Nurullah Ataç'a / Oktay Rifat
Oktay Rifat'ın 1952 yılında Yeditepe dergisinde, Nurullah Ataç'la tartışmalarından şiirde öz ve biçim üzerine olanı, oldukça önemli değerlendirmeleri içeriyor.
Sevgili üstadım, “Türk Dili” dergisinin 14 üncü sayısındaki beni ilgilendiren yazınızı dikkatle okudum. Ben şekille muhteva demiştim; siz biçimle öz diyorsunuz. Ben de sizin gibi biçimle öz demediğim: üzüldüm. Şekil, muhteva kelimeleri dilimizle bağdaşmayacak kadar bize yabancı. Bundan böyle ben de biçimle öz diyeceğim ' Önce, “Şiir ne olduğu söylenilmez, özü çözümlenmez bir şeydir, ” diyorsunuz. Sonra Fuzuli’nin mısraını ele alarak o denemenin doğruluğunda ısrar ediyorsunuz. Bir taraftan da: “Şiirde sözleri sıralamanın da bir değeri vardır. Yalnız o mudur şiir? Her bir şey demiyorum. Ama görüyorum ki o da var,” diyorsunuz. Bundan sonra Aristophanes örneğiyle insanlığı yanlış yola sürükleyen, Hugo örneğiyle de doğrulukla yanlışlıkla ilgisi kalmamış sanat eserlerinin hâlâ ayakta durduklarına, bunları ayakta tutan şeyin başka erdemler olduğuna işaret ediyorsunuz. Eğer müsaade ederseniz ben de bu konularla ilgili düşüncelerimi söyleyeceğim. Maksadım ne “Yeditepe”deki yazımı savunmak, ne de yazınızda bana doğru değilmiş gibi gelen yerleri belirtmek. Maksadım bir iki söz daha söylemek, belki sizin söylemenize de vesile olmak. Baştan başlayalım. “Şiir ne olduğu söylenilmez, özü çözümlenmez bir şeydir,” diyorsunuz. Neden çözümlenmesin? Belki konu karışıktır. Yanılma imkânları çoktur. Kolay kolay işin içinden çıkılmaz ama mutlaka çözümlenir. Böyle bir düşünceyi savunabilmek için insanın ya akıl denen melekeye güveni olmamalı yahut şiirin akılla sırrına erilmez bir nesne olduğuna inanmalı. Mesela Bremond böyledir. Saf şiir konuşmasında: “Her şiir, şiirliğini saf şiir denilen esrarlı bir gerçeğin değiştirici, birleştirici varlığından, parıltısından alır,” diyor. Konuşmanın başka bir yerinde de elektriğe benzettiği bu esrarlı akımı dualarla Tanrı’ya bağlıyor. Bremond papazdır, üstelik sizin bizim gibi “tinsiz” de değildir. Maddeden başka bir de ruh denen ayrı bir cevher taşıdığına inanır. Böyle olunca da şiirin özüne erişilemeyeceğini söyleyebilir. Ben sizin bu çeşit bir düşünür olmadığınızı biliyorum. Akla, akıl gücüne, bilime, eğer yanılmıyorsam, güveniniz vardır. Böyle olunca, her gerçek gibi şiir gerçeğinin de sırrına akılla erilebileceğini, hiç olmazsa er geç erilebileceğini niçin kabul etmeyesiniz! Bana bakarsanız ben bazı bilgilerin aydınlığında şiirin anlaşılmaz olmaktan çıktığını sanıyorum. Benim bu sanımı belki mübalağalı bulabilirsiniz, ama herhalde şiirin özü çözümlenmez diye kestirip atmaya hakkınız yok gibi geliyor bana. Bence bu yılgınlığın asıl sebebi şu: İçimizde mutlak bir güzel kavramı var. Buna karşılık bir de şiire bağlı, sanat eserine bağlı bir güzellik var. Biz gerçekteki bu güzeli araştıracak yerde kafamızdaki mutlak güzeli çözümlemeye çalışıyoruz. İşin içinden çıkamayınca, belirli sanat eserine bağlı güzelliğin sırlarına da erişilemeyeceğini söylüyoruz. Bu düşüncenin daha anlaşılır hale gelmesi için gene müsaadenize güvenerek görece “nisbi-izafi” kavramı üstüne birkaç söz söyleyeceğim. Görece kavramının çeşitli metafizik manaları üstünde duracak değilim. Eğer yanılmıyorsam, bir bilim kavramı olarak görece şu demek: Gerçek devamlı bir oluş halindedir. Bu devamlı oluş içinde her şey bir müddet sonra tıpatıp kendi kendisi olmaktan çıkar, değişir. Bu oluşun akışın bir cilvesidir. Bu yüzden olayları belirli bir zaman aralığı içinde, şartlarına bağlı olarak ele almalı. Doğrular ancak zamanlarına, şartlarına bağlı olarak doğrudurlar, yani görecedirler. Şimdi dönelim ilk düşüncemize. Yazınızda çeşit çeşit şiirleri aynı zamanda beğenebildiğinizi, sonra buna dayanarak, şiire şudur budur denilemeyeceğini söylüyorsunuz. Elbette, üstadım. Şiir de bir toplum ürünü, olayı. Bu olay da bütün öteki toplum gerçekleri gibi daimi bir oluş halinde. Bir başlangıçtan kopmuş, almış başım gidiyor. Çeşitli çağların çeşitli şiirlerine bağlı güzellikler birbirine benzemiyor. Şiire bağlı bir değil, bir sürü güzellik var. Yanlış olan sanki değişmeyen bir şiir varmış, yani şiir görece değilmiş gibi buna bir öz yakıştırıp d özü çözümlemeye kalkmak. Şiiri, şiire bağlı güzelliği çözümlemek için şiirin tarihini incelemeli, her çağın şiir anlayışını bulup çıkarmalı. Bu da yapılıyor. Derdimi iyice anlatabilmem için dağılan sözlerimi toplayayım. İçimizde mutlak güzel kavramı durdukça, biz bu kavramı tatmin edecek bir güzel tarifi aradıkça işin içinden çıkamayız. Çünkü sanat eserine bağlı gerçekteki güzel bir toplum olayı, bizim kendisine bir tarif arayıp da bulamadığımız mutlak güzel ise ancak adı var kendi yok. Zümrüdüanka cinsinden bir şey, metafizik düşüncenin bize uğursuz bir yadigarı. Mutlak güzel kavramını bir kenara bırakıp gözlerimizi belirli çağlar içindeki şiirlere, bu şiirlere bağlı güzelliklere çevirdiğimiz zaman işler adamakıllı kolaylaşır sanırım, üstadım. Şimdi de Fuzuli‘nin mısraına geliyorum. Siz, Gözüm cânım efendim, sevdiğim, devletli sultânım mısraının manası ile Efendim, sevdiğim, devletli sultânım, gözüm, cânım mısraının manasını bir tutuyorsunuz. Bence bu iki mısra mana bakımından, değişik. Birincisinde şair övgüye gözüm'le yani oldukça hafif başlıyor. ta devletli sultanım’a kadar basamak basamak çıkıyor. İkincisinde bu övgüler gelişigüzel diziliyor. Hatta mısra büyük bir övgüyle başlıyor da sonunda gözüm, canım’a kadar iniyor. Birinde mananın gittikçe gelişmesi, yükselmesi, ötekinde tersine düşüşü var. Eğer bu iki mısra güzellik bakımından değişikse bu niçin mana farkından doğmuş olmasın? Herhalde özü biçimden ayırdetmeye imkân olmadığı için sanat eserine bağlı güzelliğin sadece biçimden ileri geldiğini söylemek doğru değil. Bir şiirin güzelliği sadece biçiminden gelseydi, mesela Fuzuli’nin bu mısraım Türkçe bilmeyen bir İngilizin de beğenebilmesi gerekirdi. Halbuki mana bilinmeyince biçimin de tadına varamıyoruz. Aristophanes ile Hugo örneklerine gelince bu konuda da bir iki sözüm var. Ama daha önce bilgisizliğimi ortaya koyayım. Aristophanes hakkında sahiden pek az şey biliyormuşum. Bir de şair geçiniyoruz. Ama kabahat benim mi? Bir biçimdir tutturmuşuz, sağdan soldan aferin demişler, bugünü bulmuşuz. Şöyle mi desem, böyle mi desemle ömrü yitirmişiz. Bize kimse çıkıp okumayı, öğrenmeyi, eski sanat eserlerini incelemeyi öğütlememiş. Öğütleyenlere de, bunlar eski kafalı adamlar deyip dudak bükmüşüz. Ben de On Yedinci Yüzyılda. mesela Fransa'da dünyaya gelseydim. şairliğe merak sarınca ister istemez Aristophanes’i, bütün öteki yüce yazarlar gibi, iyice öğrenirdim. Cünkü o çağda yalnız biçimin değıl, özün de değeri varmış. Hatta şairler önce bir öz yazar sonra ona bir biçim ararlarmış. Racine böyle çalışırmış, bildiğime göre. Her neyse, baktım Aristophanes hakkında pek az bilgim var, önce pederden kalma Büyük Larousse'lara el attım. Bir iki Frenkçe kitap karıştırdım. O arada yazarın Barış adlı oyununun Türkçe tercümesini buldum. Edindiğim bilgi şu: Aristophanes bir sürü oyun yazmış ama bunların çoğu kaybolmuş. Geriye on bir oyunu kalmış. Bunların dört tanesi barışa övgü. Öteki oyunlarında Aristophanes, Cleon'la, yani halkçı görünen bir halk düşmanıyla, bir de Socrates’i öne sürerek sophiste’lerin kötü taraflarıyla alay etmiş. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları arasında çıkan Barış adlı oyunun önsözünde bir iki parça alıyorum: “425 Lenaia Bayramı’nda Akharnailılar oynadığı zaman vaziyet şu idi: 431 baharında Atina’nın ezeli dostu Plataiai’nin, Boiotia’lıların bir baskınına uğramasıyla Peloponez Harbi başlamıştı. 425’e kadar varan altı sene içinde Atina büyük felaketie karşı koymak zorunda kaldı. Attika istilası yüzünden bütün köy ve kasaba halkının Atina surları içine alınması, bu sırada (430) nüfusunun üçte birini imha eden müthiş veba salgını, Perikles’in ölümüyle (429) demokrasinin başıboş kalıp müfrit halkçı partinin teşvikiyle Atina’yı kökünden yıkacak olan doğu ve batıya sergüzeşt seferlerinin başlaması... .Bu vaziyette Aristophanes barışın müdafaasını ele aldı. 421’de şair daha geniş bir kavrayış, daha yüksek bir sanat eseri olan Barış’la sulhün müdafaasını bir daha denedi. Bu dört yıl içinde Isparta ile Atina arasındaki harp büsbütün kızışmıştı. İlk zamanlar Atina hücum vaziyetindedir, v.s." Demek ki Aristophanes halkına hizmet etmiş. Ona doğru yolu göstermeye çalışmış, barış için savaşmış. Ben de bu çeşit sanatçıların halkın saygısına layık olabileceğini söylemiştim. Hugo’nun da doğru yoldan gittiğini siz söylüyorsunuz. Zaten bunun tersini benim aklım almıyor. Halkını uçuruma sürükleyen kötü politikacı kurşuna diziliyor da, insan, şair yahut tiyatro yazarı olunca kusuruna bakılmıyor mu? Ama siz daha başka bir şey söylüyorsunuz. Sanat eserinin kalması, içindeki düşüncelerin doğruluğundan, eğriliğinden ileri gelmez diyorsunuz. Niçin üstadım? Niçin güzel biçime tanıdığınız ölümsüzlüğü, kendi çağı için, hatta bazen bizim çağımız için de doğru olabilecek öze tanımıyorsunuz? Hem yukarda da dediğim gibi özle biçimi böyle bıçakla keser gibi nasıl ayırıyorsunuz? Bu eserlerin başka erdemleri de var diyorsunuz. Biz de yok demedik. Birçok erdemleri var bu eserlerin. Bunların neler olduğu teker teker sayılabilir de. Ama şairin, halkın saadeti için harcadığı gayret, emek de bu eserlere hâlâ pırıltısını serpiyor. Bu eserler onun için de ölümsüz. Ellerinizden öperim sevgili üstadım. Oktay Rifat
(Yeditepe, Aralık 1952)
Gerçek Edebiyat
YORUMLAR