Sermaye / Selim Esen
Yüzükoyun uzandığı sedirden usulca kalktı. Kalkar kalmaz, göğüsleri iki iri top hamur gibi aşağıya sarktı. “Nerede kaldı bu Neroş” dedi, yukarıya seslendi: “Kız Neroş, Nerooş… Boynu altında kalasıca, nerede kaldın kız, hadi in bekleyenler var…” Kırmızı loş ışığın aydınlattığı küçük bir salonun sol tarafındaki sedirin üzerinde bet suratlı patron Fatma Doğanlar oturuyordu. Sol yanındaki sıralı sandalyelerde dört yarı çıplak kadın, onların yanında üzerini küçük bir kilimin örttüğü portakal kasasının üzerinde 60-70 yaşlarında saçları ağarmış bir adam ve kapıya yakın sehpanın üzerinde de bir radyo-teyp… Neşet Ertaş söylüyordu: Karadır bu bahtım kara Şarkıda karamsarlık, umutsuzluk, mutsuzluk ve acı öğeleri öne çıkıyordu. Şarkının sözleri geniş bir camekanın ardından içeriye bakan erkeklerin kültürünü derinden etkiliyordu. Kaldı ki, Türk toplumu şarkı sözlerindeki göz yaşartıcı hikayeleri, acı yüklü şarkılarla birleştirir, ezgilerde yaşamında çelişkilerin ve gerginliklerin izlerini arardı. Fatma Doğanlar ayakta karşısında iki yana salınan Neroş’a bir nazar attı. Genç kızın yüzünün bir yanı gülümser gibiydi… Öbür yanında hüzün vardı. Demir parmaklıklı bir camekanın ardındaki kadınlar tıpkı kader arkadaşları Neroş gibi müşteri bekliyorlardı. Kimileri bakımlıydı. Yüzleri makyajlı, saçlar yapılıydı. Hayatın onlara yaşattığı her türlü hoyratlık süslerle perdelenmiş gibiydi. “Görünen” yüzlerindeki sessiz tebessüm davetkâr bakışlarla müşteriyi sözsüz “buyur” ediyordu. Fatma Doğanların evindeki kadınları dikizleyenler, genelev’in girişinde polis kontrol merkezi ile emanetçiyi geride bıraktıktan sonra buraya, önünde menekşe saksıları olan Kahkaha Sokağı 6 numaralı evin önünde toplaşmışlardı. Genelev, bu sokak ile onu dikine kesen Tabakhane Sokağı’nda bulunan sarı badanalı, dörder katlı 39 evden oluşuyordu. Evlerin sakinleri olan kadınlar sabahtan gece yarısına kadar hiç tanımadığı erkeklerle burada yatıp kalkan 400 “vesikalı kadın” dı.
1957 yılıydı… O yıl Kayaş’tan, Mamak’tan gelen selle Bentderesi taşmış, Cebeci, Kazıkiçi Bostanları, Akköprü civarı, Mezbaha’nın bulunduğu bölge ve Atatürk Orman Çiftliği sular altında kalmıştı. Dere üzerindeki köprüler hayvan leşleriyle tıkanmıştı. Sel artıklarının temizlenebilmesi çok uzun bir süre alacaktı. “Kaçın Çubuk Barajı taştı; Ankara sular altında kalacak” söylentisi etrafa korku salmış, aklı evveller önlem olarak, dereyi ıslah etmek yerine kurutmaya karar vermişlerdi. Sonra dere kurutulmuş, üstündeki Roma devrinden kalma köprü ve bentler yıkılmış, genelev iş yapamaz olmuştu. Bentderesi… Ankara Kalesi ile Hacı Bayram Camii’nin eteklerinde yer alıyordu. Gülveren, Cebeci, Kayaş, Etlik, Mamak, Siteler, Çubuk, Çinçin dolmuşları buradan kalkar, Ankara’nın en fakir insanları burada otururlardı. Birbirine bitişik baraka dükkanlarda saksı, çanak, çömlek, tohum, fide, fidan, çiçek satılır, düğünlere çalgı, çengi, köçek burada ayarlanırdı. Kaldırımlarında don, fanila, gömlek, çorap, kaput, kol saati, kasket, asker levazımatı satılır, seyyar köftecilerden, ciğercilerden çevreye dumanla karışık kokular yayılırdı. Köşe başlarında toplanan torbacılar, pezevenkler, zavaklar (eşini satanlar), puştlar, dolandırıcılar zar atarlardı. “Bul karayı, al parayı” oynanır, tombala çekilir, esrar sarılırdı. Ama… Bentderesi denince akla ilk gelen genelev olurdu. Demir giriş kapısının hemen önünde genelev tatlıcıları yer alırdı. Genelev tatlısı, yağda kızarmış şerbetli bir hamur tatlısıydı ki, seks gücünü azdırdığına inanıldığından çok revaçtaydı. Tatlıcıların hemen yanında kuvvet macunu ve orospu mantısı, bir başka adıyla kıymalı gül böreği satıcıları kümelenirdi. Her birinin tezgahında radyo-teyp bulunurdu. Sonuna kadar açtıkları ses düğmelerinden, çevreye yankılanan müzik, yoksulluğun ve karamsarlığın ifadesi gibi acı içindeki toplumsal yapıyı çağrıştırırdı. Türkiye Cumhuriyeti’nde ne kadar genelev varsa, hepsinin merkeziydi Bentderesi… Öğlen üzeri olunca yakıcı, vurucu bir güneş dururdu tam tepesinde. Akşamüzeri olunca hafiften bir rüzgâr eserdi sokak aralarında. Ve tek tük ağaç dibine işeyen kediler. Dik sokaklara sıralanmış kerpiç evler. Evlerin sofalarında yer sofraları. Açık kapılardan dışarı fırlayan soğanlı salata, acılı kebap kokuları... Sonra kadınlar…Bentderesi’ne düşmüş, Soğukluktan gelmiş kadınlar. Sarışın, esmer, geveze, şişman ya da sessiz, körpecik genç kadınlar… Güpegündüz onca insanın arasından geçerek geneleve girmekten çekinen insanlar yüzünü ceketinin yakaları arasına saklayarak kapıya yönelirlerdi. Bekçinin üst aramasından sonra kendilerini çamur deryası bir meydanda bulur, gözlerine kestirdikleri eve dalarlardı. Sabahtan beri 25 müşteri savmış olan Neroş, o akşam patroniçeden azar işittikten sonra, radyo-teyp’e oynak bir kaset koydu, kırmızı mayosunun içinde dönüp durmaya başladı. Diğer kadınlar kendilerini işaret eden erkeklerle eflatun ışıkların aydınlattığı koridora yöneliyor, gözden kayboluyorlardı... Kedinin köpeğin bile orada kalmaması gereken bir yerde çalışıyordu Neroş. Sabah 09.00’da uyanır, kapıların açıldığı saat 10.00’a kadar süslenir, en “albenili” haliyle saat 10.00’da salona inerdi. Gece 23.00’e kadar süren mesaide yemek için 15-20 dakikalık vakti vardı. Çayı, kahveyi ayakta içerdi. Kasaptan et alınır gibi seçilip, beğenilirdi Neroş. Günde 30’a yakın erkekle birlikte olurdu. Bayram günleri ve asker sevkiyatı dönemlerinde bu sayı 50’lilere yaklaşırdı. Hatta bir bayram gününde 70 erkekle birlikte olmak zorunda kalmıştı. Burada bayram yoktu, cenaze günü yoktu. Genelev, her gün geneldi... O akşam genç bir oğlan girdi içeri. Kılık kıyafeti yerinde. Takım elbisesini üstüne çekmiş. Göz göze geldiler. “Gelsene yakışıklı…” Bir süre birbirlerine baktılar, gözler anlaştı. “4 numaraya çık, soyun, geliyorum.” Sessizce merdivenlere yöneldi genç oğlan. Ardından topuk sesleri ve küfürler arasında odaya girdi Neroş. “Hadi çabuk ol genç… öyle çok vaktin yok burada. Uçlan viziteyi” Genç oğlan 15 lira uzattı Neroş’a “Buyur.” “25 vereceksin…” “15 yazıyordu kapıda.” “O zaman git kapıyı yap.” “Bak abla!” “Ablanı mı yapacan p.zevenk.” Genç oğlan baktı hır çıkacak, odayı da evi de terk etti. Arkasından küfürler eşliğinde Neroş indi merdivenlerden. “Ne oldu yine kız yelloz,” dedi Fatma Doğanlar. “N’olacak her zamanki şeyler…” Olağan bir gece, olağan bir olaydı Bentderesi’nde. Anılar da kimi zaman güzel, buruk, acıydı… Bentderesi kadınları bırakırlardı onları çoğu zaman, boşlukta kaybolup giderlerdi. Sonra bir gün hiç beklenmedik bir gün çıkıp gelirlerdi… Belki bir anahtar deliğinden, bir vagon penceresinden ya da bir su birikintisinden fışkırıverirlerdi yüzlerine… Sermayeydi bu kadınlar, sermaye… * Bentderesi, kerhanesiyle dile düşmeden önce, 1930’a kadar bir mesire yeri ve ticaret merkeziydi. Müslümanların azınlıkta olduğu bu civarda Ermeniler, Rumlar ve Yahudiler oturmaktaydı. Bentderesi'nde 1930’da devlet eliyle açılmış ilk kerhane, kapatıldığı 2010 yılına kadar tam 80 yıl bu semtte faaliyet gösterdi. Gerçekedebiyat.com
Sözüm kâr etmiyor yâre
Yüreğimi yaktı nara
Eyvah eyvah eyvah eyy
Kendim ettim kendim buldum
Gül gibi sararıp soldum
Eyvah eyvah eyy.
YORUMLAR