Benim babam bir yazardı
Babam 40’lı yıllardan bu yana daha iyi bir yaşam umuduyla verilen bağımsızlık, özgürlük savaşına, hikayeleriyle, yazılarıyla katılmış bir halk yazarıydı.
'Benim hiç doğum günüm olmadı. Doğum gününü kutlayacak arkadaşlarım da. Ben doğum günlerimde çikolatalı pastaların üzerindeki mumları hiç üflemedim. Hediye de almadım sadece yeni bir yıl ekledim yaş hanesine ve ihtiyarladım.' (Muzaffer Buyrukçu) 1 Şubat babamın doğum günüydü. Birçok saldırılara uğramış, birçok uygarlıkların doğup battığı yaşlı bir toprak parçası olan Anadolu’nun yüzyıllardır içerden ve dışardan sömürüle sömürüle mahvolmuş çileli halkının, emperyalistlerle yaptığı korkunç bir savaşta başarı kazanalı ve bağımsızlığını kuralı beş yıl olmuştu. Halk yönetiminin temellerinin atıldığı. (İmtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz) sözlerinin edilerek yeni bir ruhun yaratılmaya çalışıldığı günlerden birinde 1 Şubat 1928 yılında doğmuştu. Hüzünlü şarkıların sesiydi. Yoksullukla geçen çocukluğunun, ayrımcılığın, hoş görülmenin, itilip kakılmanın intikamını almak istercesine ergenlik yaşlarında çalışmaktan usanmayan, devamlı araştıran, hiç denenmemişleri denemekten yılmadan, karşısına çıkan engelleri yenilikler peşinde koşan bir türetici gibi okumaktan, yazmaktan ödün vermeden yaşamayı seçmişti.
Muzaffer Buyrukçu, Cemal Süreya-Atilla Özkırımlı-Bekir Yıldız-Ece Ayhan Dışı sarı içi açık mavi boyanmış altmış metrekarelik evimizde sabah kahvaltıları pazar günleri dışında yaşanmazdı çoğunlukla. Babam daireye geç kalma endişesiyle çoğunlukla bir parça ekmek ile bir parça peynir veya üç tane zeytin, yarım elma ile sabah kahvaltısını yapar, dişlerini fırçaladıktan sonra bana yaklaşıp soluğunu üfler, “Ağzım kokuyor mu?” derdi gözlerinde geçmiş akşamın yorgunluğu taşıyan bakışlarla. “İpana kokuyor…” dediğimde güler, başımı okşar annemden harçlığını aldıktan sonra arkasında kokusunu bırakıp kapıdan çıkar dedemlerin duvarından dama yükselen hanımeline günaydın deyip tozlarını burnuna dokundurmadan bahçe kapısından çıkmazdı. Arada bir de olsa geçmiş gecenin içinde unutulmaz anıların mutluluğunu, memnuniyetini sürdürmek istercesine bahçemizdeki güllerden bir tanesini kopartıp yakasına takardı o bilinen sevimli gülüşüyle. Dışardan görünenin aksine kendini beğenmiş, sert, güçlü birisi değil yumuşak, alıngan, çabuk kırılan, buluttan nem kapan, yufka yürekli, iradesi zayıf, en küçük zorluk karşısında hemen paniğe kapılıp dağılan, geçmişin biriktirdiği acıları içinde yaşatan birisiydi. Alkol aldığı geceler neşeli, güler yüzlü, sevecen, konuşkan kişiliğiyle tadına doyulmaz bir insana, benim istediğim, çok sevdiğim biricik babama evrilirdi. Bu tür gecelerde bir oğlu olduğunu ve onu çok sevdiğini itiraf edebiliyordu… Saçlarımı okşar, öper, beni çok sevdiğini söylerdi… Benimle güreşirdi. Sol elinin ufak parmağını gösterir, “Bu parmağım sana yeter!” derdi gülerek. O anlarda biz baba-oğul olurduk… Onun tanınmış bir yazar olduğuna inanmam onbir-oniki yaşlarında Saraçhane’den bindiğimiz minibüste ayaktaki yolculardan birisinin babamı tanımasıyla gerçekleşmişti. Esmer, bıyıklı, beyaz dişli bir adam gülümseyip, “Siz Yazar Muzaffer Buyrukçu değil misiniz?” sorusunu yönelttiğinde, babamın gurur dolu bakışlarına eklediği kararlı, güçlü ve herkesin duyabileceği sesiyle, “Evet. Ben yazar Muzaffer Buyrukçu’yum…” yanıtı babama olan bakış açımı değiştirivermişti.
Babamın yazar olmasının beni ayrıcalıklı bir konuma taşıdığını o gün hissetmiş iliklerime kadar ürpermiştim. Oturduğumuz Güllü Sokağı‘mızdaki mahalle arkadaşlarımın terziliğiyle, tüccarlığıyla, manavlığıyla, boya badana ustalığı, şoförlüğüyle övündükleri babaları gibi benim de övünebileceğim bir babam vardı artık… Diğer insanların bu gerçeği benden çok daha önce bilmesine canım sıkılmış, içerlemiş, kendime kızmıştım o gün dedemin verdiği sigaradan bir duman alıp sigara denilen meretle tanışmıştım… Evet. Benim babam bir yazardı. 1945 yılından bu yana Türk edebiyatına hizmet eden, coşkun imgelerle, masalcı çağrışımlarla, şaşırtıcı saptamalarla süslenmiş öyküler, romanlar, düşler, denemeler, kitap tanıtma yazıları yazan. Türk edebiyatında çığır açan benzersiz bir -Günlük- türü yaratan, günün 24 saatini yazar olduğunu unutmadan devamlı üreterek, inceleyerek, araştırarak ve okuyarak geçiren sosyo ekonomik yaşam çarklarında ezilen işçi sınıfının psikolojisinden, devlet memurlarının hayallerini, cinsel anlamda tatminsiz kişileri, içinde bulundukları olumsuz ve kötü ekonomik ve sosyal şartlardan kurtulma mücadelesi veren insanları, yazan Muzaffer Buyrukçu, benim babamdı.
Freud’u kıskandıran “Rüyalar“ını yazdı. İnsan ilişkilerine yeni boyutlar kazandıran telefonun yaşamımızda ne kadar önemli bir yer tuttuğu gerçeğini 1997 yılında görerek Telefon Konuşmaları‘nı yayımlayarak, bugün yaşamımızın vazgeçilmezi haline gelen konuya dikkat çekti. Hiçbir zaman yaşamın bir yanını yakalayıp onu sürdürmeye devam eden bir yazar olmadı. Yenilikçi mücadelesini, ilk çıktığında tartışmalar yaratan, gerçeği göremeyip kavrayamayan, yenilikçilik dendiğinde birkaç deyimin atılmasını yeterli bulan belirli bir kitle tarafından koro halindeki kaba seslere karşı mücadele ederek Günlükler ile taçlandırmasını bilen çok iyi bir yazardı benim babam. Yakın aile dostumuz Halil İbrahim Bahar yıllar önce babamın günlükleri hakkında şöyle bir açıklama yapmıştı: “Buyrukçu Muzo, benim bildiğim son on onbeş yıldır hemen her edebiyat sanat çevresinde sık sık sözü edilen bu ilginç yazılara ‘günlük‘ değil ‘tarihli yazılar‘ diyor. Bense gerek yaşanılmalarında gerekse yazılmalarında en canlı tanıklardan birisi olduğum için, onlara günlük-anı karışımı, yazarına özgü, tıka basa dirim dolu alabildiğine özgün bir edebiyat türü diyeceğim. Bakıyorsunuz bu yazılar tarihini taşıdığı günün canlı bir parçasını anlatırken birden geriye dönüş yöntemiyle, eski bir olaya, bir duruma geçiyor. Kimi zaman da geleceği atladığı, gelecekte yaşanacak önemli bir- ilişkiyi, bir özlemi dile getirdiği oluyor. Bu türde Muzo kişilerini genellikle sanatçı çevrelerinden seçiyor, türün özü gereği, yaşayan kişiler yanında ölüler de yerini alır, genç kuşak, yaşlı kuşak artık içiçedir... Yazarın kişiliği her şeye sinmiş, rengini vermiştir. Okurken, yazar'ın romancı, öykücü, hatta içtenlikle söylemeliyim şair olduğunu sezersiniz. “Bana göre anlatılan çevreler, kişiler yazarın romanlarında, öykülerinde sergilediklerinden çok daha canlıdır. Çünkü Buyrukçu onlarla çoğu kez içli dışlı yaşamış, en görünmez, en ulaşılmaz yanlarını görmüş, sözlerini davranışlarını, tartışmalarını, başkalarıyla ilişkilerini daha o anda belleğine geçirmiş, ne yazacağını sıcağı sıcağına bilincinde oluşturmuştur. Bu nedenle de Buyrukçu, ölümünden önceki son onbeş yılın sanat ortamını, sanatçılarını, geleceğin ilgili kuşaklarına bütün tazeliğiyle aktarmış oluyor.
“Hiç çekinmeden daha özel bir şey söyliyeceğim: Param olsa onun bu (Tarihli yazılar hazinesini) dört beş kalın cilt halinde basar, geleceğin sanatçılarına böylece çok yararlı, çok ilginç bir hazineyi aktarmış olurdum. Ben şiirle uğraşan bir ruh hekimi olmama karşın; bilmediğim ya da ayrımına varamadığım kimi yanlarımı Buyrukçu'nun bu yazılarından şaşkınlıkla öğrenmişimdir. Elbet sadece kendimi değil tanıdığım tanımadığım birçok başkalarını da. Demek oluyor ki böyle bir tür, çizdiği kişilerin iç dünyasını ortaya çıkarırken okuyanın da aydınlığa çıkmasına? Kendisini daha iyi tanımasına büyük bir katkıda bulunuyor. Buyrukçu'ya özgü bu alabildiğine özgün türün değil bizde, izlediğimce, bilebildiğimce başka ülkelerde de bir benzeri olduğunu sanmıyorum. Sözcüğün tam anlamıyla söylemek gerekirse bu türün gerçek yaratıcısının Buyrukçu olduğu kanısındayım. “Buyrukçu, bu ‘Tarihli yazılar‘ıyla çağının yetkin, etkin bir tanığıdır.” Babam, her baba gibi yaşlanmalarına karşın inatla yaşamını sürdürmeye çalışan ve ölümsüzlüğün peşinde olan çocuklarının sevgisi arasında bir ayrım yapmazdı. Hamile bir kadının çektiği acıları yaşayarak ve yaşatarak dünyaya getirdiği çocuklarını ayni düzeyde, ayni yakınlıkla severdi ama günlükleri söz konusu oldu mu ona -Hayırlı evlat- muamelesi yapmaktan da kendini alamazdı. Babamın günlükleri renklidir. Bir film tadındadır. Ön planda sanatçıların başrolde oldukları bir sanat filmi izlerken geri planda ise Türkiye’nin içinde yaşadığı siyasal ve kültürel yozlaşma gerçeğini bir tokat gibi yüzünüze çarpıveririr. Atatürk’ün ölümünün ardından her şeyin bittiğini, yönetimin varlıklıların eline geçtiğini ve kurtuluş savaşını yapmış o çileli, çıplak, aç, topraksız halkın bu varlıklıların kölesi olduğunu görürsünüz... Bir karış yer için cinayetlerin işlendiğini, kadınların çocukların satıldığını, öldürüldüğünü, kitapların toplatıldığını, yönetimin halkın elin geçmesini savunan toplumcuların, aydınların, yazarların, gazetecilerin hapislerde çürütüldüğünü, mahkemelerde sürüklendiğini... Kurtuluş savaşında sökülüp atılmış emperyalistlerin bugün topraklarımıza yerleşerek egemenliğimizi ortadan kaldırmak için ne tür yollara başvurduğunu görebilirsiniz...
Buyrukçu bir kokteylde Remzi İnanç, Ali Yüce, Lütfiye Aydın ve diğer dostlarıyla Oktay Akbal onun günlükleri için, “Buyrukçu’nun bir başka öykü türü de günlükleridir. Ama bunlar bizlerin yazdığı güncelere benzemez. Ben de üç günce kitabı yayınladım. Benimkiler, ya da Ataç’ın, Birsel’in, Tomris’inkiler kısa kısa izlenimler, düşünceler, anılar, saptamalardır. Buyrukçu ise belirli bir günü alır, o gün boyunca ne olmuş ne bitmiş hepsini anlatır. Korkunç bir bellek gücüyle! Bu yazılar daha doğrusu bu öykü-anılar yazın tarihimiz açısında da ilginç birer belgedir.” demişti. Babam bir insanın içinden birkaç kol, birkaç ırmak halinde akan ve yaşama karışan, karıştığı yerden başlayarak alışılmış her şeye bir başka gözle baktıran gerçekleri yazdı. Onun öykülerinin temelinde gerçeklerle düşlerin kendi kaynaklarından türedikleri malzeme ile bunların dışındaki yaşamın bütününü kapsayan kocaman bir kitleyi yazdı… Cinsel ilişkilerin alt ve üst katmanlarında kopan kıyametler, aşkların birlikteliklere taşıdığı sonsuz güzellikler; acıları doğuran ve büyüten koşullar, umutsuzluklar, özveriler… İnsanın anayasası sayılan bütün durumlarda yürürlükteki ürünleri, edinimleri, eylemleri işledi nakış nakış… Kendisine haksızlık yapıldığına inandığı dönemlerde öfkelenir, tepesi atar ve kendisine planlı programlı bir yazar yok etme tuzağı kurulduğundan yakınırdı. Yine öyle günlerden birinde anneme anlatmıştı…
“Bazen tepem atıyor, yazarlığı bırak hıyar gibi yaşamayı seç diyorum ve bu oyunlar içinde eritilen, bitirilen insanların yaşamlarından öyküler, romanlar, şiirler çıkarılan (Çetelerle) dolu evrenden uzaklaşmak istiyorum ama bu isteğimim gerçekleştirmem olanaksız çünkü yazarlık, yaratıcılık benim yaşam tarzım. Elimden başka bir iş gelmiyor…” demişti sitem, kırgınlık, hayal kırıklıklarıyla dolu yumuşacık ses tonuyla… Babam 40’lı yıllardan bu yana daha iyi bir yaşam umuduyla verilen bağımsızlık, özgürlük savaşına, hikayeleriyle, yazılarıyla katılmış bir halk yazarıydı. Muzaffer Buyrukçu benim babamdı… Erdem Buyrukçu
Gercekedebiyat.com