Son Dakika

mehmet-ulusoy-avrupa-sag-972024122146.jpg


Aslında Avrupa'daki toplumsal, siyasal ve ideolojik kırılmayı, dönüşüm ve başkalaşımları doğru çözümleyebilmek için kanımca en iyi örnek Fransa'dır. Dün, 2. Dünya Savaşı'ndan sonraki yıllarda nasıl komünist, sosyalist ve burjuva milliyetçisi siyasetler açısından model niteliğinde bir ülke idiyse, bugün de aşağı yukarı öyledir.  

İkinci Dünya Savaşı ve sonrası süreç, birinci savaştan farklı olarak, üç olguyu belirgin bir şekilde öne çıkardı. Nazizme karşı demokrasi ve antifaşist vatan savunması ekseninde odaklanan bu olgular şunlardır: 

Birincisi, başta Fransız Komünist Partisi olmak üzere, özellikle İtalyan Komünist Partisi, Jozip Broz Tito önderliğinde Yugoslavya Komünist Partisi, Yunanistan Komünist Partisi vatan savunmasına önderlik ederek büyük kitlesel güç topladılar. Tito'nun partisi iktidar oldu; Fransız, İtalyan ve Yunan partileri ise, iktidarı almanın eşiğine gelmişlerdi. Daha sonra İspanyol Komünist Partisi de Franko faşizmine karşı benzer sonuçlar elde etti. 1980'lere kadar Fransız ve İtalyan Komünist Partileri toplumda ve siyasal, kültürel hayatta belirleyici roller oynadılar.  

İkincisi, De Gaulle önderliğinde Fransız burjuvazisi de Nazi işgaline karşı vatan savunması direnişine aktif olarak katıldı ve Komünistlerle vatan savunması temelinde ulusalcı ittifaklar yaptılar. Bu vatansever direniş ittifakının bir sonucu olarak 50'ler, 60'lar, 70'ler boyunca etkili olan De Gaulle'cü siyasetler devlet politikalarına da damgasını vurdu. Bu kez ulusal düşman değişmişti, aynı ulusal, vatansever duyarlılık ve tavır, Nazilerin yerine geçen ABD'ye karşı da sürdü. Yine bu ulusalcı duyarlılığın bir sonucu olarak Fransa bir dönem NATO'dan çıkmış ve ABD'ye rağmen kendi nükleer silahını da üretmişti. 

Üçüncüsü ise, bu anti Amerikan duyarlılığın temel nedenini, antifaşist Avrupa demokrasi cephesine askeri ve ekonomik destekle ağırlığını koyan ABD'nin Avrupa ulusları üzerinde kurmuş olduğu hegemonya oluşturuyordu. ABD emperyalizmi, artık bağımsızlıklarını belli ölçüde yitiren ama öte yandan ekonomik ve siyasal planda alttan alta bağımsızlıklarını tekrar kazanma arayışlarını sürdüren Avrupa devletlerinin ulusal planda düşmanıdır. Avrupa tekelci burjuvazisi, ABD'nin jandarmalığında emperyalist sömürü ve yağmadan güçleri oranında pay alsalar da bugün bu ikili stratejik konum -direnme ve teslimiyet- hâlâ devam etmektedir. Yani, bir yandan gerçek anlamda ulusal-vatansever niteliklerini yitirmiş, vatansızlaşmış tekelci burjuvazinin ABD ile iş birliği söz konusudur. Ama öte yandan hem burjuvazinin hem de özellikle işçi sınıfı ve emekçilerin 200 yıllık ulusal ve demokratik devrimlerle elde etikleri ulusal ve demokratik büyük kazanımlarını koruma kaygısı. 

MAFYALAŞMIŞ ULUSLARARASI BURJUVAZİ

Kökleri, 1789 Fransız Devrimi'ne ve aydınlanma ideallerine, oradan 1848'lere ve 1871 Paris Komünü'ne dayanan Fransız halkının yurtsever ve toplumcu duyarlılığı ve değerleri, 1991'de Sovyetlerin ve Doğu Bloku'nun dağılmasına kadar (kuşkusuz en başta) sol ve sağ Avrupa'daki bütün siyasetleri şu veya bu ölçüde etkiledi, belirledi. 1945'lerden sonra “sosyal devlet” ilkesinin benimsenmesi, işçi sendikaları ve komünist partilerin halk muhalefetindeki etkili rolleri, çoktan işçi ve emekçi sınıfları temsil etmekten çıkmış, sistemin sahte “sol” seçeneği olarak tahterevallide rol verilen sosyalist ve sosyal demokrat partilerin sık sık iktidara gelmelerinin itici, dürtükleyici gücünü oluşturdu.

 

 Bu gerçeklik, ABD hegemonyasına karşı Sovyetlerin dengenin toplumcu tarafını oluşturduğu İki Süper Dervletin “Soğuk Savaş” dönemi tablosunun bir sonucuydu. Batı'da, kapitalist dünyada bu tablonun gericiler blokunu belirleyen ruh hali, Sovyetlerin estirdiği, kapitalistlerin sınırsız kâr hırsına dayanan aç gözlü saldırganlığını gemleyen -bütün kusurlarına, çelişkilerine karşın- sosyalizm rüzgarının yarattığı korkuydu.

Sovyet Blokunun dağılmasından sonra, 70 yıldır rövanş için pusuda bekleyen, 1917 Ekim Devrimi ve arkasından gelen ulusal kurtuluş devrimleriyle sömürgeci dişleri sökülen mafyalaşmış uluslararası burjuvazi saldırıya geçti. Artık kendini gizleme ihtiyacı duymadan adeta ipini koparmışçasına bütün açgözlülüğü, yıkıcılığı ve kural tanımazlığıyla... Adına “kuralsızlaştırma” denilen, ulusal ve toplumsal kazanımları toptan yok etmeyi amaçlayan bütün neoliberal küreselci planlar, “sınırsız demokrasi ve özgürlük” yalanlarıyla sahneye kondu.  

Bu öylesine büyük bir karşıdevrim, öylesine derin sınıfsal bir intikam projesiydi ki, 1917-90 dönemini içeren sosyalizm korkusunun rövanşı değildi sadece. Taa Büyük Fransız Devrimi'nden bu yana emekçi sınıfların ekonomik, demokratik, siyasal bütün kazanımlarına göz dikildiği gibi, onların hak ve özgürlüklerini evrenselleştiren ve meşrulaştıran bilim, akıcılık, ilerleme, eşitlik, özgürlük, demokrasi, insan hakları gibi ilke ve değerler de kirletilip sahteleştirilerek ele geçirilmeye çalışıldı. Kuşkusuz en başta sosyalizmin, sınıfların, ulusların, tarihin, sanatın, hatta toplumların “sonu” ilan edilerek. 

KÜRESEL KARŞIDEVRİM

Görüleceği gibi, bu tabloda kapitalizmin taşıyıcı kolonlarını oluşturan, ona sınıfsal, ideolojik karakterini veren temel birkaç kurum ve kavram dışında, artık eski kavram, kurum, değer ve ölçütlerle yeni dönemi, bu dönemde olan değişimleri, onların aktörlerini tanımlamak ve analiz etmek mümkün görünmüyor. Eski kavram, değer ve ölçütlerle yeni dönemi açıklamaya ve siyasetler geliştirmeye çalışmak büyük yanılgıların, içi boş hayallerin peşinde koşmaktır; bir halk deyişiyle, “dünkü güneşle bugünün çamaşırı kurutulamaz.” 

   Son kırk yıllık Küresel Karşıdevrim döneminin söz konusu olgularının toplam bir sonucu olarak;  
a) “Sosyal devlet” uygulamasının kaldırılmasına koşut sendikalar işlevsizleştirildi ve etkisizleştirildi. Avrupa siyasetlerinde ve toplumsal sorunlarda sınıf örgütleri ve onların organik bileşeni aydınların rolü adım adım yok edildi ya da en asgariye indirildi. “Sosyalizmin sonu”, “elveda proletarya” teorileryle büyük bir aydın kitlesi satın alındı, devşirildi ve dönekleştirildi. Liberal (özgürlükçü) sol ve neo (yeni) sol olarak tanımlanan bu aydınlar, hepsi de sınıflar ve sınıf mücadeleleri gerçeğini bypas etmede, üzerini örtmede emperyalizmin kullanışlı elemanı olarak, etnik kültürel kimlikçiliğin, feminizmin, LGBT'ciliğin ve çevreciliğin (yeşiller) teorisini yaptılar, aktif kadrolarını oluşturdular. 

b) İşçi hareketinin sınıf bilinçli en seçkin kesimini kucaklayan ve Avrupa'nın devrimci enerjisini temsil eden komünist partiler giderek büyük üye yitimine uğradılar ve neredeyde silindiler. Sovyet blokunun dağılması ve neoliberalizmin, dönekleşmiş sosyalistleri de kullanarak yürüttüğü kapsamlı ideolojik ve kültürel saldırısıyla sosyalizme inanç yitimi ve umutsuzluk, neredeyse 200 yıllık modern çağ boyunca benzeri yaşanmamış en yüksek noktaya ulaştı.  

c) Sosyal demokrat ve sosyalist partiler ise, Birinci Dünya Savaşı'ndan 90'lara kadar, sistem olarak sosyalist Doğu Bloku'nun ve yerel komünist ve devrimci dinamiklerin toplum üzerindeki büyük etkisinin doğrudan bir türevi, yansıması olarak, sistemin “sol kanat” partileriydiler ve daha toplumcu, kamucu bir siyaset izlediler. Daha soldan gelen ideolojik, siyasal eleştiri ve baskılar nedeniyle buna da zorunluydular; çünkü tarihsel oluşumları, konumlanmaları ve söylemleri bunu gerektiriyordu. 

90'lardan sonra ise, bu konumlanma, dayandığı strateji ve siyasetler kökten değişti. Kapitalizme karşı radikal bir toplumsal değişimi savunan komünist ve devrimcilerin toplum üzerindeki etkili ve saygın konumlarının sona ermesi ile birlikte, daha önce sürdürmeye çalıştıkları toplumcu, kamucu ve sosyal devletçi siyasetleri terk ettiler. Serbest piyasacılığı ve küreselci projeleri tamamen benimseyerek ABD merkezli emperyalist hegemonyacı siyasetlerin bir uzantısı, uygulayıcısı haline geldiler. 

Günümüzde komünist partilerin yüzde 1-2'lere inen oylarıyla, sendikaların etkisizleşip işlevsizleşmesiyle Avrupa'da, bir avuç aydın dışında, ne toplumsal devrimi, gerçek anlamda sosyalizmi savunacak ne de emekçilerin ekonomik-toplumsal hakları için mücadele edecek ciddi bir güç ve merkez kalmıştır. Şu anda, yaklaşık son 150 yıllık tarihin emekçiler açısından en kötü, en karanlık dönemi yaşanmaktadır.  

  Bu noktada, Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinde serbest piyasacı uygulamalar karşısında bunalan işçiler, orta sınıflar ve çiftçiler için artık temel sorun, ideolojik ve siyasal olarak kayıtsız şartsız kendilerini savunacak –ve aslında olmayan- bir partiyi desteklemek değildir. Aksine ana eğilim, ulusal kimlik ve değerlere sahip çıkmak başta olmak üzere, iş güvencesi, ücretler, sosyal haklar vb temel ekonomik ve toplumsal sorunlara çözüm getireceğini vaadeden kendilerine en yakın partiye oy verme noktasındadır. Birkaç yıl önce “sarı yelekliler” eyleminde görüldüğü gibi, eyleme katılanların büyük çoğunluğunun, geçmişte Fransız Komünist Partisi ve sol partilere oy verdiği halde, yeni durumda, herkesi şaşırtan bir şekilde, Marine le Pen'in Ulusal Birlik Partisi'ni desteklediği ortaya çıkmıştı. 

MİLLİYETÇİ ULUSALCI SİYASAL EĞİLİM

Sonuç olarak, neredeyse ciddi, etkili ve güven verici hiçbir sol partinin kalmadığı koşularda ve yukarıda resmini çizmeye çalıştığımız yeni Avrupa gerçekliğinde, “aşırı sağ” ve “ırkçı” tanımından çok milliyetçi/ulusalcı tanımına uygun düşen bir siyasal eğilim ya da siyasal dalga ile karşı karşıyayız. Öyle bir dalga ve onu kucaklayan siyasal yapı ki, babasının ırkçı düşünce ve siyasetlerini büyük ölçüde terk eden, üstelik yeni program ve siyasetlere karşı çıkan babasını parti üyeliğinden atan bir Marine le Pen ve partisinden söz ediyoruz. Irkçı mı, faşist mi, yoksa “ulusların sonu”nu ilan eden küreselci ABD hegemonyasına ve onun sosyal demokrat “sol” ve liberal sağ yardakçılarına karşı, en asgari anlamda, Hitler faşizmine ve ABD hegemonyasına direnen ve ulusunun onurunu en yüksek düzeyde temsil eden De Gaulle'cü bir ulusalcılık mı izlediğini ciddi olarak düşünmek ve tartışmak gerekiyor.  

  Son kırk yıllık süreçteki bu köklü değişimler kavrayabilmek için çok uzağa gitmeye gerek yok; 90'lardan sonraki aynı süreçte bizde de sol ve milliyetçi sağda yaşanmadı mı? Sovyetlerin dağılmasıyla ülkemize yönelik yükselen küreselci emperyalist müdahale ve saldırı tehlikelerine karşı, dün solun “ırkçı”, “faşist” dediği ülkücülerde ve dün sağın “Moskovacı komünistler” dediği sol ve sosyalistlerde, antiemperyalist, ulusalcı ve devrimci eksende kendini yeniden tanımlama kargaşası ve telaşı yaşanmıyor mu? Bunun sonucu, “sağ” ya da “sol”, radikal, köklü değişimden yana bütün dinamiklerin Kemalizm'in temsil ettiği devrimci milliyetçilik ve vatanseverlik ekseninde buluşma yönünde büyük bir değişim ve dönüşüm gerçekleşmiyor mu? 

 

Mehmet Ulusoy  Gercekedebiyat.com 

ÖNCEKİ YAZI

Benzer İçerikler