Son Dakika



Acının ilk kendisiydi, yüreğinin çarpıntısını ilk kez duyduğun anda beliren.

Acının ilk kendisiydi karanlıkta hançerle sokulan.

Milattan önce bir çoban bağırıyordu kuyulara, yeryüzündeki ve gökyüzündeki bütün boşluklar öfkesiyle doluyordu, Midas’ın kulakları eşek diye.

İlk yankılanışıydı bu acının, eğri bir eksen üzerinde kurulmuş amansız evrende. Sıcak, alnında dayanılmaz bir hâl aldığı zaman tanrısal kemendiyle nasıl boğuyordu seni, öfke. Söyle ne değişti milattan beri, yine doğmadık mı aynı tragedyanın içinden. Yalnız biraz acılar esrikleşti, biraz gülmeyi öğrendi o kadar. Acının o ilk kendi, istediği her biçimi alarak, istediği her zaman ve her yerde çıkmıyor mu karşına?

Öyleyse neden arıyoruz biçimleri, neden metronom bu kadar önemli ve neden göremiyoruz imgenin saçtığı kıvılcımların, bu anlamsız devinimin, esaretin yere sürtünmesinden başka bir şey olmadığını. İmge yanıltıyor ve ona eşlik ediyor lir. Ve Musalar karışıyor aramıza, Musaların yakalananları tek tek boğazlanıyor Dicle ve Fırat’ta. Hani sorumluyduk koyunların gözünden, sakalından keçilerin ve karıncanın incinmesinden. Yenildik mi yeryüzüne, o kör şeytan Erlik’e. Allı telli turnalar oysun gözünü!

Geldiysek eğer gökyüzünden doru atlarımızla, geldiysek Afrika’dan kilometre taşlarıyla boyumuzu ölçerek. Ortak atamızdı okâinat yalnızlığı, ilk anlam ve kuyuya atılan ilkel halimiz. Ve ona karşı söylenmiş ilk yalan. Şaman törenleriydi, Mısır’ın gizli ayinleriydi o gerçeği hiç istemese de açığa vuran.

Bu acının yakalanışıdırve umudun sonsuz bir tekrarla yaşanan esriklikten ya da yanılgıdan başka bir şey olmadığının ispatıdır. Öyleyse kimi kurban etmeli göz yaşlarımızın dinmesi uğruna. Aşkı ve neşeyi bırakıp barbarlığa, matemler mi giymeli ve suskun ezanlar mı okunmalı minarelerden ilaheler, ağıtlar… yoksa hüznü ve gerçeği bırakıp, o bizi koruyan saydam duvarı yıkıp, çılgın çöllere mi sürelim erdemimizi?

Her şey düğümleniyor işte tam da Gordion’da. Derinliğinde uğultuları, sarı ekin kokusuyla yüzümü yalayan rüzgâr milat öncesinden beri aynı. Sokaklar çıkmazlarda düğümleniyor ve yılkılar koşuluyor arabalara.

Boğazımdaki ses öylece asılı kalıyor, gözlerim büyülü zamana yakalanırken. Bir kale yükseliyor göğsünün ortasından.  Epik bir kale bu, destanlarda adı hiç geçmeyen. Keşke çıkıp bir görsen o zarif bileğin ateşte nasıl dövüldüğünü, titanların değil insanların çırılçıplak isyanıdır dillere destan olan.  Tırmanıyorum o tepenin ucunda, düştü düşecek gibi duran kaleye. Dar sokaklarda tekerlekler ve çıkrıklar dönüyor.  Göğe yükselişi gibi ritmin, adımlarım soluğumla kesiliyor. Kahvelerden ve hanlardan çıkanlar bıçkın ve sustalılar.

Bir gidebilsem şu menzilden çıkıp enginlere açılmak üzere. Bir görebilsem yeniden kavuştuğunu kahramanla anti kahramanın. Bir gün roman denilen o mimarinin barıştığını büyük dedesi şiirle. Oidipus’tur roman, Hamlet’tir bana soracak olursanız eğer. Göç denkleridir şiir sırtımızda yüklerini taşıdığımız. Gökdelenler öncesinde alnımıza düşen son işaret. Bir gün barışır mı çoban ile çobanıllığını reddeden birey?

Ve bunca yüzyıl uçuruma itilmiş Fenikeliler affeder mi bizi, onları bağrımıza basarsak yeniden eğer.

Ya biçimle öz, artık anlaşırlar mı kırmızı bir sınır çizgisinde. Roman ve şiir, Bruno Taut binalarını yapan ustalara eşlik eden ritim, artık yürüyebilirler mi gülerek ve yan yana?

Varlığın, yokluğu tanıması gibi olurdu bu. Ve yokluğun da varlığı selamlaması gibi. Ve masadaki iki kadehten biri kesinlikle zehirliydi. Çünkü sarnıçlarda Roma ve Bizans tortusu. Çünkü Oidipus daha lanetlenmedi. Ve romantizm size koskocaman bir yalan söyledi.

İki bin yıllık milattan sonra alaya almak istiyorum varlık nedenimi, ve bile isteye görmeyen gözlerin içine sokmak istiyorum ağacın budaklarını, ve duymayan kulaklar için yer küreyi titretmekten başka bir yol bulamıyorum Midas’ın kulakları eşek diye!

O kuyudaki ilk benlik, o kuyudaki ilk yüzüm duy beni!

Artık sahte gerçek masallara tahammülüm kalmadı benim.  Ve katlanamıyorum eğretilemelerine imgenin. Bana saf ipekten bir masal değil, safi çuldan bir gerçek ve Aladdin’in sihirli lambasından çok Diyojen’in kırık ama sahici feneri gerek.  Duy beni, yok edilmiş kendilik!

Benliğimdeki tamahtan vazgeçiyorum, vazgeçiyorum kâr getiren hisse paylarından. Süreya’nın düş getiren hisse paylarına ortak olmak için. Şimdi cevap ver: Kuyudaki sen misin yoksa ben mi?

Gözen Esmer
Gerçek Edebiyat

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)