Ayı
Bu aralar keyfim pek yerinde sayılmaz. Bir haftadır doğduğum ormandan çok uzaktayım ve orayı çok özlüyorum. Ne çare ki daha epey bir süre burada yaşayacak gibiyim. Kim miyim ben? Benim adım yok. Küçük bir ayı yavrusuyum. Ormanda annem ve diğer ayılarla birlikte yaşıyorum. En çok annemi, sonra diğer ayıları ve saldırgan olmayan tüm yaratıkları seviyorum. Bir ayı sevilebilir mi? diye düşünebilirsiniz; o annenizse eğer, elbette seversiniz. Ben de annemi her birinizin annesini sevdiği kadar, belki de daha çok seviyorum. Annemin size ürkünç gelebilecek homurtuları bana ya bir çağrıdır veya bir sevgi gösterisi, bir ninni filandır. Siz insanlar, kaba saba davranışlı olanlarınıza “ayı” dersiniz ama inanın ki biz kaba yaratıklar değiliz. Bize sevgi gösterilirse karşılığını veririz. Eh, şiddet ve saldırganlığa karşı da kendimizi savunma hakkımız vardır herhalde. Hoş, tuzaklarınıza karşı kendimizi koruyabildiğimiz söylenemez. Kimileriniz bizi küçük yaşta tutsak alıyormuş. Tutsak ayıların adı hep “Kocaoğlan” oluyormuş nedense. “Ayıcı” dediğiniz kişiler Kocaoğlan’ları eğitip gösteriler yaptırıyormuş. Kendileri eğitimsiz olan bu insanlar bir başkasını nasıl eğitebilir? İnsanca değil herhalde. Sizin deyiminizle “hayvandan farksız” bu kişilerin bizimkileri eğitme şekli de haliyle “hayvanca” olur. Nitekim büyüklerden duyduğum kadarıyla tutsak aldıkları ayıları kızgın sacın üzerine çıkarıyorlarmış. Hayvan derisi gerili bir aletle “güm güm de güm güm” diye sesler çıkararak eğleniyorlarmış. Tıpkı insanların yamyam dedikleri kendi ilkellerinin, diğerlerini yemek için kazanda kaynatırken tamtam çalıp oynamaları gibi. Ayakları yanmasın diye ayı sırayla birbirini bir ötekini kaldırınca, onlar da oynadığını sanıyorlarmış. Ayı bu işkenceye dayanamayıp düşüp bayılıyormuş çoğu zaman. Daha sonra ne zaman o “güm güm” aleti çalınsa, zavallı ayı koşullanmış olarak, işkence korkusuyla aynı hareketleri yineliyormuş. Yalnızca tür olarak insan olduğu için kendine üstün yaratık, akıllı, uygar diyen insanlar, bayılma sahnesinden önce “göster bakalım, kadınlar hamamda nasıl bayılır?” diye soruyorlarmış. Ayı sırtüstü yere yığılınca da en çok kadınlar basıyormuş kahkahayı; düşünebiliyor musunuz? Biz hayvanlarda dişi hep en üstündür halbuki. Ben kızıyorum ama, bu ayıcı insanlara bizim büyükler daha çok acıyorlar. Diyorlar ki çoğu aç ve zavallı imiş. Tutsak aldıkları ayıları oynatıp bir parça yardım topluyorlarmış. Bu yardım bazen ayının karnını doyurmaya ancak yetiyormuş. Yani tutsaklarını doyurmak için kendilerinin aç kaldığı oluyormuş. Ama ben acımıyorum onlara. Çünkü bunu da kendi çıkarları için yapıyorlar; “aç ayı oynamaz” diyorlar. Bir de tutsaklarını doyurmak için aç kalacaklarına salıversinler onları, hatta hiç tutsak almasınlar, öyle değil mi? Birkaç gün öncesine kadar insanlara esir düşme korkusu beni öldürüyordu. Bir an önce büyüyüp güçlü bir ayı olmak istiyordum. Hele insanların “köprüden geçene kadar ayıya dayı dediklerini” öğrenince büyüme arzum daha da arttı. Gerçi bizim köprülerle bir işimiz yok, hatta tutsak olanlarımızın, dev gibi homurtularla vızır vızır geçen araçlardan ödü patlıyormuş. Yine de insanları ürkütmek, kandırıcı da olsa saygılarını kazanmak hoşumuza gider. Sanırım, büyüklerimizin bazen insanları taş yağmuruna tutması bundandır; onların korkup tırsmalarını görüp keyiflenmek içindir. Bazı yaşlıların “insanlar bizim için şeytanın ta kendisi, onlar nasıl şeytan taşlıyorsa biz de onları taşlayalım” dediklerini duydum. Ama ben aynı görüşte değilim; ben insanlarla dost olalım istiyorum, birbirimize zarar vermeden yaşayıp gidelim. Annem de “insanların çoğunluğu iyi, kötü şeyler birkaç çıkarcı yüzünden oluyor” diyor. Doğru. Duyduklarım annemi doğruluyor. Bu yüzden ben büyümek isteğimden caydım; artık hiç büyümemek, hep bir yavru ayı olarak kalmak istiyorum. Bu kez de annem için kaygılanıyorum. Duyduklarım büyüklerimizin can güvenliğinin tehlikede olduğunu gösteriyor. Önceki gün, giyimlerinden şehirli olduklarını sandığım iki insan geldi buraya. Annem uzaktaydı. Ben korkudan şu gür yapraklı ağaca tırmanıp tünedim. Elinde garip bir alet tutana öteki dedi ki: “Biz av turizmiyle ülkemize döviz kazandırmak istiyoruz. Av meraklısı birçok yabancı vurduğu ayı başına yüzlerce dolar ödemeye hazır. Ancak bakanlık izin vermek istemiyor. Birazdan civardaki üç köyün muhtarları gelecek. Onlara köylerine yardım diye biraz para vereceğim, tabii kendilerine de. Her şeyi köylüler ayarlayacak. Parasını verip birkaç kovanı dağıtacaklar, gerekirse birkaçı ayı postu giyip çocuk kaçıracak sonra yavrucağızı aç perişan bulacaklar, tarladaki bazı köylüleri taşlayacaklar, hatta kendi köylerine saldıracaklar. Senin işin tüm olanları görüntüleyip ayıların yaptığını gazetene yazmak ve TV’lerde yayınlamak. Av iznini kopardığımızda yaptıklarının karşılığını fazlasıyla alacaksın.” Korku ve endişeden az kalsın bayılıp tepelerine düşecektim. Biraz sonra köylü kılıklı üç kişi geldi. Onlara para dedikleri kağıtlardan tomarlar verildi. Biz ayıları sorumlu tutmak üzere köylülere ne tür kötülükler yaptıracakları uzun uzun anlatıldı. Anlaşarak el sıkışıp gittiler. Ben ağlarken onlar kahkahalar atıp uzaklaşıyorlardı. Bir süre dondum kaldım. Sonra konuştuklarını düşündüm; insanlara taş atıp korkutmaktan büyüklerimizin hoşlandığını söylemiştim. İnsanların ayı yavrularını kaçırıp tutsak aldıklarını da hepiniz biliyorsunuz. Duyduklarımı anneme anlatırken, ayıların insan yavrularını kaçırıp kaçırmadıklarını sordum. Kendisinin de yaşlı ayıların da bu tür haberleri hep duyduklarını ama böyle bir olaya tanık olmadıklarını söyledi. “İnsanların ara sıra böyle söylentiler çıkarırlar” dedi. “Sonra silahlanıp güya kaçırdığımız yavrularını aramaya çıkarlar, genellikle ayı, tilki, tavşan gibi birkaç hayvan vurduktan sonra söylenti yalan çıkar veya yavruyu başka bir insanın kaçırıp sakladığı anlaşılır.” Annem ara sıra bal getirirdi bana. Bala bayılırım. Bunu insanlardan çalıp çalmadıklarını sordum. Annem acı acı gülümsedi. “Balı severiz bilirsin” dedi. “Sen de çok seversin. Balın sahibi aslında onu üreten arılar. Balı insanlar veya ayılar için değil kendileri için yaparlar. Bitki ve çiçek özünden yaparlar balı. Ama insanlar onların balına el koyar, kendi malları sayarlar. Arılara da kendi yaptıkları tatlı sıvılar verirler. Böylece zavallı arılara kendi ballarını yedirmedikleri gibi balın tadını kaçırıp birbirlerini de aldatırlar. Onların bu yaptığı kendilerine çok olağan gelir de baldan biz bir parça yersek hırsız sayarlar bizi. Malıma zarar verdin diye vurup öldürmeğe kalkarlar. Arının balını çalan asıl hırsız onlar, biz canımızı tehlikeye atıp hırsızdan bir parça aşırıyoruz bazen.” “Armudun iyisini gerçekten biz mi yiyoruz anne?” diye sordum. Nedense kızdı: “bunu sen nereden duydun bakalım? Yine o kötü yavruyla konuştun değil mi?” Sonra yumuşadı; “evladım bunlar insanların uydurması. Solucan kadar balığı kaçırsalar o balina kadar büyük olur. Onun gibi çürük, hatta kurtlu armudu yersek gözleri kalır ‘armudun iyisi’ derler ona.” Annem açlık veya başka bir nedenle zorunlu kalmadıkça hiçbir ayının insanların yaşadığı yerlere yaklaşmayacağını söyledi. “Yaban domuzu, tilki ve çakalların, insanların yaşama alanlarına indiği olur. Nedeni hep açlıktan ölme korkusu. Bunlar genellikle kümes hayvanı yerler. Bana sorarsan o hayvanları yemek insanlar kadar onların da hakkı. Doğal yaşam dengesini her şeye el koyarak ve mallarını korumak için veya çıkar için diğer hayvanları öldürerek insanlar bozuyor” diye ekledi. Öfkeliymiş gibi geldi bana. Ertesi akşam soluk soluğa gelen genç bir ayı ortalığı telaşa verdi. Anlattıklarını dinlemek için inlerin önünde ay ışığında toplanıldı. Genç ayı orman kıyısında bazı köylülerin konuşmalarını duyduğunu söyledi. “Bizim kovanlarını parçalayıp ballarını yediğimizi söylüyorlardı” diye anlatmaya başladı. “Karanlıktan yararlanıp evlerin yakınına kadar gittim. Meydanda toplanmışlardı. Köylü olmayan, değişik insanlar da vardı. Aydan daha parlak ışık saçan aletler vardı direk tepelerinde. Köylülerin televizyoncu dediği, önlerinde ayaklı araçları olan kişiler de vardı. Pencere gibi camlı bir kutuda meydandaki insanlar toplu halde, bazen birer ikişer gözüküyorlardı. Gözlerime de kulaklarıma da inanamadım. Kuyruklu armut gibi bir şey uzatıyorlardı köylülerin ağzına. Hangisine uzatılsa iftiralar atıp bizden yakınıyordu. Bizi perişan ettiler, diyorlardı. Köyü bastılar, ekinleri yok ettiler, diyen vardı. Çocuklarını kaçıracağız diye nöbet tuttuğunu söyleyenler vardı. Hepsi de ‘devlet’ dedikleri birinden bize karşı önlem ve yardım istiyorlardı. ‘Bu ayıların kökünü kurutmadan bize rahat yok bu dünyada’ diye bağıranları vardı. Yakalanıp onları haklı çıkarma korkusuyla bir an önce uzaklaştım oradan. Bence durum endişe verici.” “Haklısın” dedi en yaşlı ayı. “Devlet dedikleri bizi koruma altına aldığını söyler. Ama çıkarları gözünü karartmış insanlara da güven olmaz. Bu köylüler biz onlara ilişmedikçe bir zarar vermezler bize aslında. Hatta biraz da korkarlar bizden. Ancak çok saf insanlar, kolay kandırılırlar. Söylenenin ardında ne var diye düşünmezler, kendi küçücük çıkarları için sonradan pişman olacakları çok şey yaparlar.” Yanındaki kendisi gibi yaşlı iki ayıyı göstererek “biz en yaşlı ve deneyimlileriniz olarak nelere tanık olduk bilemezsiniz.” Diye sürdürdü konuşmasını. “Derisi bozulmasın diye tilkileri yavrularıyla birlikte zehirleyenler mi istersiniz, yuva zamanı pusu kurup kuşları öldürenler mi? Üreme zamanı tüfeğini kapıp ava çıkanlar, göllere patlayıcı atıp balıkların kökünü kazıyanlar, ökselerle minnacık kuşları yakalayanlar... Şimdi de köylüleri yeni bir kandırma girişimi var anlaşılan. Bunun bizim başımıza patlayacağı anlaşılıyor. Birçoğumuzun canına mal olabilir bu. Bu nedenle ben buralardan hemen göçmeyi öneriyorum.” Bir uğultu koptu, her kafadan bir ses çıkıyordu: Nereye gideceğiz? Yerimizi, yurdumuzu mu bırakacağız? Ya gittiğimiz yerde de aynı saldırıyla karşılaşırsak? Öyle ya insan dedikleri denizler altında bile avını kaçırmıyor. Sonumuz geldi anlaşılan. İhtiyar ayı “susun” diye kükredikten sonra yeniden konuşmaya başladı: “Beni dinleyin. Burada kurbanlık koyun gibi ölümü bekleyemeyiz. Doğal yaşamın koruma altında olduğu bir ormanlık alan biliyorum. Oraya göçeceğiz, çare yok. Tehlike geçince arzu ederseniz dönersiniz buraya.” Yaşlı ayı dönüşe ömrünün yeteceğine inanmıyordu anlaşılan. Diğer yaşlı ayılar da onaylayınca herkes hazırlığa girişti. Gece geç saatte ay ışığının aydınlattığı ormanda yola çıktık. Ertesi sabah şafak sökerken buradaydık. Burada kendimizi güvende duyumsuyoruz. Ama ben doğduğum ormanı çok özlüyorum; inimi, tırmandığım kayaları, bodur ağaçları, berrak dereleri. Bizi yerimizden edenlere de çok kızıyorum ama insanlardan nefret etmiyorum, hatta seviyorum. Sonuçta bize bu güvenli ortamı yaratıp bizi koruma altına alan, hatta orman karla kaplı olduğu için bize yiyecek atanlar da insan, gerçek insan, öyle değil mi? (*) Yazarın “Dünya Adlı Gemide” adlı çocuk kitabından Ali Günay Ali Günay
Ğercekedebiyat.com