Yasak alan / Azad Karadereli
Acıları güç toplamak için kullanmak gerek. (Tibet Atasözü) Sır dolu dünyamızda her insan gizemlidir. Sıradan bahçıvan bildiğinin de kimseye söylemediği veya diyemediği bir sırrı var. Çok uzaklaşmayalım, babama bakalım. Okula doğru geliyor ve gelirken de benden, öz oğlundan neleri sakladığını düşünüyor belki de... Önceki yıllarda Sovyet hükümeti bunu bize öğretmiş: Ne kadar az konuşursan, başın o kadar beladan uzak olur! Eski zamanlarda neler olmamış ki?! İskender'in boynuzu olayından kafayı yemiş berberin derdini kuyuya bağırması ve bunu duyan kamışlar... Kaleler, devlerin dizine baş koyan güzeller... (Bizim taraflarda kaleler pek fazla değildi. Ondan ki, dağlar, bu dağlardaki barınaklar öyle doğal kalelerdi ki. Köyümüzün karşısında Kaladaşın’da yaklaşık üç yüz elli metre yükseklikte dağda insanın öylesine geçebileceği - uzaktan bile görünüyordu - iri bir yarık vardı ki söylenene bakılırsa, o yarıktan dağın içlerine doğru uzun bir yol varmış. Güya o yolun bir ucu gidip Aras'ın ötesinde Karadağ’daki barınaktan dışarı çıkıyormuş. Anlatıma göre, eski zamanlarda düşmanlar saldırdığında ağır bir savaş olmuş, kadınları, kızları, yaşlıları, diğer sakat insanları kurtarmak için onları Kaletaşındaki o yere kaldırmış, tek tek oradan geçirerek sağ salim Karadağ’daki o barınağa çıkartıp sağ salim Üçdibi’ne götürmüşler. Köyde anlatırlardı. Birileri bir zamanlar ne zamansa oraya giderek, dağın içerisine kadar gidip, ama geri dönememiş. Bu da bir sır olarak kalmış. O delik her yıl kartalın yuvası olurdu ve yavrularını bu yüksek kaya taraftaki yuvasında gözümüzün önünde tavşan, keklik etiyle büyütürdü. O kartal da bir sırdı bizim için. Ve o sırları çözmek için bir gün ben elbiselerimi çıkarıp nehirin kenarına bıraktım, o sarp kaya ile tırmanarak kartalın yuvasına kadar çıkmaya çalıştım. Örümcek adam yüzkatlı binaya nasıl tırmanıyor, ben de adım atmaya, elle tutmaya bile yer olmayan bu sarp kayaları yukarıya doğru tırmanıyordum. Dizlerim ve kollarım kan içinde olsa da, inadımdan dönmedim. 14 yaşındaki bir çocuğun azmi sert kayalara karşı zafer kazandı. İlk anda buranın korkusu korkuttu beni: uzaktan ufacık gözüken bu deliğe 3-4 kişi şığardı. Yuvadaki kartal yavruları beni annelerinin getirdiği et bilip gagası ile vurmaya başladılar. Çok yakından anne kartalın sesini duyarak korktum. Başım nasıl döndüyse, kayada bitmiş dallardan tutmasam, muhtemelen şimdi bu yazıyı yazamazdım - ölmesem de aşağı yuvarlanmış olacaktım. İnanmayacaksınız: beni gagası ile vurmaya çalışan iki kartal yavrusuna gözümün ucuyla baksam da, “dağın içine doğru giden o yolu” sadece göremedim, hatta tek bir anda birinin bana taraf uzanmış elinden tutup kayalıktan indim - daha doğrusu uçtum - ve bir de, dağın dibinden şakır şakır akan nehri gördüm. O elin kimin eli olduğu halen benim için gizemden ibaret. Uzaktan bana bakanlar, güya o el el değilmiş, ana kartalın kanadıymış bana taraf uzatmış, öyle inmişim diyorlardı. Ama sırrın sır oluşu ebedi oluşundan. Örneğin, Bermuda üçgeni gibi. Veya dünyaca ünlü sevgili gibi; gazeteden okumuştum, Fransız kadın Madam Claudi Rza Şah Pehlevi, John Kennedy, Giovanni Agnelli gibi dünya liderlerinin ve diğer ünlülerin sevgilisi olmuş. Madem Claudi, hiçbir müşterisinin sırrını asla ifşa etmediğini söylermiş. ...Adam okulun önünde durarak nefes alıyor, şapkasının arkasını kaldırıp havayla tepeden aşağıya doğru (okulumuz dağın eteğindeydi) bir yere bakıyor. Bu ufak boylu adamda ne sırlar var, bilmiyorum. Arkadaşı kolhoz başkanı Selim'le köylümüz Tahir'in beş tonluk su taşıma aracı tutacak kadar votka içmişti. Sonuç ne oldu? Selim'in şımararak kadınlara, kızlara yan gözle baktığını sindiremedi. Onun bildiği bir sırrı (yine sır!) gidip “kekebe” nin başkanına söylemiş, garibanı içeriye tıktırmıştı. Halen içeride. Üzerinden yedi yıl geçti, bir tesadüf sonucu öğrendim bunu - trenle Bakü'ye giderken trendeki arkadaş anlattı. İçeride Selim'le aynı koğuşta yatmıştı. Elbette, beni tanımadan söyledi bunları. Sonraları babama sordum. “Kekebe”nin* Başkanı bilince hemen arkadaşını içeri sokturdu. Sebep neydi? Hangi sırdan dolayı? Kızdı, herşeye burnumu sokmamamı söyledi. Ve ya annemle aralarında olan o müthiş sır! Olan diyorum. Sanki her şeyi biliyorum. Aslında hiçbir şey bilmiyorum ve belki de bunlar kendi sırlarını bu dünyadan kendileri ile de götürecekler. (Götürdüler de. Babamla annem ben bir yaşlarımdayken ayrılmışlardı. Babam ne kadar beklese de, annem onu ??kabul etmedi. Neden? Bak, bunu kimse hala bile bilmiyor. Burası bize yasak bölgeydi.) “İlçeye ne zaman gidiyorsun?” “Hesapları yapmaya çalışıyorum. Hazırlar hazırlamaz eğitim şubesine gideceğim. Bu yıl bir sınıfımız arttı...” “Adil hocayı hatırlıyor musun? Benim eski dostlarımdandı... Afganistan`dan dönmüş galiba.” Ben, onu neden Moskova'ya, oradan da Afganistan'a götürmüşler diye sordum. Cevabında bir sorun olduğunu söyledi. Çünkü Adil`in oğlu Afganistan'da savaşmıştı. Sonra çinko tabutta cesedi de geldi. Sen o zamanlar okuyordun. Ben cenazesine gittim. Zavallı adam çok kötüydü. Saçını başını yoldu. Sonra da bağıra bağıra dedi ki, baltayı getirin, tubutu kırmak istiyorum, oğluma bakmak istiyorum! Çok acıydı... çok. Çocuk Tıp Fakultesini bitirince uçağa tıkıp o harabeye götürdüler. Hem doktorluk yaptı, hem de savaştı. Çok sayıda ödülleri varmış... “Tabutu açtı mı?” Adam yüzünü buruşturarak bana bakıyor. Ve bir anda yüzü gölgeleniyor. “Sen ne diyorsun? Onlara da kekebe derler! Bilmiyorum, yerin dibinden mi çıktılar, göydenmi indiler, iki adam hemen dikildi Adil`in tepesine. Ben yakındaydım. Kot giymiş gencin dediyin qulağım aldı: “Adil hoca, vı suma saşli ?!”** Ses tanıdık geldi. Dikkatlice baktım, şaşırdım: bizim memleketten olan, cumhuriyet kekebesinde yüksek görev yapan albay Azrail idi. (Bu, onun mahlasıydı.) Babası babamla arkadaştı o nedenle bizi tanıştırmışlardı... Öteki Rusa, ya da Yahudiye benziyordu. Kimdi bilmiyorum, Azrail görev acısından üstündü - gözü onun ağzındaydı. Rusa, ya da Yahudiye öylesine “uberiti"*** deyince Adil`in evini tek anda silahlılar ablukaya aldılar. Cenazeye gelenleri delip geçtiler. İlçe kekebesinin başkanını bile yaklaştırmadılar. Cesedi, yani o çinko tabutu, kendileri götürüp defn ettiler. Azrail`in gözü beni tutmuş. Bir baktın birileri kolumdan tutu kulağıma fıasıldadı: “Taksiye binin, köyünüze gidin, beş kişilik yemek hazırlayın, iki saate geleceğim.” “Geldiler mi?” “Evet, geldiler, çok iyi votkam vardı, ondan da içtiler, yiyip içip gittiler... İki yıl sonra Bakü'de Azrayıl`le görüşünce o konuyu sordum. Dedi ki, sorunlu bir olaydı. Adil’in hem oğlu öldü, hem de rezil oldu... daha devam edemediği için ben de konuyu kapattım. Şimdi bak kaç yıl geçti? Tamtamına altı yıl!.. Adil`den halen vazgeçemezler... İçinde memleket sevgisi, saygısı vardı, yardımcı olmuştu, maarif müdürlüğü yapmıştı, oğlu Azim Afganistan'da öldüğünde okul müdürüydü... İşte şimdi de müdürdü galiba, değil mi? Çıkardılar mı? “Hayır, müdürdü. Çıkarmışlardı işten. İlçede konuşuyorlardı, Bakü'de dediğin o Azrayil`in yanına gitmiş. Ne dedi, ne dememiş, bilmiyorum, görevine geri dönmüş... “Gizemli olaydı. Mutalaka ya okula git, ya da evlerine. Gizlice öğren, bak neymiş konu. Ya da hiç sorma. Sorunlu olay... Adam sanki bir şeyler biliyor, ama benden gizliyordu. Bunun bilmediği şeye lanet olsun ... Sınıf kapısına varınca birden geri dönüyor: “Eliboş gitme ... birşeyler al.” Adil hoca gerçekten olgun bir adamdı. İki sene filan vardı benim müdürlük yaptığım. Maarif binasında beni görünce yanıma geldi, elimi sıkıp “oğlum, iyi ol, sen iyi bir adamın oğlusun ...”, dedi. *** İşe gelmiyor dediler. Hatta duydum ki, çok sarsılmış. Yemiyor, içmiyor, konuşmuyor. Adamları sanki tanımıyor. Gitmemeyi önerdiler. Ama babama söz vermiştim. Kendimi bile bir merak çekiyordu oraya. Avlu kapısında oğlu Lazım karşıladı beni ve yüzünü falan buruşturarak ellerini belirsiz semte uzattı: “Çok zahmet etmiş... İnan ki, hali yok ... İçeri girmeniz tavsiye edilmez ... kötü anlaşılmasın, babanızla da arkadaş, biliyorum ... Size de saygısı var.. Bu herifi günahım kadar sevmem. Raykomda**** çalışıyor. Kendini parti başkanı sanıyor. Saygısızın, eşeğin teki. Hatta, adam kimsenin yuvasını bozmak istese, bunu gönderiyor denetime. Ama gözü elimdeki meyveyle dolu poşette. Babam boş gitme demişti ya. Görevdeki şahısın gözü hep elde olur. Ben de avludaki meyvelerden toplayıp 10-12 kiloluk bir hediye yapmıştım, nasıl olsa İlçe merkezi, pazara bakıyordu. Şimdi bunu o gerizekalıya vermek falan istemiyordum. “Babamın bir lafı vardı. Adamı iki dakikalığına göreyim.” Sandalyede oğlu Azim’in camlı çerçevedeki kaptan kıyafetindeki fotosu ile karşılıklı oturmuş. Bana doğru hiç bakmıyor. Sigarasını pöfürdetiyor. Poşeti açarak içinden bir iki elma çıkararak önündeki tepsiye koyuyorum. İlk andan elmanın hafif kokusu odaya doluyor ve sanki aradaki gerginliği hafifletiyor. Aniden dönüp bana bakıyor ve gülümsüyor. Onun böyle gülümsemesi beni de cesaretlendiriyor. Yaklaşıp elimi uzatıyorum. “Nasılsınız?? Babamın da selamı var.” “Sağol. İyiyim.Otur.” “Ama Lazım hoca ...” “Haltediyor Lazım hoca. Onlar beni bu hale getirmedi mi? “Nasıl desem, bilmiyorum. Babam da rahatsız, aslında. Oysa sizi neden çağırmıştılar ki? Bak kaç yıl geçti. Konu nedir?” Babana söyle, durumum iyi değil ... Sen edebiyatçısın ya. Fuzuli`nin dediği gibi: Olsaydı bendeki gam ferfadü mübtelade / Bir ah ile verirdi bin Bisütunu bade… Ölümü ölüm oldu, zülümü da ondan artık ... Ne açabilirim, ne anlata. Baban buralara geldiğinde bir dertleşelim... Bu dediklerimi hiç kimseye söyleme. Soran olursa, de ki, kendinde değil ... Geldiklerinde işgüç beni meşgul etti, Adil hocayı tamamen unuttum.Babamlara da gidecek zamanım olmamıştı. Sadece iki gün sonra adam okula geldiğinde odama çağırıp olanları anlattım. O da garip bir şekilde kafasını salladı: “Ehhh ... Afganistan orda da insanı yutar, burda da. Kekebe bir adama takıldı mı, zor bırakır.” *** Masazır kasabasındaki mülteci ilçesine çağırmıştılar. Orada göçmenlerin bir bölümüne yeni evlerin anahtarları verilecekti. Ben de çalıştığım gazete için bir şeyler yazacaktım. -Öğretmenliği bıraktım, şimdi gazetecilik yapıyorum.- Mülteci kuruluna gelen beni kenara çekti ve yavaşça dedi ki, böyle yerlerde daima kızgınlık falan olur, bu doğal. Çalış genel bir şey yaz. Konuşmalar filan oldu ve ben de karşımdaki rehberime notlar yapıyordum. Bu arada, gözleri çukura düşmüş yaşlı bir adam yanaştı bana ve gülümsünüb (aslında kendini gülümsemeye zorladı desem, daha doğru olurdu dedi: “Ay hoşgeldiniz! Nasılsın? Babnın durumu nasıl?” Çok dikkatle baktığımı görünce “Adil`im de, Adil hoca ... Evet, çok yaşlandın... seksen beşe geldim yahu.” Yerimden hopladım. Sarıldım ona ??ve özür diledim. -Bir zamanlar gördüğüm o boylu poslu adam, şimdi küçük bir çocuk gibi kucağıma sığdı.- “Toplantı bittikten sonra misafirimsin”, dedi ve, “bize bir yıl önce ev vermişler bu mülteci kampüsünde, Allah razı olsun.” dedi. *** (Çok sular aktı o yıllardan, çok sular duruldu. Yok, duralmadı, şimdi daha çok bulandı.Bizim kahramanların ana yurdu, doğduğu bölge, köyü Ermeniler tarafından işgal edildi. Aynı gün bir olay olmuştu, onu burda size anlatmam lazım. 1993 yılının sonbaharıydı. Bize haber göndermişlerdi ki, durum kötüleşmeden, Aras`tan atlayıp İran tarafa geçmek, oradan da İmişl`ye gitmek gerektiği söylenmişti. Artık Fuzuli ve Cebrail işgal edildiğinden, Karadiz yolu kapalı idi. Bu yüzden ben ilçe merkezine olayı netleştirmek için gitmiştim. Aras'ın suyu gürdü. Oradan bir şekilde geçmek olmazdı. Geri döndüğünde dediler ki, komşunun dokuz yaşındaki oğlu Mürsel ortadan kaybolmuş. Durum ise gittikçe kötüleşiyordu. Ermeni ordusu her an bölgeyi işgal edebilirdi. Nihayet, haber geldi ki, çocuk gidip Kaletaşı’ndaki kartal yuvasına tırmanmaya çalıştı, ama dağın ortasında sıkışmış, ne ileri gidebiliyor ne de geri done biliyor. Ben dağın dibine geldiğimde artık burada hayli insan toplanmıştı. Biri de dağa kalkmıyor, bazısı çocuğa bağırıyor, bazıları tavsiye veriyor, hatta birileri ağlıyordu. Ben mecbur olup dağa doğru çıktım. Ayakkabımı ve ceketimi çıkarıp yukarı tırmanmaya başladım. Çocuk beni görüp ağlamaya başladı. Anladım ki, çocuğu cesaretlendirmesem oradan düşebilir. O nedenle kalktıkça yüksek sesle konuşmaya başladım: “Mürsel, biliyorum ki, sen cesur bir çocuksun. Sen ordan düşmezsin Hatta senin oraya neden tırmandığını da biliyorum.. Sıkı dur... Az kaldı sana ulaşmama... Oraya varınca sen ayağını benim elimin birinin içine koyacaksın... Sonra yavaş yavaş birlikte oradan eneceğiz... Yolda Mürsel`in ağlayarak söylediği söz beni yılan gibi soktu: “Hocam, ben istedim, Kaletaşındakı kaleye çıkmayı ben istedim, sonra köyümüzün tüm insanlarınını oraya toplamak istedim ki, Ermeniler gelince bizi bulamasınlar... Ordan diğer tarafa yol var diyorlardı… Bir de diyorlardı ki, siz ben yaşta iken oraya çıktınız mı? O yol var mı? Çocuk hüngür hüngür ağladı. Ben bütün yolların kapandığını, sadece Aras`a dokulu olduğumuzu bu bebek fidana nasıl diyeydim? Onun kalbini nasıl qıraydım? Onlar öğretmenlerini herkesten güçlü sanırlar ...Ama şimdi benim de gücüm kalmamıştı. Çocukla beraber ağlamamak için öne geçtim. Eski değirmen yerine varınca omuzlarım beni dinlemiyordu. Biz aynı gün kendi köyümüzü terk edip Aras`a vardık. İran araçlarına binip Aras'ın diğer tarafı ile İmişli`ye geldik. Ordan da Bakü'ye vardık, göçmen olduk... O zamandan 20 yıl geçti ...) *** “Bu defteri sana veriyorum... Emanet... Söyle bakalım sen biliyor musun benim Doğu Bilimleri Fakültesi`ni bitirdiğimi? Baban söylemedi mi? Allah rahmet eylesin. O benim sırdaşım oldu. Her sırrımı biliyordu. Ondan hiçbir şeyi saklamazdım. İşte o zaman bu defteri sana verecektim baban izin vermedi. Yalvardı, genç, çılgın, yazar, bozar, rezil oluruz: sen de, ben de... O yüzden sakladım bu sırrı yıllar boyunca... -Kalbim çarpıntıyla artmaya başladı. Evvala, babamın benden gizlediği bir sırr ifşa olmuştu, ikincisi, bana Afganistan'da savaşmış gizemli bir savaşçının kaleme aldığı gerçekleri birkaç yıl sonra okumak kısmet olacaktı!..- “Oğlunuzun mu defteri?” Elimde olmadan tepki verdim. O da hiç şaşırmadan “evet”, diyor ve kat kesmiş siyah kadifeye kaplı defteri çıkartıp ortaya koyuyor. Kadifeyi de dört katlayıp kadın gibi okşuyor. (Öyle bir anda aklıma geliyor ki, Adil hocanın karısı Mülayim hanımın aynı bu kumaştan elbisesi vardı. O elbise bu boylu poslu kadına çok yakışıyordu. Onun bembeyaz endamı bu giysinin içinde bir ağaç gibiydi. Bu siyah kadife hüzünlü hanımın üzüntüsünü biraz da artırıyordu. Ama vallahi, üzüntü de yakışıyordu ona. Adil hoca yanyana maarif konsey toplantılarına geldiğinde - o, bahçe başkanı ve okul müdürleri ile birlikte bahçe yöneticileri de o oturumlara katılıyorlardı - herkes dört gözle bu hanım hanımcık kadına bakardı. O, oturumlara geldiğinde oturumlara renk katıyordu, erkekler kendilerini toparlar, biraz gençleşiyorlardı sanki.) Yılların üstüne kendi ağırlığını koymuş deftere öyle bakıyor ki, sanki mayına bakıyordu. Protezinin arasından çenesine sızan ağız suyunu elinin arkasıyla silerek hafifçe bir “off” çekiyor ve diyor: “Evet”, dedim, şülğüzümme* oldum, aslında “yok” demeliydim. Yani hem evet, hem hayır ... Şaşırıp kalmıştım. Nasıl yani hem evet, hem hayır? Adamın aklı karışmasın mı? Ama öyle mantıklı konuşuyor ki ... “Dedim ya, ben Doğu Bilimlerinden mezun oldum... Farsça`yı kendi dilimiz gibi biliyorum, Arapçayı da orta ... Bu ellerim kurusun ... Zaten kurumuş, - mosmor damarları toprak yemiş solucan gibi ortaya çıkmış ellerini bana göstermiş gibi öne uzattı. Bu ellerimle Azim`e Arap alfabesi öğrettim, sonra da Farsça`yı... Lazım`ın hafızası kötüydü, ögrene bilmiyordu, ama sonu kara olmuş Azim, oldu da böyle bilesen nasıl öğrendi!.. Tıp fakültesini bitirince aldılar oraya... Biliyor musun neden? Anketinde yabancı dil yerine Farsça yazmış... Yahu, İngilizce yazsana! Sen gerçekten İngilizce mükemmel biliyorsun...” İhtiyar oğluyla yüzyüze konuşuyormuş gibi bir an için beni unutuyor, ona yöneliyor: ‘Senin ne işin vardı o dağlarda?!. Bak kaç yıl geçti, hala oralarda savaş dinmemiş...” Sonunda, beni görüyor. Elini kaldırıp canı çıkıyormuş gibi “eh” deyip elleri titreyerek sigara yakıyor. Sonra gelinini sesliyor: “Yavrum, ne oldu?!” Kıskıvrak giyinmiş genç bir hanım bizim olduğumuz odaya giriyor. Stola tepsiler, bardaklar geliyor. Ben konuyu anlayıp gitmek istiyorum. Ama adam bir elini kadife kalıptan araladığı, üstüne solgun harflerle, Latin harfli Azerbaycan alfabesiyle DEFTER yazılmış emanetin üstüne koyuyor, öteki ile benim elimden sımsıkı tutuyor. Sonra elimi bırakıp iki parmağını boğazına götürüp neredeyse yalvarıyor: “Beni kırma. Erişte var, ardından da lezzetli börek. Hem işkembeden, hem de yeşillikten. Guba`dan da super votka getirdim, torunumun hanımı oralı ya. Onu da ufak ufak içeriz. Ben de senle bir duble alırım...” Daha uzatmanın yeri yoktu. Bir de ki, ben bu sırrın sadece defterden ibaret olmadığını anlıyorum. Adamın bana diyecekleri var galiba... Ve bir de “hem evet, hem hayır”, dedi ... Erişte yerken arasında bir kadeh votka içiyoruz, ikimiz de ter içindeydik. Adam pek ustaymış, masada küçük mendiller var ve terimizi onunla silip börek yemeye devam ediyoruz... “...Moskva`da Bir albay anlattı. Bu esmer adam bana ilk anda doğal gelse de, biraz sonra beni korkuttu ki, şaştım kaldım. Karşıma sakalı kuşağına dökülmüş bir çocuğun resimlerini koydu: “Znaeş?!”*, dedi. “Ben de dikkatle bakınca kafamdan duman kalktı.” Azim`di! Sakallı, başında külahı, üzerinde bizim kadınların kıyafetine benzer Afgan giysisi... Öldüm, oğlum, öldüm... peki çinko tabutdakı kimdi diye sormak istesem de sesim çıkmadı. Bunun yerine albay parmağını öfkeyle bastı Azim`in fotosunun üstüne: “On düşman! On basmacı! On modjahed! Ni prosto modjahed, geroy Avganistana! Panimayeş?!*” On düşman! On basmacı! On modjahed! Ni prosto modjahed, geroy Avganistana! Panimayeş?!*” Birden kravatından tutup kendine doğru çekti ve beni hayrete düşürecek bir sesle, Türkçe bağırdı: “O bizim halkımızı rezil etti! O bizi sırtımızdan vurdu!” Aniden durdu. Yüzü eğildi. Gözleri doldu. Kırılgan sesle devam etti. “Anlıyor musunuz?! Onu istihbarata ben hazırlamıştım ... Burda o pis halkın dilini sadece bu dönük oğlunuz, bir de ben biliyordum. Afgan dili ile Fars dili çok yakın, bu birinci. İkincisi de orada bizden olan, tıpkı bizim gibi konuşan halk var: HAZARALAR. Azik onlarla da ilişki kurabiliyordu. Oğlunuzu kendim hazırlamıştım istihbaratçı gibi. Bir avantajı da vardı ki, doktordu ... Onunla istihbarata gidenlerin yaralarına ilk yardımda buluna biliyordu. O mükemmel bir istihbaratçı. Benzeri yoktu ... Sonunda da böyle oldu ... vidis? On nastayaşşiy Boyavik!*” “Siz Azik dediniz?”Sonunda sesim çıktı. “Evet, bu onun mahlasıydı.” “Peki o şimdi nerede?! “Sizi o yüzden çağırdık. Ona da artık bilgi verilmiş. Yarın siz Afganistan'da olacaksınız. Sizi onunla buluşturacağım ... Ama dikkatli olun. Oğlunuz da olsa, çok rezil çocuk ... O tarafa geçenden sonra iki kez buluşdum onunla. Her zaman öyle konuşma yaptı ki, ben de neredeyse onunla beraber gidecektim. Ne laflar... Bilmiyorum, orda bizimle aynı dilde konuşanlar var ... diyor, bir zaman bu yerler bizimdi. Nadir Şah almış buraları... Ama gerçekten, orada bizimle hemen hemen aynı dilde konuşanlar var ... Kendilerini Hazarlar adlandıran o soylar da ellerinde silah bize karşı savaşıyorlar ... Azim, onların içerisinde ... Onu oraya çekip götüren neydi? Keşke onu bilsem ... “Böreklerden ye, lütfen! Arasını aç, bu tere yağından da koy arasına ... Böyle daha lezzetli oluyor ... Nerdea kalmıştım? He-he ...” “...Ertesi gün biz uçakla Afganistan'a gittik. Öyle ayağımı ilk kez yere bastığım andan tuttu bu toprak beni ... İnanamazsınız - yer, gökyüzü, gökyüzünden asılmış gibi görünen dağlar beni kendine çekti. İçim dışım halsiz gibiydim sanki. Ne hikmet vardı, bilmiyorum, toprak alıp götürüyordu beni. Sanki bir kez gelmştim buraya. Bilmiyorum, belki okuduğum bölüm, Doğu tarihini, edebiyatını mükemmel bildiğimdendi, ya da ne zamansa ulu atalarımın Bayram Han Baharlıyla veya Nadir şahla beraber bu çöllerde at kullandığından, kan döktüğündendi, ya neydi, bilmiyorum, buranın toprağı çekti beni de. Çünkü biz de Baharlı soylarındandık. Bu toprak üstte Baharlılar o kadar at kullanmış ki...” Albay (ben onun adını sormadım, o da söylemedi.) benim halimin tuhaflaştığını anlamıştı sanki. Elini gözüne günlük yaparak baktı bana: “Oğlun o kadar milliyetçi ki, insanı yolundan saptırır ... Biz seni onun yanına götürdüğümüzde tek olacaksın ... seni de yolundan saptıra bilir ...” O güldü. Ama benim içimden simsiyah kanlar akıyordu. Ben nasıl bir oğul büyüttüğümün farkındaydım. Ona mert, eğilmez, cesur olmayı, spor yapmayı, doktor gibi herkese aynı gözle bakmayı ve nihayet, büyük SSCB ile beraber, kendi milletimizi sevmeyi de ben eğitmiştim ... Ve ben aptal gibi ona, biz Türküz diye anlatmıştım. Dünyanın en eski, en büyük halklarından biriyiz. Ona Güney Azerbaycan, Türkiye, diğer Türk dilli halklardan da da bahsetmiştim... Ona Nizami'nin “Hamse” sini, Firdövsinin “Şahname”sini orjinal okumayı öğrettim. Onu, aslında o albay değil, ben yetiştirmiştim - kendime, ülkeme, SSCB'ye karşı *** Üç gün Afkanlarla bağlantı kurmak mümkün olmadı. Daha doğrusu, Azim`le. Çaresiz kalan albay benim konuşmamı kaydetti. Toplam beş, ya altı cümleydi. Yaklaşık şöyle cümleler vardı orda: Oğlum, Azim, benim, baban Adil. Lütfen gel görüşelim. Annenin, Mulayim`in de sana sözü var. Ben şimdi Afganistan'da, Pencşir`in yirmi kilometre uzağındayım. Senin dostun, komutanın albayın yanındayım. Gel görüşelim. Bu konuşmanın kaydından 3-4 saat geçmeden haber geldi ki, Azim buluşmaya razı. Ben albayla beraber araca bindim. Arkamızdan da üstü çadırlı, askerle dolu başka bir araç ilerliyordu. Gelip bir dağın eteğine vardık. Araçlar durdu. Onların içerisindeki askerler (yaklaşık 15'e yakın asker.) üç gruba ayrılıp dağa doğru ilerlediler. Ben de bu birliklerden birinin arasındaydım. Dağın yukarısında bir mağara vardı. Oraya 3-4 kilometre kaldıklarında askerler kayaların arasında kendilerine barikat bularak saklandılar. Albay mağarayı bana göstererek: “Burdan sonra yasak bölge. Biz daha ileri gidemeyiz. Eğer yaya gitmeli olacaksanız. Mağaranın yanına varınca gelip sizi bulacaktır... Onlar Puştuca - Afganlar bu dili konuşuyorlar, Farsça'ya çok yakın bir dil ... Yani birbirinizi anlarsınız. Bizim dilde danışanları da var - hazara dilidi bu. Zaten bizim dile yakın bir dil. Korkmayın. Oğlunuz onların en sevimli adamı. Size dokunmayacaklar. “Korktunuz mu?” Ben soruyorum. Adam acı acı gülümsüyor. Kadehlerimize votka koyar ve “senin şerefine” deyip yaşına yakışmayan haraketlilikle içiyor. “Korkmaz mıyım? Bacaklarım titriyordu. Bir ufak kurşunu soğutmam bir yana, bu yabancı toprakta cesedim arada kalacaktı... Oğlumu da görmek nasip olmayacaktı... “Adam eliyle böreği işaret ediyor.” Bu börekten, lütfen... Çok lezzetli... Evet, yaklaşık 300-400 metre tırmanmıştım ki, Farsç`anın biraz kaba biçiminde bağırdılar: “İst! Destoha bala!”* Ellerimi kaldırdım. Bir sakallı gelip beni silahının burnunda mağaraya götürdü. Burada gözlerimi bağladılar. Yaklaşık bir kilometre kadar yol gittik. Birileri kolumdan tutsa da, sık sık ayağım taşlara takılıyordu düşüyordum. Ama koluma giren adam beni bırakmıyordu. Sonra araba sesi duyuldu. Mağaradan çıktığımızı anladım. Beni arabaya bindirdiler. Yarım saate kadar yol gittik. Sonunda gözlerimi açtılar. Demin gördüğüm dağın uzaktan gölgesi görünüyordu. Burası garip bir köydü. Ufak, çamurdan yapılmış kondular görünüyordu. 20-30 kulübenin arasından bir iki insan görünüyordu. Arada bir çocuk sesleri de duyuluyordu. Sanırım, savaş sınırlarına yakın olduğundan insanlar kendi terk etmişti. Biraz uzakta yirmiye yakın mücahit saf tutarak durmuştu. Dikkatle baksam da, onların içinde Azim`i göremedim. Bu arada bir ford araba bize yaklaştı. Arabadan iki adam indi. Önde geleni sakallarını görünce Afganlar hepsi dimdik durdular. (Aslında yürümesinden tanımıştım: boynunu ileri vermiş, omuzlarını düzelterek karşıya bakarak geliyordu - tıpkı çocukluktaki gibi.) Bu, Azim`di. Şimdi desem ki, oğlumu görünce sevinmedim, yalan olur. Hatta gizli bir gurur da duydum. Ama hemen de o gurur suya düştü. Çünkü oğlum benim ülkeme, SSCB'ye karşı çarpışıyordu, hain çıkmıştı, hatta bunların kahramanı olmuştu!.. Bak karşısında nasıl teslimiyetle duruyorlar!? Neyse, ona sımsıkı sarıldım. O da beni hafifçe kendine sıktı, saçımdan öptü. Duygulanacak sanıyordum ama yok, öyle taş gibiydi. Azıcık yüzünün titrediğini, elmacık kemiğinin üstündeki damarın attığını sezdim. Bizi yakındaki evlerden birine götürdüler. Afganlar her biri bir yana dağılıp nöbet tutmaya başladılar. Ben oğlumla baş başa kaldım. Konuşmama izin vermedi. Sadece annesini sordu. Bir de, biliyorum niye geldin, dedi. Daha doğrusu, seni buraya getirdiler. Ama boş. Beni ne esir aldılar, ne de mecbur ettiler. Ben SSCB'nin adaletsiz bir yapı olduğunu, bizim kendimizin de topraklarımızı işgal ettiğini bilerek, Afgan halkının kahramanlığına hayran olarak bu adımı attım. Ben son nefesime kadar onlarla savaşırım. Sense, baba, git onlara de ki, bana gösterilen kişi Azim değildi. Azim`i ben görmedim.” Ve bana konuşmaya izin vermeyerek geldiği gibi de çıkıp gitti... Sonra ne düşündüyse döndü. “Bu gece burda kalacaksın. Hem yemek yersin, hem de dinlenirsin. Gece ben de gelmeye çalışacağım ...” “...Götür birini de içelim, bu votka derman... öp, senin şerefine ...” Votkanın derecesi çok yüksekti - 60 derece vardı. O yüzden nefesimi güçle alarak dedim: “Geldi mi?” “Evet geldi”, dedi ihtiyar. “Geldi, kendisiyle de bir grup insan getirdi. İmayla dedim ki, bu ne, sen benim üzerime orduyla mı geldin?” O da aynı dalga ile cevap verdi ki, senin ülken, ki, sen o ülkenin hayranlarından birisin, kaç yıldır, beni ortadan kaldırmak için çaba sarfediyor... Ama anlamıyor ki, beni Afkanlar`ın Allah`ı koruyor... Onlar öz babamı da bana karşı çıkara bilirler... Kızma, bu böyle ...” “ ...Evet, ben geri döndüğümde albay bana silah çekti. Dedi ki, seni kurşuna dizeceğim, kalıp burada kurdakuşa yem olursun. Ama onun gözlerine baktığımda, yalan söylüyor diye düşündüm. Evvela, o Azim`den korkuyordu, ikincisi de beni ne diye öldürecekti? Albay esip gürledikten kafasını salladı ve dedi ki, bende bir şey var, onu sana vermek istiyorum. Ne bileyim, ileride gerekli olur. Ama saklaman lazım ele geçmesin diye... Sonra da bu defteri verdi. Gasp zamanı bulduğunu söyledi. O zamandan beri bende dedi... İşte, oğlum, bu defterin vakti geldi. Azim`in dediği zaman yetişti. Belki yüz kere okuduğum o defteri sana itibar ediyorum. Çok değil, toplam 15 sayfa el yazısıyla. Bazı yerlerde eski elifbayla yazılar var. Anlaşılsın diye, ben önünde bizim şimdiki alfabeyle aynı sözü tekrar yazdım... Senden bir ricam var, yavrum defteri okuduktan sonra bana geri iade et... Benim merakla ona baktığımı görünce duraksadı ve birden “ay-hay!” edib gülümsemeye çalıştı: “Ben o defteri yasak bölgeden çıkarsam da, uzun süre ona yaklaşamadım. Ama daha sonra kendimde güç bulup onu okudum. Üstelik de bir defa değil, geceleri sabahlara kadar o defteri belki yüz kere okudum ... Hatırlıyor musun sen bize gelmiştin o zaman? İşte o zaman ben o defterin şokundaydım. Her gün o defterdekileri hatırlıyor, deliriyordum.” “Peki ya hem evet, hem hayır ne demekti?” Adam sanki irkildi. Yere bakıp dudak büktü: “Bunu bana albay vermişti ya... Yazı oğlumun da olsa... Ne bileyim işte...” Ben ihtiyarı memnun edip, onunla vedalaştım. Yol boyunca bu ihtiyarın garip davranışı, dilinin bir söz, kalbinin ayrı söz fısıldamasının yansını düşündüm - o konuşurken bir defa gözünün içine bakamadım, daima gözlerini benden kaçırdı - diyordu ki, sırr dolu insan beni kandırdı, içindekilerin yüzde birini bile anlatmadı. Tek tesellim kadife kumaşa sarılı defter vardı. DEFTER Defter günlük tarzında yazılmıştı. Bazı yerlerde tarihi yazmak sadece unutulmuştu. Sanki hikaye okuyordum. Ben el yazısıyla yazılmış (size yazı diyorum, sanki boncuk gibi sapa dizilmişti) 14 sayfa bu yazıyı noktasına, virgülüne dokunmadan buraya aktarıyorum. 14 Nisan 1982. Altı aydır Afganistan'ın Pencşir vadisindeyim. Kader bana güldü. Afganlar saldırıp grubumuzun tamamını öldürdüler. Onların bazılarının Afganca, (parantezde Arap alfabesiyle peştunca yazılmıştı - Yazarın notu) bazılarının ise bizim dile yakın bir dil ile konuştuklarını duydum. Omuzumdan yaralansam da kendimi toplayıp saklandığım yerden çıktım, Farsça, teslim olduğumu, onlara katılmak istediğimi bildirdim. Yaramı sarsalar da, tam iki hafta beni tuttular. Nihayet, başkanları beni sorguya aldı. Türk olduğumu bildiklerinde, yerinden kalkıp “hoş geldin, kardeş” dedi. Bir aylık deneme süresinden sonra bana inanıp silah verdiler. İki kez denetime girmişim. Çünkü ben o yerleri avucumun içi gibi tanıyordum. 20 Nisan. Yazacak zamanım olmadı. Pencşir`den yukarıda Çopan vadisi genelde Hazaraların yaşadığı yerler. Burada esas söz sahibi Kalan, Çopan ve Zinge Türk boyları. Benim savaştığım grubun hepsi HAZARALAR. Aslında bunlar Hazara yok, Hazarlar. Dilleri bizim dile çok yakın. Çopanların başkanının adı Mahmut. O hem de burada savaşan grupların başkanı. Ben dedim ki, bizde de bu söz var - Copan. Ama biz ÇOBAN diyoruz. Çoban, yani hayvan otlatan adam. Emir Mahmut bunu duyup gülüyor ve diyor ki, biz de hayvan otlatana çupan deriz. (Aziz burada çupan, Çopan ve çoban sözlerini eski elifbayla yazıyor - Yazarın notu) 25 Nisan. Emir'in bir kızı var, adı Saide. Afganistan'ın diğer halklarından farklı olarak Hazaraların kadınları çok da kapanmazlar. O yüzden ben Saide`yi yüzüaçık görebildim. Kız başka bir güzel. Dün onunla sonunda, konuşabildim. Sanırım, o da beni beğendi. Ama o babasından, kardeşlerinden korkuyor. Ben de korkuyorum. Burda sevgi falan anlamıyorlar. Adamı kıtır kıtır keserler. Ama Emir'in bana yaklaşımı iyi. Çünkü ben burada onların sağ eliyim. Afgan`ların çoğu okuma yazma bilmiyorlar. Cehaletleri bir yana, savaşa da körü körüne gidiyorlar. Ben onların savaş taktiğini değiştim. Ruslardan öğrendiğim saldırı ve savunma hakkında onlarla sürekli sohbet ediyorum. O yüzden savaştaki yenilgileri de az. Buranın havası dünyada en iyi hava. Geceleri yıldızlar öyle kocaman kocaman olur ki, parıltısı göz dolduruyor. İlgileniyordum, neden buranın havası böyle güzel. Emir'in bir yeğeni var, adı Ali. O, Londra'da eğitim almış. Bana dedi ki, burada havanın böyle saf, böyle güzel olmasına dair çeşitli efsaneler var. Ama onların içinde en gerçeği şu ki, akşama doğru, namaz vakti göğün yedi katında bizim gözle görmediğimiz ufacık kuşlar uçuşuyor ki, onlar havadaki zehirli gazları yutar, havayı temizliyorlar. Hazaraların ünlü bir şairi var, Gulam Sehi Yurttaş. Onun misraları buraya aktardığım. Bakın bizim dile nasıl yakın: Eğer benden ilimni sorsangiz ming dasitanim bar Anladınız mı? Diyor ki, eğer benden elimi sorarsanız, bin destanım var, yurdumun her köşesinde yüz binlerce sırrım var. Birazdan istihbarata gidiyoruz. Albay Nazarov`un eğittikleri ile karşılaşıyoruz bazen. Ben onların taktiklerini biliyorum ya, o yüzden iki takımlarını yok ettik. 1 Mayıs. Bugün 1Mayıs. Bu tarihi her zaman sevinçle hatırladım. Biz çocukken köyümüzün delikanlıları biraraya gelip eğlenir, çalıp oynarlardı. Biz çocuklar da yeni elbiselerimizi giyinip onların peşine düşer, şenlenirdik. Bugün yine bana sevinç getirdi – Saide`yle görüştüm. Burda bir eski kale var, Kızkan diyorlar adına. Yanında güzel bir çeşme çıkıyor. O çeşmenin yanında gördüm onu. Korumaları da başındaydı. Su alıp içtim. Bizim terekeme kızlarına benziyor. Kendisi de ilkokulu okumuş. Sonra da evde ders. Yani, okumuş kız. Ya bu kız için beni kurşuna dizecekler, ya da... Kıza diyorum ki, bizde de bir kale vardı, adına Kız Kalesi diyorlardı. Saide gülümsüyor. Dişimi dişime sıkıp Ali'ye açtım derdimi. O da Amir`e diyeceğini söyledi. Şimdi sanki ayağım yerden kesildi, havada. 20 Haziran. Savaşta Emir'in oğlu Muhtar yaralandı. Yarası ağır olsa da, ben doktor olduğum için onu öyle sardım ki, kanaması durdu. Sonra elimizde getirdik. Çantamı getirtip onu ilk işlem yaptım. Yarasındakı kurşunları çıkardım. Ölüm tehlikesini atlattıktan sonra merkeze gönderdiler. Bu Amir`e demişler. Beni bağrına bastı ve kendi oğlu gibi öptü. Sonra bana savaş operasyonlarına gitmeyi yasakladı. Sadece, savaş taktiğini kurmakta kendilerine yardım edeceğim, bir de askerlerin arkasında durarak yaralılara ilk yardım göstereceğim. Bugün Saide de kaldığım odaya geldi kardeşine gösterdiğim tıbbi yardımdan dolayı teşekkür etti. Kızın çenesinin sağında beni varmış. Sonra aramızda konuştuk: “Saide hanım, Hafız`ın ünlü bir beyti var. O beyt şöyle: Eğer on torke Şirazi bed?st ared dele mara Anlamı şöyle, eğer o Şiraz güzeli benim kalbimi çalarsa, onun siyah benine Semerkant ile Buhara'yı hediye ederim. Kız gülümsedi. Ben sonra bu beyitle bağlı Emir Teymur`la Hafiz`in arasında olmuş olayı hatırlattım. Dedim ki, Timur bu beyte göre Hafız`ı yanına çağırmış ve cezalandırmak istemiştir. Şairle hükümdarın arasında şöyle bir konuşma oldu: “Sen hangi cesaretle benim en güzel şrhirlerimi bir güzelin siyah beneine hediye etmek istiyorsun?”, demiş. “Şahım, ben öyle söylemedim. Duyanlar yanlış anlamış.” “Peki nasıl söylemişsin?” Ben söyledim ki, Eğer on torke Şirazi bedest ared dele mara, Yani, eğer o Şiraz güzeli benim kalbimi çalarsa, onun siyah benine üç batman şekeri ile iki hurma hediye ederim. Teymur şairin hazırcavaplığını beğenerek ve onu affeder. İkimiz de gülüyoruz. Sonra ben doğaçlama Hafiz`in beytini Türkçe taklid ederek okuyorum: Eğer bir Pencşir güzeli beni eş tutsa hazara, Hazar bizim halkın - Azerbaycan Türklerinin kutsal denizi. Bundan sonra o beytin anlamını kendisi de anlıyor ve içten gülüyor. Hatta ani el atıp saçlarımı karıştırıyor. Ben de kendimi tutamıyorum, onun ellerinden öpüyorum. Ela gözleri ile bana bakıyor ve gidiyor. Sevincimden uçmak istiyorum ... *** Defterin bu yerinde duruyorum. İlgimi çekiyor ama, bu yazılanlar bana garip geliyor. Sanki günlüğe müdahale olarak algılıyorum. Hiç savaş zamanı yazılanlara benzemiyor. Ayrıca, babamın bir iki defa ağzından kaçırdığı bir isim aklıma geldi. O derdi ki, biz üç arkadaştık: Adil, Zeydulla ve ben. Herdefa maaş alırken ilçedeki Dağüstü parka gider, oradaki restoranda yer içerdik. Sonra Zeydulla Bakü'ye gitti ve biz ikimiz kaldık. Şunu da biliyordum ki, babam, Adil hoca ve Zeydulla Bakü'de okurken yurtta kalmışlar. Sonra kader. Zeydulla`nın da tayini bizim bölgeye çıkmış. Dostluklarını öğretmenlik yaparken de sürdürmüşler. Sonra Zeydulla Bakü'ye dönmüş, askerliğini yapmış ve hayatını asker olarak devam ettirmiş ... Zeydulla ... Zeydulla. Nedense bu isim çekiyor benianii. Sanki kulağıma birileri, Zeydullanı bulmalısın diye fısıldıyor. Zeydulla babamla son zamanlara kadar irtibattaydı. Hatta cenazesine de geldi. Bana öyle geliyordu ki, tüm bu işlerin içinde anlamadığım ve karışık bir şey var ve o karışıklıkta Zeydulla`nın da izi var... O yüzden onu aramaya karar verdim. Babamın defter kitabının arasındaki not defterinde Zeydulla`nın hem cep telefonu, hem de ev ve iş telefonu vardı. *** “Biliyor musun, oğlum Allah sirrı ifşa etmez, gel hiç biz de açmayalım. Çünkü... Elindeki bağ makası düzenle katlayıp kabına koyar, sonra deniyormuş gibi bana bakıyor. (Evet, onu size söyleyeyim ki, uzun yıllar asker gibi çalışan bu yaşlı adamı kendi diliyle söylersek, “kadrovı ofiseri, pehota mayorunu basit bir konu yüzünden uvolit ettiler.” O da mecbur olarak bu uzak Bakü köyündeki orman ve bitkiçilik alanında uzmanlaşmış meslek okulunun bitki bağında bahçıvan olarak çalışıyor yaşının bu çağında. Şimdi onunla bu küçük bahçede söhbet ediyoruz.) “Zeydullahoca, ben yazarım ve bu sırları bana açarak, aslında iyilik yapıyorsunuz. Bir de ki, benim yazdığım belgesel eser değil ki... Bu, sanatsal eser olacak... Aslında, bir şey uydurup yazardım, ama ben yazının kökünde realitenin olmasını istiyorum... “Peki. Ama söz ver ki, Adil`in oğlunun ruhuna dokunan ifadeler kullanmayacaksın yazında... Adil`in de. Onlar ikisi de iki tarafın elinde alet oldular. Baba ile oğul yüzyüze gelmiş orda. Biliyorsun, bu, çok vahim bir konu ... Sanırım, bunları senin baban da biliyordu.” “Babam beş yıl önce öldü ...” “Evet ... Allah rahmet eylesin ... Bana bak…” Adam duygulanıyor. Sigara çıkarır ve ben de birini yakıyorum. “Adil`in sana anlattığı albayın adı İmran`dı. Benim özbeöz kardeşimin oğlu. Yani, Adil benden rica etmişti ki, İmran`a haber vereyim, arayıp Azim`i bulsun, onu himaye etsin. Onlar bile tanıştı Afganistan'da. Sonrası da öyle ... Yani biliyorsun, önce sıkı dost, sırdaş, sonunda da düşman oldular. Hissediyorum ki, adam konuşmaya zorlanıyor. “Babamın mezarına yemin olsun ki, sözümüz söz”, dedi yemin ederim. Nihayet, yüzünden acı yağan bu ihtiyar askerin dili açılır: “Adil oğlunun ölmediğini bilmişti. Yine benden rica etti, İmran`la bağlantı kurdum. Ona dedim ki, Adil oraya gelmek istiyor. O da dedi ki, zaten adamı biz kendimiz çağırmaya hazırlanıyorduk. Ve Adil gitti. İlk kez gidip döndüğünde farklı bir şey öğrenememiş galiba. Ama üç ay sonra onu yine çağırdılar ve dönünce, konunun çok ciddi olduğunu anladık. Azim orada öyle büyük bir figure dönüşmüştü ki, hatta Moskova üzerine büyük para kesmişti. Ama mücahitler onu koruyormuş. Adil`in üçüncü gidişi bizi de kuşkulandırdı. Ve ben bunları İmran`dan çok sonraları öğrendim: adamı, oğlu hakkında ifşaedici belgeleri vermesi için, bu belgeleri Afganistan televizyonu, radyosu ile, yayınlansın diye zorluyorlarmış. Farsça yapılan bu konuşmada Adil oğlunun haydut, ahlaksız ve nankör olduğu hakkında konuşuyor, özbeöz oğluna iftira atıyormuş. Ben bu kadarını beklemiyordum doğrusu. Ama Fehmim diyordu ki, görev basamaklarında dans etmeye öyrenceli bu ihtiyar, oğlu Lazım da istikbali için ne desen yapardı. Zaten o görevlere giden yolların nerelerden geçtiğini iyi biliyoruz. Maalesef, bu şimdi de öyledir. Hele babam! “Dilini tut! Aklına geleni yazma! Senden başka bunları bilen mi yok ?! O yasaklanan konularla senin ne işin? O bölgeye girenin yedi tane canının olması lazım ...” gibi ifadeler kullanır, tıpkı dostu Adil hoca gibi o da beni ileri gitmek için susmaya çağırırdı. “Adil hoca bana bir defter vermişti ki, güya o defter Azim`in günlüğü... Belki günah işliyorum, ama nedense ben buna inanamadım. Günlükten çok bilimsel araştırmaya benziyor - savaşta o denli soğuk duygularla yazamazlar. Üstelik, defterin üzerinde şimdiki ?lifbayla DEFTER yazılmıştı. O zaman kiril alfabesi ile yazılıyordu ya her şey. He o defter ile ilgili de konuşmuştu İmran. Defter olmasına defter, ama ... İmran onu Adil`e sadece bakmaya vermiş ... Bana Adil kendi anlattı bunu. Dedi ki, ikinci oğlu var, aptalın teki ... O zorlamış ki, otur aklında kalanları tekrar yaz, kim bilecek ki, bunu sen yazmışsın, ya Azim yazmış ... Bu yüzden bir kez uçup Moskova'ya gelmişti. Yalvardılar, o defteri ver diye. Bir iki saat bende kalsın ... Ben de tek Azim`in değil, tüm askerlerimin hatırası kalan her şeyi saklıyorum. İşte o defteri de şimdiye kadar koruyorum. Belki gelecekte müzeye filan verdim ... Üzerinden neredeyse 35 yıl geçtikten sonra adam oturup o cümleleri yazdı oğlunun yerine... “Neden ama? Bundan onlara ne fayda gelebilirdi ki?” “Doğrusu ben de anlamadım bunu. Galiba, o aptal oğlunun bir planı varmış ... “Peki Azim`in sonu nasıl oldu? Bu konuda İmran bir şey dedi mi?” “Evet, konuştu. Çok üzücü oldu. Belki biliyorsun, vilayetin emirinin kızıyla evlenmişti. Hem doktor olarak, hem de bir bilgili stratejist asker gibi Afganlar içerisinde büyük nüfuza ve saygıya sahipmiş. Babasının Afgan televizyonu ile konuşmalarından birinde oğluna iftira atması, onu hatta namussuz adlandırması gencin gururuna dokundu. Tapancasını çıkartarak kafasına sıkmış. Bunu İmran`a Afganlardan tuttukları “köstebek” söylemişti ... Ha, bir de “köstebek” diyormuş ki, Azim`in bir oğlu kaldı. Adını da Hazar koymuş… Son haber beni de yaraladı. Doğrusu, böyle son beklemiyordum. Sanki Azim`in kendisine sıktığı kurşun bana da isabet etmişti. Yerimden güçlükle kalktım. Zeydulla amca el işaretiyle başta dediklerini bir daha hatırlatı - yasaklama meselesi, bazı şeyleri konuşsa da yazmak olmaz. Olmaz, olmaz. Daha ne hacet. “En azından isimleri değişmen gerek”– adamı emin ederek vedalaşıp ayrıldım. Yarıyolda dönüp sordum: “Peki ya İmran? Hala Moskva`da mı?” “Yok, Bakü'de. Azim`in grubu İmran'ın takımını ablukaya almış bir kere. Bir dere kenarında karşılaşmışlar. İmran der ki, benim patronum kurtarmıştı. Azim silahını çekip önce göğsümü nişan aldı, ne düşündüyse dizimi verdi tüfeğin ağzına ve bağırdı: “Alçak! Sen benim babamı öyle alçaklık yapmaya mecbur ettin. Seni öldürmürem, git, sürüm sürüm sürünerek yaşa ...” İşte o savaştan sonra Azim kendini vurmuş. İmran iyileşse de, bir süre sonra ayağındaki yara yeniden kabardı. Sonunda kangrene çevirildi. Kesmişler... Şimdi Azim`in dediği gibi sürüm sürüm yaşıyor ...” *** Kaç gündür o deftere de bir türlü yaklaşamıyorum. Sanki başı önüne eğilmiş kız çocuğu, namusunu lekelemişler. Yahut subaylık şerefine hakaret edilmiş Azim - kafasına kurşun sıkmış. Bir taraftan da adam demişti ki, kullan, çabuk geri ver. Aniden aklıma bir şey geldi. Hemen kalkıp siyah kadifeye sarılı defteri alıp çantama koyarak, evden çıkıyorum. Fotokopi yapan kız defterin yapraklarınıni bir bir koyup, düğmeye basarak diyor: “Eski alfabede galiba?” Ben dikkatle deftere bakıp gülümsüyorum: “Evet.” Ve sararmış bu yaprakları gerektiği için güneşin önüne sererek nasıl saraltdığını fehmle düşündükçe göreceğim iş daha da gözümden düşüyor. Bu “yüzü kara çıkmış kızı” alıp sahibine iade etmek geçiyor aklımdan. “Kadife kısımı da kopi yapayım mı?” Kızın şaka yapası gelmiş, bana laf atıyor. İnsafen hoş kız. Ama o havada değilim. Kızın yanından yeni çıkmıştım ki, cep telefonuma arama geldi. Tanıdık numara değildi. “Allo, Allo, Lazım beydir. Nasılsın amcaoğlu? Allah yardımcın olsun ... Kurban olduğum, o yazıyı ne zaman yayınlayacaksın gazetede? Bir Afgan dostumuz, biznesmen, on Numara bir adam! Demiş ki, hediyesi benden. Kurban olduğum o yazıyı yayınla gitsin. Bir de, o defteri bugün acil bana ver. Şurada bir Afgan kardeşimiz var işadamı... O da istedi onu ... emanet , biliyorsun ... Zavallı kardeşimin el izleri var o defterde ... (Duygulanıyor - Yazar) Sağ ol, kardeş! Yazan ellerin var olsun! Öperim! .. Aynı gün bu işi yoluna soktum - defteri Lazım`a ilettim. Adil hocayı sordum, gözleri doldu: “Seninle içti ya, senden sonra yine içmiş. O yaşta olmaz. O yüzden kalakalmış yatakta. Kendinde değil.” Beni yanına götürsen mi acaba?” –Lazım`a neredeyse yalvarıyorum. “Booo ... kardeş sen ne diyorsun?! Yoğun bakımda yahu. Olmaz. Asla. İzin yok… *** Bir gün eve geldiğimde bizimkilerin televizyonun önüne toplandıklarını gördüm . İlimizin Tarih-Etnografi Müzesi`nin müdürü Lazım Adiloğlu Az.Tv-de, işgal altında olan bölgenin kültür anıtlarından şevkle bahsediyordu. Sonunda artık size tanıdık olan defteri elinde sallaya sallaya dedi: “Bu Afgan halkının ulusal özgürlük mücadelesine katkıda bulunmuş Afganistan'ın milli kahramanı Azim Adiloğlu`nun savaş günlüğü. O aşağılık SSCB`yi işte böyle yiğit oğulların mücadelesi dağıttı. Dağıtdı ki, bağımsız, üç renkli bayrağı olan Azerbaycan oluşsun ...” Sonra sesini beğendiğim Roza Tağıyeva insanı ezen mistik sesiyle “Yasak Alandan Notlar” dediğimiz günlükten sayfalar okumaya başladı. Birazdan hıçkırık sesi yüzüme kırbaç gibi çarptı: anam sessizce ağlıyordu. Azerbaycan Türkçesinden Türkiye Türkçesine çeviren: Kemal İlhamoğlu *Kekebe – gizli polis örgütü (rusca) * Adil hoca, vı suma saşli? - Adil hoca, siz delirdiniz mi? (rusca) *Uberite - götürün(rusca) *Raykom – Komünist Partisinin il şubesi *Znaeş - tanıyırsan? (rusca) *“On düşman! On basmacı! On modjahed! Ni prosto modjahed, geroy Avganistana! Panimayeş?!*” - O düşmandir! O basmaşıdır! O mücahiddir! Adi mücahid deyil, Afkanıstan kahramanı! Anlıyor musun?! (rusca) *İst !Destho bala!” - Dayan, eller yukarı!” (farsca) *"Kadrovı ofseri, pehota mayorunu basit bir konu yüzünden uvolit etdiler” - bir başarılı zabiti kara küvvetler binbaşısını basit bir konu yüzünden görevinden aldılar (rusca) AZAD KARADERELİ Halen Bakü’de yaşıyor ve üç aylık Yazı dergisini çıkarıyor. Öykü: “Dumduru Su” (1987), “Ulartı” (1999), “Kar Beyazlığı” (2008), “Burda Yer Dönmüyordu” (2011), “Burda Erkek var mı?” (2013), “Savaşın Çocukları” (2014), “Qadağan zonası” (2020), “Süt gölü” (2017 – Kaynak yayınları – İstanbul), “Ostatnia zapalka” (2020, Ridero, Poloniya), “??????? ???? “ (Ridero, Rusiya, 2021) Roman: “Güneşin Tutulduğu Yerde” (2011), “Şehircik” (2014), “Kuma-Manıç Ovası” (2016), “Elliden bir kem” (2017), “Morq çiçekleri” (2020), “En büyük adam” (2021), “Ucubuluk” (2021), ”Petrol tarlaları” (2019) – Kaynak yayınları – İstanbul. Eleştri: Renessans hesreti – birinci kitap (2015), Renessans hesreti – ikinci kitap (2018) ve başka kitapları çıktı. Öyküleri Rusça`ya, Türkçe`ye ve İngilizce`ye, Polonyacaya, Arapcaya çevrildi. (Türkiyede gercekedebiyat.com, erikagcioyku.com, oggito.com sitelerinde ve Sincan İstasyonu, İnsancıl, “Turnalar”, “Bahar” dergilerinde öyküleri ve esseleri yayımlandı.) E posta: azadqaradereli@yahoo.com Azad Karadereli
Delim her burcegide yüz tümen razi nehanim bar.
Bexale hinduyeş behşem Semerkendu Buharara…
Behale hinduyeş bahşem se ben gendy, do hurmara.
Onun siyah benini mihman ederim Hazar`a!
(Veliyev Azad Velioğlu)
1954 yılında Azerbaycan`ın Zengilan ilinin Karadere köyünde doğdu. Üniversiteden mezun olduktan sonra öğretmen olarak çalıştı. Doğduğu köy Ermenilerce işgal edildikten sonra ailesiyle Bakü`ye yerleşti. Bir süre Bakü radyosunda çalıştı.
Azatlık Radyosunun öykü yarışmasını (2011 yılı) kazandı ve Polonya'yla ilgili öykü yarışmasında özel diplomayla ödüllendirildi.
Facebook adresi: https://www.facebook.com/azad.qaradereli
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR