
bırakılır; toplumsal istemler, ‘gereklilik’ ve ‘zorunluluk’
kavramları ile açıklanır. Bu tutumun sonucu olarak ta
toplumsal-siyasal uygulamalar ve edimler, özgürsüzlük ve
baskıcılığa dayandırılır. Böylece, bütüncül kültürün
geleceğe dönük yanı olan ‘özgürlük’ ve ‘demokrasi’
gibi açılımlar büyük ölçüde önlenir ve kültür tek boyutlu
bir yapıya indirgenir.
Öte yandan, dünyanın hiçbir
yerinde ‘egemenler’ veya ‘seçkinler’, emeğiyle ya da bilgi
ve uzmanlığıyla varlığını sürdüren toplumsal kümelere
kendiliklerinden ‘öz-gerçekleştirim’ olanağı vermezler.
Böyle olunca da insanlar veya sosyal sınıflar, dünyanın her
yerinde öz-gerçekleştirim istemlerini dile getirirler ve bunun
için savaşım verirler. Bu nedenle, tarihsel ilerlemenin temel
taşıyıcı gücü, insanların ‘öz-gerçekleştirim’
savaşımlarıdır ve bu etkinlik veya uğraş, asıl olarak
çalışanlarca, bedensel ve beyinsel üretim yapanlarca yürütülür. Çalışanların
birliktelik ya da örgütlenme bilinci her yerde, her ülkede aynı
değildir ve olamaz; burada da kültürler arasındaki farklılıklara
yol açan ‘eş-zamansızlık’ ilkesi geçerlidir. Bir
kültürde/ülkede örgütlenme ve hak arama bilinci yüksek,
öbüründe düşük olabilir. Bu nedenle, çeşitli ülkelerin
insanlarının örgütlülük bilinci ve düzeyi doğal olarak
birbirinden farklıdır. Sanayileşme, kent(li)leşme ve işbölümünün
geliştiği yörelerde bedensel ve zihinsel anlamda çalışanlar,
kendi başlarına ve kendileri için bir güce dönüşürken, bu
gelişmelerin belirleyici olmadığı yörelerde çalışanlar/üretenler
"güç" oluşturamayabilirler.
Öte yandan, üretenler, güç
oluşturamasalar da ‘çalışan insanın öz-belirleyimine’ katkı
yaparlar. Kaldı ki, şimdilerde toplumsal sınıf, emek ve güç
kavramları, yeni nitelikler kazanarak dönüşmekte, yepyeni
yapılara bürünmektedir ve bu yeni yapılar, irdelenmeyi ve siyasal
söyleme yansıtılmayı beklemektedir. Bu durum, Türkiye
demokrasisi için, özellikle de çoğulcu demokrasiyi önemseyen tüm
siyasi partiler için geçerlidir. Öz-belirleyim, insanın
öz-yapısal ve toplumsal niteliğidir. İnsan, tekil ya da birlikte,
nerede ve nasıl yaşadığından bağımsız olarak, öz-yapısal ve
toplumsal niteliğine uygun davranır; özgür ve özerk bir birey ve
uygar bir yurttaş olmaya uğraşır. Eleştirel bilincin daha
gelişkin olduğu kimi yerlerde özgürleşme ve özerkleşme
başarımı doğal olarak daha yüksek ve kalıcı olmasına karşın,
bu bilincin gelişmediği yerlerde başarı düşük ve geçici olur. Bir tanım yapmak gerekirse;
öz-belirleyim ilkesi, yaratıcı ve eleştirel aklın taşıyıcısı
ve geliştiricisi olan insanın, kendi toplumsallığı içerisinde
varlık nedenini sürekli arama ve anlamlandırma uğraşıdır. Bu
ilkenin gerçekleşebilmesi için, kişilerin yaşam koşullarının
eşit biçimde düzenlenmesi belirleyici bir öneme sahiptir. Yaşam
koşullarının toplumsal olanaklar bakımından eşitleştirilmesi,
yaratıcılığın önündeki engellerin ortadan kaldırılmasını
kolaylaştırır. Toplumsal koşulların eşitleştirilmesi,
toplumsal birlikteliği sağlamanın güvencelerinden biridir ve her
insana öbür insanlarla birlikte özerkleşme ortamı yaratır.
Bu anlamda toleransa dayalı
demokratik siyaset, insan yaratıcılığının taşıyıcısı olan
ve bireylerin tekilliğinin toplamı olan çoğulculuğun, diyesi,
çoğul kişiliklerin özgür biçimde kendilerini ifade etmelerinin
olanaklarını ve ortamını yaratmaya çalışır. Toplumsal yaşam
koşullarının eşitleştirildiği, kişiliklerin çoğulculuğunun
kabul edildiği ortam, ‘doğrunun tartışıldığı’, yeniden
anlamlandırıldığı, yerelin evrensele eklemlenebildiği,
evrenselin yerelleşebildiği, insanların özgürlük ve
yaratıcılıklarının güvence altına alındığı toplum
düzenidir.
Tarihsel gelişme sürecinde
çoğulculuk, tolerans, adalet ve bireysel özgürlük kavramları
çeşitli toplum kesimleri tarafından benimsenmiş paylaşılmış
ve giderek sınırlarını genişletmiştir. Bu kavramlar, dünyanın
çeşitli ülkelerinde içerik bakımından değişik yoğunlukta
belirginleştirilerek ve yetkinleştirilerek, evrensel demokrasi
düşüncesi yaygınlaşmıştır. Aynı düşünsel katkılar,
Anadolu’da da geliştirilmiştir. Dolayısıyla, çoğulcu
demokrasinin, toleransın ve sosyal adaletin tarihsel referans
kaynakları, Anadolu kültür birikiminde yeterince vardır. Bireylerin ve toplulukların her
türlü hak ve özgürlük istemi, çoğulcu demokrasinin kökeni,
taşıyıcısı ve geliştiricisidir. Nitekim muhalif ya da karşıt
kültür birikimi de öncelikle hoşnutsuzların, dışlanmışların,
güçsüzlerin ve baskılanan sosyal kesimlerin yürüttükleri
kapsamlı savaşımların bir türevi olarak ortaya çıkar. Bu
nedenle, çoğulculuk ve tolerans idesini de içeren “karşıt
kültür” birikiminden sorunların çözümünde, demokrasi ve
özgürlük alanlarının genişletilmesinde yararlanılması, hem
tarihselliğin ve demokrasi kültürünün, hem de akılcılığın
gereğidir. Bu yaklaşım çerçevesinde
evrensel anlamda demokrasi düşüncesi, yönetim anlayışı ve
güncel parti politikaları açısından irdelenmekte ve siyaset
kurumuna öneriler yapılmaktadır. Var olan toplumsal düzenin
sürmesinden yarar görenlerin ve çağa ayak uyduramayanların her
türlü engelleyici uygulamalarına karşın, çoğulcu demokrasi,
giderek daha büyük toplum kesimlerince adaletin, özgürlüğün,
dayanışmanın ve toplumsal barışın başlıca güvencesi olarak
görülmektedir. Bu yönüyle çoğulcu demokrasi ve sosyal
demokrasi, Willy Brandt’ın deyişiyle ve Weber'in aktarımıyla,
devlette, ekonomide ve toplumda demokrasiyle, hukuk devletiyle,
siyasal ve düşünsel özgürlükle, insanlık, insancılık ve
dayanışma ile ayrılmaz bir biçimde bağlıdır.
Her düşünsel birikim ve siyasal
doğrultu gibi, çoğulcu demokrasi de kuram ve edim alanında
amaçladığı temel değerlerde geçerliliğini sürekli olarak
yeniden kanıtlamak zorundadır. Peki, çoğulcu demokrasi bunu nasıl
yapabilir? Çoğulcu demokrasi, özgürsüzlük, hukuksuzluk,
adaletsizlik, baskı ve zorbalığın her türüne karşı savaşım
içerisinde ulaştığı başarı, çevre bilinci ve sivil toplumu
geliştirme girişimleri gibi güncel yeni açılımlarla kendisini
sürekli yeniden yapılandırabilir. Bu nedenle, yukarıdaki sorunun
yanıtı, çoğulcu demokrasinin eylem ve kuram açısından
kendisini sürekli sınama ve özeleştirel değerlendirme çabasında
aranmalıdır; çünkü çoğulcu demokrasi, toplumsal ve bireysel
gelişmenin güncel kazanımlarını ve boyutlarını içselleştirerek
güçlenir; etkisini ve verimliliğini yükseltir. Çoğulcu demokrasi, bir yandan
toplumun her kesiminin siyasal yaşama katılımını
olanaklılaştırır; öte yandan da siyasal katılım yoluyla kendi
gelişmesini sürdürebilir. Avrupa ülkelerinde demokrasinin
istikrarını koruması ve güçlenmesi, geniş bir tolerans anlayışı
içinde dinsel ve ulusal duyarlılıkları da gözeten muhafazakâr
partilerin yanı sıra, ilerici oluşumlar, yeşil ya da çevreci
devinim, liberal ve sosyal demokrat partilerin karşılıklı olarak
bir birinin varlığını kabul etmesine, olağan saymasına dayanır.
Avrupa’da bu siyasal yapılanmalar söz konusu değerleri farklı
yoğunluklarda programlarına yansıtırlar. Bunlar arasında
özellikle sosyal demokrasi tarihsel olarak çoğulculuk, eşitlik ve
tolerans idesini öne çıkarır.
Başta Avrupa’dakiler olmak üzere,
bireysel hak ve özgürlükleri, gelir dağılımında ve toplumsal
yaşam koşullarında eşitliği temel alan sosyal demokrasi kendi
dışındaki çağcıl toplumsal ve siyasal yönelimlerden de
yararlanır. Bu açıdan bakıldığında, doğal çevrenin korunması
ve geliştirilmesi istemi ve gereksinmesi, geç de olsa ve başka
siyasal tutumların; örneğin, çevreci hareketlerin zoruyla da olsa
artık salt sosyal demokrasinin değil, tüm siyasi partilerin ‘temel
değerleri’ arasında yerini almıştır.
Çoğulcu demokrasi ayrıca,
küreselleşmenin toplumsal ve siyasal boyutlarını, demokrasi
kültürünün geliştirilmesi çabalarını, insan hakları ve
hukukun üstünlüğü tartışmasının düzeyini, kadının
toplumsal ve siyasal alanda eşitlik ve özerkleşim uğraşlarını,
barış düşüncesini ve sivil toplumu güçlendirmeye yönelik
uğraş ve istemleri de gözeterek, siyasal tasarımlarını ve
seçeneklerini geliştirmektedir. Ne yazık ki, Türkiye çoğulcu
demokrasiyi, bazı siyasal çıkarımlarını ve tasarımlarını,
yukarıda sayılan olgu ve olayları gözeterek ve çözümleyerek
geliştirmekte zorlanmaktadır. Bu açıklamalar, çoğulcu
demokrasinin gelişmesinde özellikle de sosyal demokrasinin önemli
bir işlev görebileceğini ortaya koymaktadır. Bu bağlamda sosyal
demokrasi ve tüm siyaset kurumu, en azından şu ikili işlevi
karşılayabilir. Bu siyasal anlayış, bir yönüyle insanlığın
düşünsel ve yaşamsal boyutunun genişlemesine uygun ortam
hazırlar; öbür yönüyle de insanlığın düşünsel gelişiminden
yararlanarak, kendisini yenileyebilir. Bu saptama elbette ki tüm
siyaset kurumu veya partiler için geçerli olamaz. Ayrıca, bilgi ve
buluşları, yeni açılımları gözetmeyen, değerler dizgesini ve
siyaset yapma tarzını eleştirel değerlendirmeyi beceremeyen
siyasi partilerin ne duruma düştükleri ya da düşebilecekleri
özellikle Türkiye örneğinde yakından bilinmektedir. Çoğulculuk ve tolerans idesini
aramaya yönelik tarihselci yaklaşım, aynı zamanda toplumun tarih
içerisinde oluşturduğu "anlamları/içerikleri" kapsayan
kolektif bellekten eleştirel bir tutumla yararlanarak, şimdiyi
kurmaya ve geleceği oluşturmaya yönelik bilinçli bir yöneliş
ile tarihsel gidişin ya da sürecin anlamlandırılmasını amaçlar.
Tarihsel birikimin ayrıştırılarak, kişinin özgürleşmesine
katkı yapabilecek kültür öğelerinin güncelleştirilmesi, hem
tarihsel sürekliliğin sağlanmasına, hem de toplumsal
demokratikleşmeye bir katkıdır. Özellikle çoğulculuk, insancılık
ve tolerans ideleri açısından Türkiye kültürünün tarihsel
birikimi, yukarıda betimlenen amaçlar doğrultusunda
ayrımlaştırıldığında, bu değerlerin, kişinin özerkleşimine,
özgürleşimine ve kişiliklerin çoğulluğuna ve toplumsal
demokrasiye ivme kazandıracak önemli boyutlar içerdiği
görülebilir. Durum böyle olunca, Türkiye’de çoğulcu
demokrasinin gelişmesinde payı olan kişilerin ve kuruluşların,
tolerans ve çoğulcu demokrasi kavramlarını Türkiye kültürüne
yabancı bir öğe, Batı kültürlerinden alınmış, yabancı bir
kavram olarak nitelendirmeleri, gerçeği yansıtmaktan uzaktır.
Türkiye kültürünün dayandığı
zengin tarihsel birikim, demokrasi, özgürlük, özerkleşme gibi
evrensel kavramların içeriğini oluşturan öğeleri bolca
içermektedir. Yeter ki, bu kültür birikimi dayandığı geniş
çeşitlilik ve taşıdığı özgürlükçü-eşitlikçi öz açığa
çıkarılarak, günün koşullarına uygunlukları bakımından
ayrıştırılabilsin. Çoğulculuğu, insancılığı ve
tolerans kavramlarını kuramsallaştırarak, bir toplum projesine ve
eylem kılavuzuna dönüştürülmesi sürecine katkı yapan birçok
filozof vardır. İslam kültüründe İbn Sina, İbn Rüşt, Hacı
Bektaş, Mevlana, Yunus Emre, Şeyh Bedreddin ve Niyazi Mısri bu
bağlamda sayılabilir. Öte yandan, Türkiye'de son yüzyıl içinde
çoğulculuk ve tolerans kavramları hakkında kapsamlı bir felsefi
tartışma yürütüldüğü de söylenemez. Buna karşın, Batı
kültüründe çoğulculuk ve tolerans idesinin felsefi olarak
tartışılması yirminci yüzyıla değin dizgeli biçimde
sürdürülmüştür. Bu kapsamda Immanuel Kant, Friedrich Hegel,
Karl Marx, Herbert Marcuse, Walter Benjamin, Ernst Bloch ve burada
adlarını sayılmayan daha niceleri, söz konusu değerleri
felsefileştirmiştir.
Batı'da bazı düşünürler, Şeyh
Bedreddin ve Börklüce Mustafa’nın dile getirdiği çoğulculuk,
tolerans ve “kamusal yarar ve ortak yararlanma” ilkesini daha da
geliştirerek, üretimin, insan gereksinmelerini eşitçe karşılamak
amacıyla yapılması düşüncesini kuramsallaştırmaya
çalışmıştır. Ancak böyle bir toplum düzeni içerisinde
bireyin özerkleşeceğini ve güçlerini özgürce
geliştirebileceğini savlamıştır. Örneğin, Karl Marx,
‘Feuerbach Üzerine Tezler' yazısında, 'edimsel eleştirel insan
etkinliğini’, söz konusu gelişmenin gerçekleştiricisi olarak
değerlendirmiştir.
Bugün bu kuramsal katkılardan da
yararlanarak, çoğulculuk ve tolerans bilinci geliştirilerek,
güncel sorunlara yanıt bulunabilir. Yeni toplum tasarımları
geliştirilebilir. Bu yeni toplum tasarımları, bir yandan
çalışanların hak ve özgürlük savaşımına, dolayısıyla
öz-gerçekleştirim ereğine dayanan, öbür yandan da baskı,
sömürü ve bireyin özgürce gelişmesini engelleyen her türlü
durumun, koşulun, ilişkinin ve uygulamanın kaldırılmasını
öngörmelidir.
Tarihsel gelişme, çoğunlukla
toplumsal-kültürel alanda eski ile yeninin veya kalıcı ile
geçicinin savaşımı sonucu gerçekleşir. Ancak gelişmenin
gerçekleşebilmesi için, olgu ve oluşları; nedensellik,
karşılıklılık ve çelişkisellik çerçevesinde inceleyip
açıklamak gerekir. Böyle bir tutum, ‘değişimin öğretisi’
olarak adlandırılabilir ve yapısı gereği eleştirel ve
ilerlemecidir. Bu öz-yapısından ötürü, sorunların çözümünü
kolaylaştırır. Özerk ve özgür bireylerin gelişmesine ortam
hazırlar. İlericilik ya da ilerlemecilik, tarihsel süreç
içerisinde sürekli ileriye doğru giden düz bir çizgi olarak
değil, çoğul kişiliklerin ‘doğru’yu sürekli yeniden
tartışarak, anlamlandırarak, yarattıkları özgürleştirici bir
kuramsal ve edimsel doğrultu olarak algılanmalıdır. Toplumsalı ve bireyseli yaratan ve
geliştiren başlıca kaynak, insan aklı ve emeğidir. Bu nedenle,
çoğulcu demokrasiyi ve toleransı önemseyen siyasi yapılanmaların
veya partilerin bir başka niteliği, çok doğal olarak, insancıllık
ve akılcılık olmalıdır. Çoğulcu demokratik toplum, insancılığa
ve akılcılığa yönelir; çünkü onun insan anlayışı,
öncelikle tarihsel süreçte insanın öz-belirleyim çabasından
süzülüp gelir ve Kant anlamında Aydınlanma felsefesinin, ‘özerk
ve özgür bireyi’ erekler. Özerk ve özgür birey, eleştirel
bilince sahip olduğundan, düşünsel güdümleme çabalarına karşı
koyar; karşı koymakla da yetinmez; akıl dışı etki kaynaklarını
köreltmeye ve toplumsal düzeni ve yaşamı, dünyasal ve bilimsel
yaklaşımla biçimlendirmeye uğraşır. Anadolu kültüründe eleştirel
akıl birikimi, dünyasallaşma veya laik yaklaşım, Türkiye toplum
düzeninin en vazgeçilmez dayanağı, modern Türkiye'nin kuruluşunu
olanaklı kılan görkemli bireşimin hazırlayıcısı, taşıyıcısı
ve geliştiricisidir. Düşüncenin, aklın, bilincin ve ahlakın
gelişmesine, özgürleşmesine koşut olarak gelişen laik birikim,
özellikle Türkiye kültürünün güçlü bir kaynağıdır. Laik
birikiminin bu güçlü kaynağı, her türlü çeşitliliği,
insancıl bir yaklaşımla bağdaştıran, yeni bireşimlere
ulaştıran ve öznel ve kültürel çoğulluğa ve çoğulculuğa
olanak veren Anadolu kültür birikimidir.
Bu açıklamalardan da görüleceği
üzere, aklın özgürleşmesi anlamında laik düşüncenin
Anadolu’da da güçlü kökleri bulunmaktadır. İslami Heterodoksi
ya da Anadolu Müslümanlığı diye nitelendirilen İslam’ın
Anadolu’da kazandığı yeni nitelik de söz konusu bu birikimi
geliştirmiş ve onun üzerinde yükselmiştir. Çoğulculuğu ve
toleransı içselleştirmiş bireylerin, toplumsal kesimlerin ve
siyasi partilerin gururla ve üretken bir biçimde
değerlendirebileceği bu kaynak, diyesi, laik birikim, dünyasal ve
insansal sorunlara, aynı şekilde dünyasal ve insansal çözümler
üretebilmenin güvencesidir. Çoğulculuğun ve toleransın hem
kaynağı, hem de güvencesidir. Türkiye’nin çağdaşlaşmasını
ve uygarlaşmasını ilerleten de önemli ölçüde bu birikimdir.
Laik birikim, dünyasal ile dinsel alanın ayrımlaşmasının ve
böylece yazgı denilen ve tarihsizliğe yol açan dış-
belirlenmişliğin aşılmasının temelidir. Aynı zamanda kısır
döngülerin yol açtığı tarihsizliği alt ederek ve ilerleme
yaratarak, tarihlilik ve tarihsellik boyutunu yaratma çabasıdır.
Bu bağlamda vurgulamak gerekir ki, laiklik, Türkiye’de özellikle
28 Şubat 1997’den sonra bazı erk odaklarının yaptığı gibi,
"başörtüsüne" indirgenemez.
Öncelikle eleştirel aklın bir
türevi olan laik birikim, insanın kendi yarattığı bağımlılıkları
yenerek, insancılaşmak ve uygarlaşmak çabasının hem ürünüdür,
hem de güvencesidir. Bu birikim aynı zamanda, kökenlendiği karşıt
kültür ve demokratik çoğulculuk anlayışının vazgeçilmez
kaynağıdır. Laik birikim, hem dünyasal, nesnel, akılcı,
eleştirel ve çözümleyici yaklaşımın giderek yaygınlaşması
sonucu gelişir, hem de bu niteliklerin daha da gelişmesine uygun
ortam hazırlar.
Türkiye Cumhuriyeti’nin
kuruluşuyla birlikte, laik birikim etkinleştirilerek, özgür
bireylerin ve geniş toplum kesimlerinin yaşam biçimine dönüşmesi
sürecinde epey yol alınmıştır. Ama daha alınması gereken uzun
bir yol vardır Türkiye’de çoğulcu demokrasiyi ve toleransı
önemseyen politik kuruluşlar, kapsamlı bir laik birikim yaratmış
olan bir toplum ve kültürü layıkıyla temsil etmek ve onlara yeni
açılımlar sunmak durumundadır. Bu açılımı başarabilmenin bir
yolu, laikliği bir gizlenme örtüsü olarak kullanmak değil,
karşıt/muhalif kültür birikiminden yararlanarak, güncel
sorunlara çözüm önermektir. Çoğulcu demokrasi; tolerans,
adalet ve hukukun üstünlüğü gibi değerlere ortam hazırlamıştır
ve bu değerler sayesinde gelişmesini sürdürebilir. Etik ve hukuk
özlü bir kavram olan ve Anadolu’da karşıt/muhalif kültür
içerisinde önemli bir yer tutan adalet, eşit yükümlülüklü,
eşit haklı, özgür ve çok-yönlü kişilik gelişiminin, benzer
toplumsal koşullarda gerçekleşmesi olarak değerlendirilir. Hak ve
sorumluluk bakımından bireylerin (yasa önünde) eşitliği,
adaletin temelidir. Bunu tamamlayan bir başka ilke, ‘kişi
onurunu’ koruma ve geliştirmedir. Doğaldır ki, eşitlik ve kişi
onurunun korunması, kadın-erkek her iki cinsiyet için geçerlidir.
Burada konulaştırılan karşıt/muhalif kültürün düşünsel
kökleri, bu alanda olağanüstü bir zenginlik sunmaktadır. Adaletin geliştirilmesi ve yaşam
biçimine dönüşmesi, özerk bireylerin, toplumsal gelişmenin
sürdürülmesine ve yönlendirilmesine etken ve belirleyici
katılımlarıyla olanaklıdır. Sosyal boyutu ile adalet, birlikte
ve eşit koşullarda üreten bireylerin, ürettiklerini yetenek ve
başarımlarına göre paylaşmalarını gerektirir. Bu nedenle,
mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerinin adaleti sağlayacak biçimde
düzenlenmesi, adalet istem ve amacını oluşturur. İnsanlar arası
ilişkiler de toplumsal adalete göre ayarlanmalıdır. Toplumsal
durumların ve bireylerin ahlak yapılarının adalete uygunluğu
önemlidir. Ne var ki, ahlaklı bireyler, adalet için önemli olsa
da, adalet, ahlaklı bireylerin istencine bırakılamaz. Adaletin
gelişimini, dağıtımını ve ondan yararlanmayı, güvenceleyen
yasal düzenlemeler zorunludur. Bu da adalete dayanan ve adaleti
erekleyen hukuk düzenini ve böyle bir hukukun bu amaca yönelik
işleyişini gerektirir. Alman filozof Wilhelm Leibniz’in
deyişiyle ‘dünya düzeninin temeli olan adalet, bireyin
öz-gerçekleştiriminin de temelidir.’ Dolayısıyla, çoğulcu
demokrasi, bireyin öz-gerçekleştirimi amacıyla eylemli adalet
anlayışını savunur. Bu nedenle, yukarıda betimlenen durumları
gözeterek, devleti ve kamu yönetimini hukukun üstünlüğü
ilkesine göre yapılandırır ve işletir.
Avrupa Birliği’ne tam üyelik
görüşmelerini yürüten Türkiye’de özellikle “Kopenhag
Ölçütleri”nin uygulamaya koyulması açısından yukarıda
sayılan ilkeler yaşamsal önemdedir. Bu nedenle, her kişi,
topluluk ve siyasal parti, tarihsel birikimi, yoğun ekonomik
ilişkileri ve en önemlisi dört milyondan fazla Türkiye kökenli
insanın Avrupa’da bulunmasından dolayı, Avrupa Birliği’ne
üyelik hedefini güncel tutmalıdır. Bu hedefe ulaşmak için de
yukarıda sayılan ilkelerin gerçekleştirilmesinde ısrarlı ve
denetleyici olmalıdır. Ayrıca, Avrupa Birliği’nin bir “değerler
birliği” olduğu savını her ortam ve durumda Avrupalılara
sürekli anımsatmalı, bunların sözde değil, uygulamada gerçek
anlamda “değer” olmalarına katkıda bulunmalıdır.
Türkiye kültüründe köklü
kaynakları bulunan çoğulculuk ve tolerans, demokratik toplum
düzeninin de önemli referans kaynağıdır. Dolayısıyla, bu köklü
kaynaklardan türetilen güncel siyasal önermeler, Türkiye
kültürüne “yabancı” değil, içkindir. Önemli olan, burada
sözü edilen görkemli köklerin, öncelikle tarihsel evrim içinde
muhalif/karşıt kültür birikiminde var olduğu ve geliştiği
bilincidir. Söz konusu bu görkemli kökleri
ortaya, daha doğrusu bilince çıkarabilmek ve dolayısıyla çoğulcu
demokrasiyi ve tolerans idesini, öz kültürün birikimiyle
gerekçelendirebilmek için, Osmanlı/Türk kültürünün tarihsel
birikiminin taşıyıcıları olan yazılı belgelere başvurmak
gerekmektedir. Bu yazılı belgelerde saklı olan anlam içerikleri
ve anlamlandırıcı gizilgüç (potansiyel) ve söz konusu olası
yanıtlar veya yanıt sayılabilecek düşünce ipuçları
belirlenebilir. Bunlar, bir araya getirilebilir; tarihsellik ve
süreklilik özellikleri gösterip gösteremediklerine bakılabilir.
Böylece muhalif/karşıt kültür birikiminin taşıdığı ve
güncelleştirilmeye elverişli öğeler ortaya çıkarılabilir. Son söz: Anadolu kültür birikimi
belirgin bir çoğulluk içermesine karşın, geçmişte ve şimdi o
belirginlikte ve kapsayıcılıkta felsefi düzeyde bir çoğulculuk
ve tolerans düşüncesi ya da bilinci geliştirmekte zorlanmıştır.
Birbirini koşullayan çoğulluk ve tolerans kavramları, ne yazık
ki bugün de yeterince kapsamlı ve derinlikli bir şekilde
tartışılarak, toplumsal bilincin bir öğesine
dönüştürülememektedir. Eğitim-öğretim ve bilim kurumları,
çoğulluk ve tolerans duyarlılığını geliştirici bir yaklaşım
ve çalışma tarzı sergileyemediği için, toplumun ve siyasi
partilerin ufkunu genişletici bir düşünsel ortam
oluşturamamaktadır. Eğitim ve siyaset kurumlarının çoğulluk ve
tolerans bilincinin düşüklüğü, Türkiye’nin güç koşullarda
yarattığı değerleri, gereksiz gerilim ve çatışmalarla yok
etmektedir. Bu nedenle, Türkiye, toplumsal refahı artırma ve
çoğulcu demokrasiyi güçlendirme konusunda zaman yitirmektedir. Bu
durumun sorumluluğunu, öncelikle eğitim ve siyaset kurumları
taşımaktadır.
Prof.
Onur Bilge Kula Yenilikler, Tutuculuk ve
Bağnazlıkla Savaşımla Gerçekleşir
Sosyal Demokrasi Tolerans,
Çoğulculuk ve Eleştirel Düşünme İle Gelişir
Çoğulculuk ve Tolerans,
Demokratikleşmenin Önkoşuludur
Eleştirel Yaklaşım,
İlerlemenin ve Sosyal Demokrasinin Gelişim Kaynağıdır
Hak Arama ve Örgütlü Savaşım,
Her Türlü İlerlemenin Kaynağıdır
Çoğulcu-Eşitlikçi Düşünce,
Anadolu Kültüründe de Güçlü Bir Köktür
Çoğulcu Demokrasi, Kendisini
Sürekli Sorgular ve Yeniler
Tarihsellik Bilinci Veya Kalıcı
İle Geçici Nasıl Ayrıştırılabilir?
Laik Birikim, Çoğulculuğun Ve
Toleransın Türevidir
Sosyal Adalet ve Eşitlik, Sosyal
Demokrasinin Temel İlkesidir
Gercekedebiyat.com