Mustafa Kemal ATATÜRK’ün Karşısındaki “şair” / Fundagül Apak
Bir "şair", bireylerin bilincini bulandırırken, birden fazlası yani ki "şuara", toplumun bilinciyle oynayıp fırsat bulduğunda onu çökertir: Önce ortak bilinçteki algıyı değiştirir; çünkü, her kavramın anlamı, algılama aşamasında oluşur.
Tinsel güçle özdeksel gücü ve bu iki gücün bir zamanlar iç içe olan dillerini birbirinden alabildiğine uzaklaştırdık. Bilinç Bükücü: "şair" Çağlardan beri “yanlış” olarak anlamlandırdığımız yüzlerce kavramın karşılığı olan sözcükler içinde bir tanesi vardır ki yalnızca Türkiye’de değil, bütün dünyada kişioğlunu (insanoğlu), inim inim inleten olay, olgu ve durumların “gizli” nedenidir; üstelik, bunları yaparken bambaşka gösterir kendini; hangisi mi? Gözümüzün önünde durup durur; çoban sanıp sığındığımız kurttur oysa ki o; toplumdaki bireylerin sığınağı olan sanatın dilini kullanarak, esip geçer bütün bilinçlerin üzerinden. Bilinç bükücüdür; gerçeğin üstünü örter; bilginin üstünü örter; bilimin üstünü örter; adı: şair! Şair, nâzım demek değildir; şiir de nazım anlamına gelmez; gelemez; farklı kavramlardır çünkü. Her kavram “tek” ise birbirine “yüzde yüz benzeyen” herhangi iki “kavram” var mıdır bilinen evrende? Bilimsel veriler “olmadığı”nı söylediğine göre, şairi nasıl olur da nâzım olarak kabul edip onun anlamıyla kullanırız? Ama, kullanmışız; kullanmaktayız da üstelik. Kediye keçi, elmaya karpuz, masaya da soba demek gibidir bu durum; biri, herkesin elma olarak bildiği nesneye karpuz, kediye keçi ve masaya da soba dese, o kişinin “deli” olduğunu düşünür diğerleri. Peki ya bu durum, geçip giden yüzlerce yılda toplumun her bireyine yayılmışsa; ya toplumsal bellek, elmaya karpuz, kediye keçi, masaya da soba diyip bu nesnelerin olduğu gibi değil de toplumsal bellekte kabul edildiği gibi olduğundan “yüzde yüz eminse”(!) o zaman nasıl adlandırılır “gerçeği bilen”in durumu; “delilik” olarak mı, yoksa “bilgelik” olarak mı? Dolayısıyla, nazım “ölçülü ve uyaklı söz”dür; ama, bu tanım, şiirin de tanımı değildir! Şair de kişiye erdem ve(ya) esenlik getiren dizelerin emekçisi değildir; nâzımın işidir bu. Şairin bütün ereği, kişioğlunun bilincini büküp yeniden ve yeniden, kendi çıkarlarına göre biçimlendirmektir; gerçeği saptırırken “doğrunun bu olduğu”nu söyleyip durur; üstelik, ne yapıp yapmadığının da bilincindedir; bilerek zarar verir; gerçeğin ne olduğunu bile bile onu saptırır; perde(ler) gerer gerçekle kişioğlunun duyumları arasına. Bir şair, bireylerin bilincini bulandırırken birden fazlası yani ki şuara, toplumun bilinciyle oynayıp fırsat bulduğunda onu çökertir: Önce ortak bilinçteki algıyı değiştirir; çünkü, her kavramın anlamı, algılama aşamasında oluşur (Bkz. Tunalı, 2001). Algı değişince anlam, anlam değişince kavramın neliği, niteliği ve niceliği değişir; doğru düşünemez, değerlendiremez ve yargılayamaz olursunuz; bilim yapmanızın önü, anlamı bozulmuş birçok sözcük ve terimin önünüze yığılmasıyla kapanır. Sonrasında, kaçınılmaz olarak değer(ler)e bakış, değerleme ve değerlendirmeler saptırılıp değiştirilir; yargılayamaz olursunuz (Bkz. Kuçuradi, 1971). Kişioğlunun bilincine, perdeler indirilir böylece... Erdem, yok edilir. İşte budur “şair”: Bilinç bükücüdür! Türk kültürüne Arap dilinden giren “şi’r / şiir (bilinç), şuur / eşar (bilinçler), şair (bilinç büken), şuara (bilinç bükenler), teşaur (bilinç bükme)” sözcüklerinin kökü birdir. O nedenle, örneğin Türk edebiyatı tarihinde Tanzimat dönemi; kaotik durumlarda oluşan yeniliğin, çalkalanışın, karmaşanın; algılama, değerleme, değerlendirme ve yargılama sonucunda yeniden düzene girişin hem biçim hem içerik, hem görü(n/l)en hem de görü(n/l)meyen düzeylerdeki karşılığı olmuştur. Edebiyatımızda, çekirdek anlamı gereği nazım; biçim ve içerik açısından “düzyazı” olarak bilinegelen nesirden ayrılır. Nâzım tarafından özenle ve belirli bir ses uyumu içinde sıralanıp dizelenen duygu, düşünce ve istekler, kuralları önceden belirlenmiş bir düzen içindedir nazımda; nesirde ise böyle bir düzen aranmaz. Nazımdaki ses ve(ya) sözcükler, dar alana sıkıştırıldığından, dizelerdeki anlam, derinlerde kalır; ya da anlam, yapılan ses ve(ya) söz(cük) oyunlarının neden olduğu bulanıklık yoluyla örtülüp gizlenir. Tarihsel süreçlerde “anlamın derinlere saklanması”, geçmişten günümüze kadar yaşanan toplumsal ve tinsel olaylarla olgulara bağlı olarak, hem Batı hem de Doğu toplumlarında “olumlu” bir anlam “yük”lenmiş, baskı dönemlerindeki sembolik anlatımların nedeni olarak gösterilmiştir. Oysa, bugüne kadarki nazım örneklerinde karşımıza çıkan bu durum, yani ki gerçeğin örtülüp gizlenmesi, nâzımın değil şairin işidir; gizli anlamlar yüklü dizeler, nazımdan değil şiirden beklenmelidir; başka bir deyişle, gizli anlamların yeri nazımdaki dizeler değil, şiirdeki büyülü ses ve sözcüklerdir. Bunun yanı sıra, nesirdeki geniş kalem oynatma alanının tersine, duygu, düşünce ve isteğin çok daha dar alanda verildiği “nazım”da kurgulanan evren(ler)in hayale mi yoksa gerçeğe mi dayandığı, nâzım tarafından belirtilmemiş olsa bile onun ürünü olan nazım örneklerinin hayal, düş ya da gerçek olabileceğini bilerek yönelir okur(lar) nâzımın yazıp söylediklerine. Oysa ki şair; nâzımın tersine, kişioğlu varolduğu sürece “doğru”yu yanlış “yanlış”ı da doğru olarak algılatmış, kişioğlu, şairin sözünü ve eylemini, onun ne yaptığını bilmeden “gerçek” ve(ya) “doğru” olarak kabul etmiştir. Böylece, birey(ler)in “algı”sı, şairin elindeki oyuncağa dönüşmüş, onu dilediği gibi değiştirip durmuştur. Yüzlerce yıllık unutturuluş, uyuşturma ve yanıltma çabaları, şiirin nazımla, şairin de nâzımla karıştırılmasına neden olmuş; “bilinç büken” şair, işi nazmetmek olan nâzımın karşılığı olmuştur her nasılsa. Çağlar geçtikçe, şair sözcüğünün çekirdek anlamı olan “bilinç büken” karşılığı unutulmuş ve sözcük, olumlu bir anlam yüklenmiştir. Oysa ki şair; tarih boyunca nâzımın tersine, kişioğlunun iyiliği için değil kötülüğü için uğraşmış, içine girdiği her toplum ve(ya) devlette, düzenli bir düzensizliğin yani ki kaosun hem kurucusu hem de yöneticisi olmuştur. Çeşit çeşittir şuara; her süreçte ve her yerdedir... En basit düzeyde “yalancı”dır şair; Arap dilindeki karşılığıyla “kazib”dir; bu kökten gelen “kezzab” sözcüğünde olduğu gibi sözleri ve davranışlarıyla yakıp yıkıcı, parçalayıp bölücüdür; Arap dilindeki karşılığıyla “fitne, fesad” üretmektir işi. Yine şair, kişioğlu ile gerçeğin arasına sözcük oyunlarıyla perde(ler) çektiğinden Türk dilindeki karşılığıyla “büyücü” gibidir; Arap dilindeki “sahir” gibi sihir yapar kişioğlunun gerçeği algılayan bilincine; böylece, bireyin önce gözü, sonra eli kolu, sonra da düşüncesi bağlanıverir; uyuşur bütün bilinçler; eğri ile doğru, ayırdedilemez olur. Şairin bir diğer özelliği de “hain” oluşudur; Türk dilindeki karşılığıyla “kurnaz”lıktır yaptığı; gerçek düşüncesini açıklamaz hiç; çıkarlarının ardından koşup sürekli dedikodu yapar; güç neredeyse şair oradadır; fırsat kollayıp durur bir gün ihanet etmek için; güçlenir güçlenmez de ailesine, arkadaşına ve(ya) ulusuna ihanet etmekten çekinmez; üstelik, kurnaz olmanın sözde erdemlerini de sayıp döker durmadan ve utanmadan. Sözleriyle eylemleri birbirine uymaz; uysa da bir yerde açık verir; çünkü, uyumlu olmayı bile kendi çıkar(lar)ı için kullanır; uyumlu olması bile, yalandır. Olması gerekeni söyler; ama, olması gerekeni yapmadığı gibi olmaması gerekeni yapar; alış(tırıl)mıştır buna. Böyle olduğu için yok olanı var, var olanı da yok göstermede üstüne yoktur; doğru söyleyeni yalancı, yalan söyleyeni de doğrucu çıkarır; yapmadığı hâlde “Yaptım.”, yaptığı hâlde “Yapmadım.” der; helal ve haram olanı umursamadığından, başkasının hakkını yiyip durur; kişioğlunun hukukuna dadanmaktır işi; zalimdir; yani ki küfür, inat ve inkar içindedir. Her kesten ve her şeyden önce kendini kandırır üstelik; ne ederse kendine ettiğinin farkında değildir; farkında olsa bile bir şekilde kurtulacağını düşünür. Atalarımızın dediği gibi “Tanrı’dan korkmaz; kuldan utanmaz.” biridir o. Kavram gereği kazib, sahir, hain, zalim ve kafir olan şairin, sözü de kaçınılmaz olarak yalan olacaktır. Yüzlerce yıl önce Fuzulî (1483-1556), şu dizelerle seslenmiştir kişioğluna: Ger derse Fuzulî ki güzellerde vefa var (Eğer Fuzulî, güzellerde vefa olduğunu söylerse buna aldanma; çünkü şairin sözü, elbette yalandır.) Fuzulî’nin kendi için çekirdek anlamıyla “şair” demeyeceği düşüncesinden yola çıkarak, şair sözcüğünün, 16. yüz yılda da çekirdek anlamından uzak kullanıldığını öne sürebiliriz. Bunun yanı sıra, şair tarafından söylenen sözün yalan olduğu düşüncesi, o dönemde de nâzımın bir özelliği gibi algılanıp algılatılmıştır. Oysa ki bu iş, yani ki yalan söylemek; şairin işidir, nâzımın değil. Fuzulî’den yüzlerce yıl sonra yaşamış olan Orhan Veli Kanık (1914-1950) da şairin bu durumunu algılamış olmalıdır ki yaşadığı gerçeği aktaran nazım örnekleriyle çıkmıştır okurunun karşısına; gerçeğin üstünü, süslü ses ve sözcük oyunlarıyla örtmenin karşısında olmayı, “Garip”in varoluş nedeni olarak belirler. Anlatamıyorum derken, sezerek algıladığı gerçeğin kişioğlu tarafından anlaşılamayacağını olduğu gibi anlatmıştır okuruna: Ağlasam sesimi duyar mısınız, Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel, Bir yer var, biliyorum; Memet Fuat içinse şairanelik “şiir”in doğası gereğidir; o nedenle, Orhan Veli ve arkadaşlarının yazdığı dizelerde, karşısına söz(cük) oyunları olmadan çıkan gerçeğin yalın görüntüsünü içine sindiremez. Bu bağlamda, Fuat’ın “şairane” olarak algıladığı “söz(cük) oyunlarına dayalı, kapalı anlatım” ile “nazm”a ait olan anlam alanı karışmıştır; şöyle der Fuat (1994b: 98): “Garip’ten bu yana sürüp gelen ‘şairane’ düşmanlığı, şairlerimizi bir yere kadar olumlu yönde etkiledi, yapaylaşma sakıncasını bir oranda önledi denebilir. Ama özellikle yetişme dönemindeki şairler iki arada kalıp tedirgin oldular. Şiirin doğasına aykırı düşen bu düşmanlığın ise açık bir çözümlemesi bir türlü yapılamadı.” Acaba Memet Fuat “şair”in çekirdek anlamına yoğunlaşmış olsaydı bugün, Garip için neler düşünüp yazardı? Garip’te “gerçeğin olduğu gibi aktarılması” önemlidir ve gerçeği çarpıtan şairin sözleri gibi yalan dolu olmamalıdır Garip’teki dizeler; çünkü, yüce olan duygu ve düşünceleri kişioğlu için duyulur kılmaktır “sanatçı”nın görevi. İsmet Zeki Eyuboğlu (1982: 30) için de “yalan”; kültürümüzde “sanat” sözcüğüyle tanınan kavramın karşılığı olamaz: “Sanat, insanın bir başarısıdır, kendi varlığının dışa vuran, dış evrene taşarak somutlaşan becerisidir. Bundan dolayı bir insan sorunudur, insanı anlayıp anlatmada önemli bir kanıttır, örgedir. Ancak sanat yalan söylemek, us ilkelerinin dışına taşmak, usdışı olanı usun süzgecinden geçmiş gibi göstermek değildir. Sanatın kendi ölçütlerine göre bir gerçek anlayışı, bir doğruyu söyleme gereği vardır. Sanatçı, kendi ortamında, sorumsuz değildir. Onun görevi yalnız ‘güzel söz söylemek’ diye anlaşılmamalı. Sanatçı gerçeği, gene bir insan sorunu olarak, bambaşka bir açıdan görmeyi bilen kişi olabilir ancak. Aldanma ki şair sözü elbette yalandır. dizesi kendinden sorumlu olan, uygar bir başın söyleyeceği türden bir nesne değildir. Yalanı ancak yalancı söyler, yalancıyı kandırır. Burada insanın duygularını kımıldatan, bir süre beğenilen (hoşa giden) bir gülmece söz konusu olabilir, oysa gülmece de yalnız güldürmek için söylenmiş yalan değildir.” İlhan Berk’i ve onun “şiir” anlayışını eleştirdiği bir yazıda, Berk’in “Divan şiiri bir yana, Tanzimattan bu yana şiirimiz, bir iki ayrılığı katmazsak, düzyazı ile bağını koparamamıştır. Bunun sonucu olarak da düzyazıdan beklediğimizi, şiirden bekler olmuşuzdur ki, bu da bizi büsbütün yanlış yollara götürmüştür: şiirin ne olduğunu bilmemek.” demesi üzerine düşüncelerini açıklayan Fuat (1994a: 85) şunları söyler: “İşte beni yıkan bu son söz oldu: ‘Şiirin ne olduğunu bilmemek’. Anlamsızlık denemesine katılmamış şairleri bir düşünün hele! Tanzimat’tan bu yana, dilimizin ‘şiirin ne olduğunu bilmeyen’ şairleri bir geçsin gözünüzün önünden! Hem niye yalnız ‘dilimizin’ diyorum, anlamsızlığa sapmayan bütün dünya şairleri şiirin ne olduğunu bilmemekle suçlanmıyor mu bu sözlerle!?” Acaba şiirin “çekirdek” anlamını İlhan Berk ya da Memet Fuat biliyor muydu? Fuat bir başka yazısında “şair”in kullandığı dil için yorum yaparken “kötü anlamıyla şairane”den bahsetmiştir; bu durum, “şair” kavramındaki gerçeğe yaklaştığını sezdirir; şöyle der Fuat (1994b: 97): “Şairin de herkes gibi düşünmesini, sözünü herkesin söylediği gibi söylemesini bekleyemeyiz. Şair sözünün ‘şairce’, yani ‘şairane’ olması doğaldır. Ne var ki şairin şaire özenişi, şairin şairden çıkışıyla, yıllar yılları izlerken, kolay şiir yazma kuralları oluşuverir. Şair, değişik kişiliğinin, insanlara söyleyeceği değişik sözün baskısıyla değil, öbür şairlerin baskısıyla herkesten ayrı konuşmaya, başka bir dil kullanmaya başlar. Hele işe yeteneksiz şairlerin öncekilerin dümen suyunda çoğaltmacılık etmeleri de karışınca, kötü anlamıyla ‘şairane’liğin kuralları belirlenir. Yaşamın daha önce şiire sokulmuş, ‘şiirleştirilmiş’ yanları dışında hiçbir şeyle ilgilenilmeden, ustadan çırağa geçip giden bir şiir geleneği doğar. En kötüsü de, yaşamdan kopuk, yaşamın yaratıcı etkilerinin dışında bir sanata kapanıp kalınır. Yerilmesi, kaçınılması, karşı çıkılması gereken ‘şairane’ işte bu noktada beliren bir yozlaşmadır. Yoksa, şairin dünyaya, olaylara bakışı ille herkes gibi olacak, dili, söyleyişi günlük konuşmaların uzağına düşmeyecek denemez.” Dolayısıyla, Fuat için “iyi anlamda şair” yani ki “nâzım”ın özelliği “toplumsal gerçeği, yaşam savaşındaki bireyi anlatan” dizelerin iyesi (sahibi) olmasıdır; ona göre “kötü anlamda şair” yani ki şair, “toplumsal gerçeği, yaşam savaşındaki bireyi anlatmayan”dır. Görüldüğü gibi “şair”in niteliği sorgulanırken, ne “nâzım” kavramı ne de bu iki sözcüğün “çekirdek” anlamı dikkate alınmıştır; nazım, şiir, şuur ve şuara sözcükleriyse gündeme bile gelmemiştir. Tarihsel süreçte nazım, nâzım, şiir ve şair sözcüklerinin “çekirdek” anlamıyla bilinip tanındığı dönemler, Türk kültüründe Dede Korkut öykülerinin yazıya geçirildiği 13. yüz yıldan çok daha öncelere gitmelidir. Bu bağlamda, Dede Korkut öykülerinin oluşumundan öncesine gönderme yapan Fuat Köprülü için de “Nazım kaidelerinin gereği gibi belirlenerek veznin meydana gelebilmesi epey sonraki bir tekâmül devresinde kabil olur. Ondan önce ‘nazım’ ilkel ve kararlaşmamış şekilde, yani düzyazı uyaklar ve tekrarlarla sağlanabilen bir tür ahenge uyarak bulunur ki Dede Korkut hikâyeleri ve birtakım masal tekerlemeleri irticale elverişli olan bu eski ifade şeklinin çok sonraki bir kalıntısıdır. Bu şekil edaya ‘nesir’ adını vermek kesin olarak doğru olmadığı gibi bu yoldaki şeyleri tamamen ‘mevzun’ [vezinli] saymak da kabil olamayacağından nazmın iptidai bir şekli addetmek daha uygundur.” (Gökyay, 2007: 977) Nazım ve nâzım gibi şiir ve şair sözcükleri de Türk kültürüne Arap dilinden girdiğine göre, şair sözcüğünün çekirdek anlamını, Arap kültüründe aramak gerekir. Elimizdeki veriler, bizi Cahiliye dönemine, o dönemde yaşamış “7 Askı” (Bkz. Eminoğlu, 2010) şairlerine, öncesine ve sonrasına, yani ki İslamiyet’in öncesine ve sonrasına kadar götürür. Cahiliye: İslamiyet’in geliş nedeni olarak bilinen dönem; “karanlık”taki çağ; bilgisizlik, zulüm, yani ki kötü ahlakın (yaratılışlar), sapkınlığın egemen olduğu yıllar... ve bu karanlığın, bilgisizliğin ve(ya) sapkınlığın nedeni de şair.. Bilgisizliğin egemen olduğu bu yıllarda, kamu yönetiminde ve kabileler arasında yaşanan sorunlarda sözüne büyük önem verildiği için topluma yön veren çok önemli bir konumdadır şair; olup biteni ve(ya) kişileri değerlendirip onları yargıladığında, büyük toplumsal değişimlere neden olan bir eleştirel güçtür; övdüğü kişi yükselirken yerdiği... O nedenle, günümüze kadarki süreçlerde hep siyasetin çevresinde olagelmiş, bir “gizli el” gibi toplumsal bilinci evirip çevirmiştir. Arap dilindeki en eski sözlük Kitabü’l-Ayn adıyla da bilinen el-Ayn’dır. Ve “aruz vezni”nin kurucusu kabul edilen Ebu Abdurrahman el-Halil bin Ahmed bin Amr bin Temim el-Ferahidî (718-786) tarafından, 8. yüz yılda yazılmıştır; yaklaşık beş bine yakın sözcük ve bunların türevi hakkında bilgi verilir bu yapıtta. İslam’ın gelişinden sonraki süreçte de şair ve şiir kavramının, nâzım ve nazım kavramıyla iç içe kullanıldığı anlaşılıyor. El-Ayn’ın yazılışından yaklaşık beş yüz yıl sonra, bir geçiş döneminde, 12. yüz yıl ile 13. yüz yılda yaşamış olan ünlü bilge İbnü’l-Arabî’nin (1165-1239) “şiir” ve “şuur” konusunda yaptığı açıklamayı, Suad el-Hakim (2005: 587) şöyle aktarır: “Şiir Şın, ayn ve ra iki köktür; birincisi sebata, ikincisi ise bilmeye ve işarete delâlet eder [...] Şiir ve şuur, İbnü’l-Arabî’de beyan ve bilgi mertebesinin karşıtı olarak kapalılıktır. Genellikle, hitapta beyanın karşıtı şiir; tecellilerde ise kesinliğin karşıtı müphemlik anlamında şuuru kullanmıştır. Şiir ve beyan: * Biz ona şiir öğretmedik, çünkü Kuran-ı Kerim, açıklayıcı ve ayrıntılandırıcı olarak gönderilmiştir. Şiir ise şuurdan gelir, onun bağlamı da, tafsil değil, mücmelliktir. Dolayısıyla şuur, beyanın zıddıdır. İbnü’l-Arabî’de şiir geçen her yerde, açıklama ve tafsil yerine özetleme amaçlanmıştır. Bu nedenle İbnü’l-Arabî şiir ile açıklamak istediğinde, kapalı ifadeye işaret eder. * Bu kitabın her bölümünün başındaki her kaside, nesir bölümünde ayrıntılı zikredilmiş şeyleri özetlemek ve onlardan söz etmek amacıyla zikredilmemiştir; aksine şiir, zikredildiği bölümün açıklanması kapsamındadır. Bu yüzden, şiirden sonra gelen sözde bir tekrar yoktur. Her bölümün açıklanmasında nesre olduğu gibi, şiire de bakılsın! Şiirde konunun nesir olarak söz edilmemiş meseleleri vardır. Şuur ve bilgi: * Şuur kapının kapanması, bilgi ise açılmasıyla birliktedir. Bu yüzden bilen, bildiğini iddia ettiği konuda ithama maruz kalıyorsa, bilen değildir; çünkü bu durumda söz konusu olan bilgi değil şuurdur. Şayet bildiği hakkındaki kuşku ortadan kalkarsa, o bilgidir. Şuurun bilgiden payı, kapının ardında bir şeyin bulunduğunu kabaca bilmektir; yoksa onun mahiyetini bilmek değildir.” Anlaşılan odur ki şair, şuurla iç içe olduğundan bilginin kendine apaçık olmadığı bir durum içindedir; bilgili değildir henüz; şuur, özü gereği kapalıdır; şair, gerçeği sezer; ama, ne bilir ne de bilgi olarak açabilir; bilgi, kapalıdır onun için; çünkü kanıtlanmamış veri, bilgi değildir. Bu bağlamda, kapalılık, onun özüdür; istese de istemese de örtüp gizlemek, örtük olmak, aydınlanmamış olmak, bilginin iyesi olmamak, kanıtsız olmak durumundadır. Bu bağlamda şuurun açılıp karanlığın dağılması, bilginin neden olduğu aydınlanmayla olanaklıdır. Batı’da milattan önce yaşamış Yunanlı bilge Platon (m.ö. 427 - m.ö. 347) da “poet”i (şair) devlet düzeninde istememiş ve “poets” (şuara) için hiçbir din, hoşgörülü olmamıştır; dolayısıyla, onların sözü olan “poem”e (şiir) bu anlamda değer de verilmemiştir (Bkz. Sayers, 1999; White, 1979). Batı’da “poet” sözcüğüyle imgeden simge düzeyine geçen bu kavram, orada da karanlığın ve kapalılığın taşıyıcılarından olmuş, aydınlanmanın karşısındaki yerini almıştır. Demek ki “şair” ya da “poet” gösterenleriyle karşımıza çıkan bu kavramın tarihteki varlığı ve kavram olarak bilinir oluşu, Cahiliye döneminden de gerilere, Hz. İsa’dan çok daha önceye gider. Platon’un (1999: 262) Türk diline Devlet olarak çevrilen The Republic’inde (Cumhuriyet), Sokrates’in “poet” (şair) ve “poem” (şiir) hakkında söyledikleri önemlidir; dikkat edilirse bu karşılıklı konuşmanın geçtiği kaynak metinde (Bkz. Plato, 2003: 335-353) Arap dilindeki karşılığı “şiir” olan kavram için İngiliz dilinde seçilen sözcük prose yerine poetry ve(ya) poem olurken “şair” için kullanılan karşılık da poettir: “- Söylediğin doğru gibi geliyor bana, Sokrates. - Öyleyse diyebiliriz ki şairler, Homeros başta olmak üzere, en yüksek değerleri anlatırken olsun, herhangi bir şeyi uydururken olsun, birer benzetmecidirler sadece; gerçeğin kendisine ulaşamazlar. Demin dediğimiz gibi, ressam nasıl kunduracılığın ne olduğunu bilmeden bir kundura resmi yapıyor, bir sanatı onlardan çok bilmeyenler de renklere, biçimlere bakıp onu sahici gibi görüyorlarsa, bu da öyle. - Doğru. - Şair de herhalde ele aldığı sanata, kelimeler ve cümlelerle uygun renkler veriyor, aslını bilmediği şeyin öyle bir benzerini yapıyor ki, onun gibi yalnız kelimelerden anlayan kimseler, ölçüye, ritme, düzene kapılarak, şairin kunduracılığı da, savaş sanatını da tam olduğu gibi verdiğini sanıyorlar. Sözlerini öyle süslüyor ki sürüklüyor insanları. Şairlerin söylediğini şiirin renklerinden sıyırıp da yalın söze çevirdin mi ne hale gelir, bilirsin; denemişsindir sen de bunu. - Evet. - Bazı insan yüzleri vardır hani, tazelikten başka güzellikleri yoktur; gençlik bir çekildi mi üzerlerinden, kimse bakmaz yüzlerine. Onlara benzetebiliriz şiirleri. - Bu benzetme doğru. - Şimdi şunu düşün bakalım bir de: Uydurma varlıklar yapan, benzetmeci dediğimiz adam gerçekten anlamaz, yalnız görünüşü bilir değil mi? - Evet. - Yarıda bırakmayalım bu konuyu, sonuna kadar gidelim. - Git bakalım. [...] - Demek ki benzetmeci benzettiği şeylerin aslını ne kendi bilir, ne de başkalarından öğrenir. - Öyle görünüyor. - Yaptığı şeyleri bilmeyen bir usta! Ne hoş değil mi? - Pek hoş değil doğrusu. - Yaptığı her şeyi benzetecek, ama iyi mi, kötü mü olduğunu bilmeyecek. Benzetmeye çalıştığı şey de herhalde halka ve bilgisizlere güzel gelen neyse o olacak.” O hâlde, gerçeği ya da kaynağını bilmediği hâlde, bir görüntüyü “benzetme” yoluyla ortaya koyana, gerçeği olduğundan farklı verene, yani ki şaire ve onun yalan olan şiirine karşıdır Sokrates; şairin bir toplumdaki varlığı, doğrunun değil yanlışın çoğalmasına neden olacağından Sokrates gibi düşünen Platon için de ideal toplum düzeninde, şaire ve onun şiir olan, yalan dolu sözüne yer yoktur. ...Atalarımız, ne de güzel demiştir: “Yanlışların doğru olduğu yerde, doğru, yanlış sayılır.” İşte, doğruları yanlış, yanlışları da doğru gibi gösteren şairin, şuaranın ve onların sözü olan şiirin yeri yoktur ideal bir toplumda; çünkü, gerçeği bilmedikleri hâlde ve(ya) “hakikî / hak edilmiş” bilgiden yana nasipsiz oldukları hâlde, algıladıklarını halka gerçekmiş gibi gösterdiklerinden kişioğlundaki ortak “bilinci büker”ler. Dolayısıyla, Devlet’teki bu karşılıklı konuşmada yapılan vurgu “gerçeği bilmeyenin, gerçeğin çarpıtılmasına neden olacağı” düşüncesi üzerinde yoğunlaşmıştır. Bu durumda, gerçeği bilmediği hâlde, onu gerçekmiş gibi aktarmak da bir başka “yalan”dır; bu da karanlıkta kalmanın, bilgisizliğin (cehalet) başka bir türüdür ve şaircedir; dikkat edilirse “şair”lik, her kes için geçerlidir. Ayrıca, bilgisizlik (cehalet) de çeşitlidir: Herhangi bir konuda bilgiden yoksun olmak; bir durumun, olgunun ya da nesnenin tersini kabul etmek; bir söze inanarak, gerçeğin aksini yapıp yaptığının doğru olduğunu sanmak da bilgisizliğe girer hep. Bilgisizliği ortadan kaldıran İslam’ı kişioğluna bildiren Kuran-ı Kerim’in çeşitli surelerinde geçen “şair, şuara, şiir” kavramlarının, hiçbir yerde “olumlu” bir anlamla kullanılmadığını; şair, şuara ve onların sözü olan şiirin lanetlendiğini görüyoruz: “Kime şeytanlar inebilir, size haber vereyim mi? Onlar, uydurucu, günaha düşkün her kimseye inerler. Bunlar şeytanlar yalanına kulak asarlar, pek çokları da yalancı kimselerdir. Şairlere azgınlar tâbi olurlar. Görmüyor musun ki onlar her dedikodu deresinde şaşkın şaşkın dolaşırlar. Onlar yapmadıkları şeyleri de derler.” (Şuara 26: 221-226) “Biz ona şiir öğretmedik, ona şiir de yaraşmaz. Ona vahyolunan söz, nasihattan, apaşikar olan Kur’an’dan başka bir şey değildir.” (Yasin 36: 69) “Çünkü onlar kendilerine ‘Yoktur tapacak, Çalaptır ancak’ denildiği zaman imanı kibirlerine yediremezlerdi de ‘Biz divane bir şair uğrunda mâbutlarımızı terk mi edelim?’ derlerdi. Hayır, o hak dini getirdi, geçen peygamberleri de tasdik etti.” (es-Saffat 37: 35-37) Cahiliye dönemindeki “şair”in şiiri; Hz. Muhammed’in bildirdiği İslam’la aydınlanıp bilgi ve bilimsellikle yıkanmış bir toplumda, “nâzım”ın yazdığı dizelerle, karşıtını bulur. O nedenle, karanlığın şairi ile aydınlığın nâzımı, hiç anlaşamaz birbiriyle; şairin şiirle kurduğu karanlık ve kargaşa dolu kaotik süreç, nâzımın gelişiyle aydınlık ve erdemin egemen olduğu kozmosa dönüşür çünkü. Platon’un, hocası Sokrates’in öldürülmesinden sonra kurmuş olduğu “Akademia” da bu amaç için yani ki bilgi edinmek, onu geliştirmek, çoğaltmak, yaymak ve sonraki kuşaklara öğretmek için yaşama geçirilmiştir. Bu kavram, İngiliz dilinde hem “academy” hem de “university” sözcükleriyle karşılanmıştır. Türk kültürüne de “akademi” ve “üniversite” olarak giren bu kavramın Türk dilindeki karşılığı olan “evrenkent” ne yazık ki hâlâ kullanılmaz. Akademilerden, üniversitelerden ya da Türk dilindeki karşılığıyla evrenkentlerden “bilim kişisi” olarak mezun olan her kes “akademi”nin öğretisine bağlı olmakla yükümlüdür; görevleri, bilgiyi ve bilimi yaymaktır; bunu hem araştırma yapıp yazılar yazarak hem bilimsel etkinliklere katılarak hem de öğretim kurumlarında öğretmenlik yaparak gerçekleştirirler. Şair, bilgiyi yayan erdemli bilim kişilerini de sevmez o yüzden; karanlığı dağıtan kuşaktandır çünkü onlar da... Her bilgi yayıcı, bu bağlamda, şair için bir düşmandır; gelmiş geçmiş bütün enbiya, evliya, nâzım, bilimkişileri, kurtarıcı önderler... *** Gelip geçmiş insan topluluklarının hemen hepsinde kişinin adı, tıpkı onun saçı gibi, tırnağı gibi, vücudunun herhangi bir yeri gibidir. Sait MADEN Kemalizm, Atatürkçülük ve “şair” Karanlığın üzerine bilgiyle ışık yakıp evreni aydınlatan gelmiş geçmiş hiçbir enbiyayı, evliyayı, nâzımı ve erdemli olan bilimkişilerini, hele ki kurtarıcı önderleri sevmez şair; Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Pir Sultan Abdal, Köroğlu, Karacaoğlan...Einstein gibilerden hiç hoşlanmaz. O nedenle, bir toplumda, Mustafa Kemal Atatürk ve o ruhla biçilip biçimlenenler de en büyük engeldir şair için; çünkü, Atatürk ve onun gibiler “birleştirici” ve “kurtarıcı”dır. “Benim manevî mirasım, bilim ve akıldır.” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün “adı”na da bu yüzden saldırır şair; onu, yaralamak ister. Sait Maden (1998: 13) bir yapıtında “sözün gücü”nden bahsederken şöyle der: “Günümüz insanı için söz soyut bir olgudur, günlük ilişkilerimizde kullanageldiğimiz dilsel alışverişlerdeki kavramları saran incecik bir zar, simgesel, yapay bir kurgu. Nesneleri simgeleyen sözcükler, adlar gösterme nitelikleri dışında sadece boş birer kılıftır. Oysa ‘ilkel’ dediğimiz insan topluluklarında söz (ya da genel bağlamda dil) somut bir güçtür, her sözcük somut birer nesnedir. Örneğin insanın adı, tıpkı ağzı, dili, kolu, bacağı gibi vücudunun bir üyesidir. Nesne ile nesneyi dile getiren sözcük arasında, yaşamın temeli olan soluk’la bu soluğu biçimlendiren söz arasında hiçbir uzaklık bulunmaz; birbirlerine kenetlenmişlerdir, bir bütündürler. Zihinsel bir yönelim, bir soyutlama yöntemi değildir dil. Etkin bir güç, canlı, yoğun bir yapıdır; nesneler evreninin bir ögesidir. Nesne ile öz, varlıkla dil, im ve imleyen dış dünya ile iç dünyanın birliği içinde erir, somut bir bütün olurlar. Örneğin kuzeybatı Nijerya’da yaşayan Dogonlarda sözdavranışla, girişimle eşanlamlıdır. Dogonlar eylemin sonucu olarak, yapıt olarak, kendisinden kalan özdeksel yaratı olarak anlıyorlar söz’ü: dövülmüş çapa demiri, dokunmuş kumaş aynı zamanda söz’lerdir. Sudanlı Bambaralar dili somut bir öge olarak görüyorlar; bir Bambara atasözü şöyle diyor: ‘İnsanın kuyruğu da yoktur, yelesi de. Neresinden tutarsın onu? Ağzından çıkan sözden.’ Paraguay yöresinde yaşayan Guarani Kızılderilileri bir çocuğun doğumunu ‘Söz kendine oturacak bir yer sağlıyor.’ diye açıklıyorlar. Akadcada var olmak eylemiyle adlandırmak eylemi eşanlamlı.” Sözün gücü... Uygur Türklerinde “söz” anlamında da kullanılagelen “sav” (Caferoğlu, 1993: 131) sözcüğünün bir diğer karşılığı “kainat”tır; o nedenle, kullandığınız bir söz(cük)le evrenler kurup yine bir başka söz(cük)le var olan evrenleri yıkıp yok edebilirsiniz; geçmişiniz, şimdiniz ve geleceğiniz, o sözcüğün içindedir. Kişioğlunun ortak bilincinde yer alan, sözün bu “somut” ve “soyut” alandaki bütünselliği, günümüzde yok edilmiş, böylece, sözle kurulan büyüsel ortam “şair”in eline bırakılmıştır. Maden (a.g.e.: 12) kişioğlunun evrene bakışını bir anda değiştirebilecek kadar etkili olan sözün büyüsel etkisi için şu saptamayı yapmıştır: “Çağımızda söz’ün büyüsü yok oldu, kutsallığı yitti. Binlerce yıllık bir çaba sonunda ele geçirdiği nesneler evreninin bütün köşe bucağını bir köstebek gibi durmadan kazarak, altüst ederek orada varlığını daha çok kanıtlayabileceği yeni yollar, yeni geçitler açmaya çalışan ve bu girişiminde olağanüstü başarı gösteren ‘us’ için söz kullanışsız bir araca döndü günümüzde. Yalnız kimi ozanların işine yarıyor şimdilik. Ama yağı bitmiş, ışık vermeyen bir lamba.” Sözcüğün büyüsü, oyunun kuralını bilen şuara elinde, bireyin adıyla yaralanması için kullanılan güçlü bir silahtır ve bu silah, Mustafa Kemal Atatürk’ü yaralamak için de kullanılır şair tarafından. Şair, Atatürk’ü yaralamak ister; çünkü Mustafa Kemal; şuara elinde yok oluşa sürüklenen bir toplumu, Türk toplumunu, Kurtuluş savaşı verip verdirterek kurtarmış, yepyeni, çağdaş uygarlığın ötesini amaç edinen bir Türk cumhuriyeti kurmuştur. Ve yine... çünkü Atatürk; 1928 yılında gerçekleştirdiği Yazı devrimi ve 1932’deki Dil devriminin yanı sıra, 1931 ve 1932 yıllarında kurduğu, Türk tarih kurumu ve Türk dil kurumlarıyla bilinç bükücü şairin oyununu bozmuş; gerçek ile Türk halkı arasına giren yanlış anlamlandırılmış sözcük perdelerini birer birer ortadan kaldırmış, böylece, “Türklük bilinci” yeniden kendine gelmeye başlamıştır. Türk dilinin köken olarak Arap ve Fars diline dayanmadığını, Türk dilinin tarihte bilinen en eski dillerden olduğunu, Sümerlilerle Türkler arasındaki güçlü bağı, hem bilimsel yöntem ve araştırmalarla hem de dünyanın her yerinde bağlantı kurduğu bilim kişilerinin ortaya koyduğu belgelerle kanıtlamıştır. Bununla da yetinmemiş, her Arap, Fars, İngiliz, Fransız, İtalyan ve(ya) Alman’ın kendi dilini onurla kullanması gibi Türk dilini, hem anadil hem de ana dili olarak kullanabilmenin en büyük hakları olduğunu gösterip öğretmeye çalışmıştır Türk halkına. Bu yüzden, Atatürk’e saldıran şairin en büyük saplantılarından biri; bıkmadan ve usanmadan, üstelik, en bilgisiz söylemleri kullanarak, özellikle Yazı devrimi ile Dil devrimine saldırmaktır! Çünkü, ulus olmuş diğer toplumlardaki gibi Türk ulusunun birlik ve beraberliğinin de Türk diliyle ayakta durduğunu çok iyi bilir şair. Bu bağlamda, adım adım ilerleyip önce ana dili ile anadil arasında bir ayırım oluşturmaya, sonrasındaysa Türk halkının değer(ler) düzeneğiyle oynamaya başlar; bunun için de önce Türk “abecesi”ndeki (alfabe) sesleri değiştirip kalınlaştırır ve(ya) o seslere başka ulusların dilinden ses(ler) ek(le)meye çalışır; başarılı olduğunda, dildeki yozlaşma da gizlice başlatılmış olur: Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri /e/ seslisiyle sesletilen /h/nin [ha] olarak, yine /e/ seslisiyle sesletilen /k/ sesinin [ka] olarak söylenmesine tanık oluyoruz yıllardır. Örneğin, uzun yıllar, S.S.K. (Sosyal Sigortalar Kurumu) için [seseke] diyen bir toplumun bireyleri, marifetmiş gibi kaba sesletimlerle [seseka] demeye başlatılmış, sonrasında ince sesletim unutulmuş, yıllar sonra, biri gelip [seseka] yerine [seseke] dediğinde, onunla alay edilmiş ve zavallı durumuna sokulmuştur; oysa ki şair tarafından zavallı durumuna düşürülenin aslında kendileri olduğunun ayırdında değildirler. Bilinçleri büküldüğü için “Niçin [sasaka] ya da [sosiku] demiyoruz?” diye de sorgulayamaz olurlar. Öyle kabul etmeleri sağlanmıştır çünkü. Daha sonra ne mi olur? Önce kullandığımız sözcükler kalınlaşır, sonrasında konuşmalarımız, ardından eylemlerimiz ve en sonunda duygu ve düşüncelerimiz. Bu bilinçsizlik ve körleşme o düzeye varır ki K.K.T.C. (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti) kısaltmasını sesletirken ne büyük gaf yaptığımızın farkında bile olmayız ve [kaka] deriz uğrunda milyonların kan ve tin (can = ruh) akıttığı T.C.’ye! Türklüğün ortak bilincindeki algının bu yolla çürütülmesi, basit bir yanlış değil, yaşamsal önemi olan büyük bir hastalıktır; üstelik, bu hastalığın kuluçka dönemi, yüzlerce yıl ve daha fazla sürebilir. O nedenle, bir toplumun, dilinde oluşan hastalıklardan kurtulması; çok sancılı süreçleri de beraberinde getirir. Dildeki hastalık, yaşamsal önemi olan büyük bir sorun olarak görülmediğinde, her türlü etkinliğini dille gerçekleştiren her toplum yavaş yavaş, uyuşa uyuşa çöküşe geçer. Bu bağlamda, Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşı olan nice değerli düşünürün Türk abecesindeki harfleri ince sesli olan /e/ ile sesletmeyi en uygun gördüğü Türk ulusu, daha da incelip nezaket yüklü, pırıl pırıl bir toplum olacağı yerde, bilinçsizce kabalaşan bireylerin gün geçtikçe çoğaldığı bir topluma dönüşmeye başlar; böylece, yalnız kaba güce ve rezilliğe (paraya, mala, her türlü çıkara...) değer (!) veönem (!) verilmek istenen bir düzenli düzensizlikte şuara, her türlü haksızlığı, hak; kanunsuzluğu da kanun gibi gösterip devleti sarsar. Yapıtlarında “şair” sözcüğü yerine ozanı, “nazım” yerine de şiir sözcüğünü kullandığı görülen Eyuboğlu (a.g.e.: 109) bir ozanın, konuşup yazdığı dili “bil”mesi konusunda şöyle demiştir: “Şiir yazmak, şiirinin özünü, yoğunluğunu kendi ölçüleri içinde dile getirmek dili, kullandığı, konuştuğu dili iyi bilmeyi gerektirir önce. Kullandığı kavramların kaynağını, özelliğini, niteliğini bilmeyen, şiir düzenlerken onları bilinç süzgecinden geçiremeyen bir ozan başarılı olamaz, olamamıştır da. Bir Alman, bir Fransız ozanına sorun bakın kullandığı kavramların, sözlerin bir bir geçmişini bilmez mi? Bilir, bildiği için de başarılı olur. Bilmeyen ise başarılı olamaz, bir işe yaramaz onun şiiri. Halk ozanlarımız yalın söyler, ancak şiirde kullandığı kavramların ne olduğunu, sınırlarını, onunla neler anlatmak istediğini çok iyi bilirler. Bu yüzdendir başarıları. Aşık Veysel’e bir gün Sabahattin Eyuboğlu’nun evinde ‘kürtük’ nedir diye sormuştum. Aşağı yukarı on dakika bana ne olduğunu anlattı. Nerelerde nasıl olduğunu, katılığını, hangi kar birikintilerine öyle dendiğini, en kalın, en yoğun kürtüklerin nerelerde bulunduğunu söyledi. Oysa Veysel onu ancak beş yaşına gelinceye değin görmüştü. Ondan sonra bir daha dünyayı görmez olmuştu gözleri. Daha başka sözlerin anlamını sormuştum, özellikle halk dilinde geçen sözlerdi onlar. Birer bire anlattı, karşılık verdi sorduklarıma. Şimdi siz gidin anlamsız şiir yazan, soyut şiir söyleyen bir genç ozana kullandığı kavramlardan birini sorun bakalım ne karşılık alırsınız. Başımdan geçti böyle bir olay. Türk edebiyat tarihinde yeri olduğunu göğsünü gere gere söyleyen, üstelik Fransızca bildiğini sanan bir ozanımıza, Nisan ayında Ankara’da kullandığı kavramlardan birinin anlamını sorduğum zaman bana: ‘Siz yeni şiirden anlamıyorsunuz’ dedi. Kimin anladığını sorunca karşılık veremedi: ‘Bu masada oturulmaz’ diyerek, kendi gibi kendini önemli bir ozan sanan arkadaşının yanına gitti.” Bu noktada şu soru gelebilir aklımıza: Acaba İsmet Zeki Eyuboğlu yaşasaydı nazım, nâzım, şiir, şair, ozan sözcükleri için bugün neler söylerdi? Görülen odur ki “şair” ve “şiir” kavramı konusunda görüş bildirenler, tarihsel süreçte bu sözcüklerle biçimlenen kavramların “dış” yüzeyindeki anlam katmanında oyalanmış, bu yüzden “çekirdek” anlama ulaşılamamıştır. O nedenle, şairin, bir toplumun bireylerindeki algıyı nasıl bozduğunu ve(ya) değiştirdiğini daha iyi algılayabilmek için “sözcük”lerin anlam yükü üzerinde düşünmek gerekir. Bir sözcüğün dolayısıyla kavramın, olduğu gibi değerlendirilmesini önleyen iki durum vardır. Bunlardan biri sözcüğe biçilen anlamla ilgilidir, diğeri de sözcüğe verilen anlamla. “Çekirdek” anlamının dışında ya da o anlamın yanı sıra sözcüğe “biçilen” anlam, o kavramın toplumsal olarak nasıl algıl
Bunların uyumundan, birlikteliğinden oluşan o çok zengin simgeler, görüntüler, çağrışımlar alanı yangın yerine döndü günümüzde; aşağılandı, kirletildi.
Plastik, naylon ve kimyasal artık uygarlığının kirlettiği doğayı temizlemek, kurtarmak, yeniden yaşanabilir duruma getirmek için çabalayan günümüz insanı, kendi eliyle kurup işlettiği nesneler evreninden, bunların yaşam karşıtı bilgisinden kalma artıklarla ne denli tıkanmış olduğunu, iç dünyasının ne denli kirlenmiş olduğunu kavrayamıyor.
Sait MADEN
Kültürümüzde “düzenlemek”, edebiyatımızda da “sözü, ölçü ve uyak kullanarak düzenlemek” anlamına gelen nazmetmek eylemi, nazım/nazm ve nâzım sözcüklerinin köküdür; “manzum(e), intizam, muntazam, tanzim, tanzimat” sözcükleri de bu kökten gelir.
Aldanma ki şair sözü elbette yalandır
Mısralarımda;
Dokunabilir misiniz,
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum;
Anlatamıyorum.
İnsan nasıl kolundan, bacağından yaralanabilirse, adından da yaralanabilir.
YORUMLAR