Son Dakika




Aslen Khataylardan değilim, yine de Khatayların yaşadığı coğrafyayı iyi bilirim. Sırf keşif amacıyla, daha çok Uzak Asya’ya duyduğum kronik meraktan, defalarca seyr ü sefer kıldım Taklamakan’a, Gobi’ye, Mançurya’ya.

Lakin memleketim Hatay’la Khataylar arasında bir ilişki, tarihin zifir sayfalarında kalmış bir bağlantı, mübadele var mıdır bilmiyorum. Aynı şey Hatayî mahlasıyla şiirler yazan I. İsmail, diğer adıyla Şah İsmail için de geçerli. Onu da belli bir yere, murassa bir posta oturtamadım, Hatay’la Hatayî arasında kayda değer bir bağlantı kuramadım, organik ve inorganik bir ipucu bulamadım.

Ne var ki bu konu hiç yakamı bırakmadı. İçimde hep egzotik bir çalkantı, tarihsel, hatta mistik bir serzeniş uyandırdı. Geç de olsa, şu an İran’da Safevîlerden eser kalmamış da olsa, söz konusu sorunu tartışmak üzere Tebriz’e, bizzat Şah İsmail’e gitmeye karar verdim. Kim bilir, belki de Hatayî mahlasıyla şiirler yazması Hüseyin Ferhad’a özel bir işaretti. 

Sahi kimdi İsmail, kimlerdendi? Hangi harf cinlerinin imgelemimize musallat ettiği bir kalemşordu, hangi şer ilâhlarının üstümüze sürdüğü bir silahşor?

İsmail 1487 yılında, 16/17 Temmuz gecesi, Azerbaycan’ın (Azerbayigân demek daha doğru olur) ücra kentlerinden Erdebil’de dünyaya geldi. Anası Âlem Şah, diğer adıyla Halime Begüm, Akkoyunlu Uzun Hasan’ın kızı, babası Şeyh Haydar da Safevîyye tarikatının üçüncü kuşaktan halifesiydi.

Safiyeddin Erdebilî’nin kurduğu bu tarikat, Halvetîlik’le Kalenderîlik’in bir birleşimiydi, tasavvuftan çok siyasal iktidara talipti. Nitekim Şeyh Safiyeddin’in torunlarından Şeyh Cüneyd (ki Hatay’ın Arsuz bucağına dek gelmiştir), daha sona Şeyh Haydar, Azerbaycan ve Doğu Anadolu’da hükümdarlara özgü birer nüfuz kazandılar. İşaret ettiğim gibi, Safevîliğin öbür Şiî tarikatlardan farkı laf-u güzaf cinstendi, yok denecek kadar azdı.

Kışın başlangıcındaki ilk kırk günde, Zilhicce’nin ilk dokuz gününde (ki bu Şihabeddin Sühreverdî’nin ölüm yıldönümüdür) ve Ramazan ayının son on gününde inzivaya çekilerek ibadet etmekten, sabah ve akşam namazlarından önce Kur’an okumaktan ibaretti. Öğretilerinde katı, bağnaz değillerdi, bu yüzden kısa zamanda pagan Türkmenlerin, Çerkeslerin, agnostik Gürcülerin sempatisini, desteğini kazandılar. Şeyh Haydar hırslı bir liderdi, tekmil Ön Asya ve Kafkas halklarını siyasal bir birlik altında toplamak istiyordu. Hayatını da bu davaya adamıştı. Akkoyunlu Yakub Bey’le yaptığı savaşta öldüğünde, İsmail 1 yaşındaydı daha, kundakta bir bebekti. Mağlup Safevîler savaş meydanından kaçırdılar İsmail’i. Uzun süre Geylan’da saklandılar. Onu vecdle bağırlarına bastılar.

İsmail babasının yerine halife seçildiğinde, müridleriyle Tebriz’i ele geçirip kendini İran şahı ilân ettiğinde, henüz on dört yaşındaydı. Sebat gösterdi, cesur davrandı. Kısa sürede İran’ı tümüyle egemenliği altına aldı. Şiîliği ülkesinin resmî mezhebi konumuna taşıdı, buyruğundaki düşman halkları barıştırdı, aynı ekonomik çıkarlar etrafında birleştirdi, uzlaştırdı. Adını da uzak ideallere, dinsel, mistik bir kata, velîlik mertebesine yükseltti.

Şah İsmail denildikte hâlâ birçok Alevînin, Bektaşînin yüreği aşkla çalkanır. 

Safevî tarihçilerinin iki kem günün ilki diye tabir ettikleri Şirvan bozgununda, ki diğer kem gün olarak da Çaldıran gösterilir, İsmail kundakta bir bebekti daha. Şeyhlik postunun vârisiydi.

Gerçi raviler Şeyh Haydar’ın yerine ilkin Sultan Ali’nin geçtiğini, o da katledilince İsmail’in şeyhlik postuna oturtulduğunu rivayet kılarlar. 1493’te, Şirvan Savaşından (ki Şirvan Savaşı 1488’de yapılmıştır) nice sonra. Ancak nihayet rivayettir bunlar, şayia. Tarihte münhal vardıysa, ki vardır, tırnak içinde bilgilerle doldurulmamalıdır. 

Kaldı ki İsmail’in şeceresinden, Safevî silsilesinden, Alevîlik veya Kızılbaşlık diye tabir edilen Şiîlikten çok o çağın ruhu ilgilendiriyor beni. Bu yazıda da İsmail dolayımıyla günümüze dek sürüp gelen o ruhun imgelerini yakalamak istiyorum, düşlem dünyasının metafizik ipuçlarını. O kadar! Yine de iddia ediyorum ki gerçek İsmail benim bu yazıda anlattığım İsmail’dir.

Evet, babası öldüğünde, henüz savaş ve ölüm kavramlarına yabancı, kıran veya kıyamdan, yastan, çok ama çok uzaktaydı. Ufalanan, kan lekeleri halinde Azerbaycan haritasına, akşamın hafızasına dökülen nara ve tekbirler, ilâhî ve naatlar bir ninniden farksızdı onun için. Acıkmıştı. Hamağından atlamak, süt kâsesini bulmak, ekmek torbasını didiklemek, açlık dürtüsünü, çocuk nefsini köreltmek istiyordu ki bir çift göz onu fark etti. Gökyüzü yıldızlı ama aysızdı ki Sümbüle İsmail’i göğsüne bastırdı. Kurt ulumaları, çakal pavlamaları giderek yaklaşıyordu

Yenilmişlerdi. Safevîler Elburz dağlarına, Geylan’a doğru kaçıyorlardı. Acz ve panik içindeydiler. Aliyyü’l-Murteza, Şiî tebaasına arka çıkmamıştı. Şeyh Haydar Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. Kızılbaşların, Safiyeddin Erdebilî’nin Kızılbaş müridlerinin ruhu kalın bir sis perdesi halinde sonsuzluğa irişmişti. Büyük bir rüya bitmişti, tabir edilemeden, remil atılamadan, hüsranla cürüm hanesine defnedilmişti.

Sümbüle İsmail’i göğsüne bastırdı, burnundan, ağzından öptü. Hemen uzaklaşmalıydı buradan. Elburz’a, bir mağaraya sığınmalıydı. Herkes kaçıyordu zaten. Sayıca azalmışlardı. Safevîler toplarını, mancınıklarını, şehidlerini meydanda bırakıp kanyonlara, uçurum kıyılarına çekiliyorlardı. Bir dağdağa, bir herc ü merc ki anlatılır, kelimelere vurulur gibi değildi. Sümbüle de onlardan biriydi, ailesini savaş meydanında, Şeyh Haydar’ın yanı başında kaybetmiş bir Türkmen kızı. O da kaçıyordu, ama koynunda bir çocukla, İsmail’le.

Ay doğdu. Azerbaycan loş bir aydınlığa, kasvetli, puhu sesleriyle ürperen bir geceye, yamalı bir pelerine büründü. İsmail açtı, ağlıyordu. Gözyaşları Sümbüle’nin boynundan göğsüne akıyor, emceklerine, karnına süzülüyordu. Çaresizdi kızcağız. Ne matarasında bir damla pekmez vardı, ne torbasında bir parça peynir. Yiyecek çuvalı, erzak sandığı olduğu gibi savaş meydanında kalmıştı. Üstelik kendisi de açtı, aç ve yorgun. En yakınlarını kaybetmenin, vahşet ve matemin temrenini bakire benliğinde duyuyor, kalbinin sıkıştığını, parçalandığını hissediyor, Şiîlere has o tevekkül ve tahammülle İsmail’i avutmaya çalışıyordu. Ne yapmalıydı? bilmiyordu. Kime, nereye sığınmalıydı? hiç bilmiyordu. Her taraf akrep kaynıyordu, yılan çıyan. Kendini, çocuğu nasıl korumalıydı? Ateş yakmak bir çözümdü, evet. Yamçısını yaymak ve Yaradan’a sığınmak.

Ay yükselmişti. Etrafını dikkatle süzdü. Tehlikeden, kaplan veya engerekten eser yoktu. İsmail’in yanına, yamçısının üzerine uzandı. Ağlamıyordu çoktandır, uyumuş, sızmış olmalıydı. Yoo, ne uyuması, ışıl ışıldı gözleri. Merakla, çocuklara özgü o teklifsiz dikkatle Sümbüle’yi temaşa ediyordu. Ürperdi, kucaklayıp göğsüne bastırdı. Gülümsedi İsmail; Sümbüle’ye, Sümbüle’nin emceklerine sokuldu. Süt istiyordu.

Sümbüle acıyla, çaresizlikle tekrar kasıldı. Köyneğini sıyırdı, sol memesini İsmail’e verdi. İsmail hınçla saldırdı. Sümbüle’nin dik, sert memesini yumuşattı, kanattı. Ossaat emcekleri sütle doldu, İsmail’in ağzından yamçıya, geceye, Azerbaycan’a taştı. İki kılıç artığı, iki gazi, iki Şiî mümin, sütten mürekkep bir deryada uyuyakaldılar. Ahura cinleri bu mucizenin tanığıdır, onları esirgediler ve geleceğe taşıdılar. Ben, onların yalancısıyım.

Sümbüle adı gibi zarif, yahşi, yüreğinde polenler uçuşan bir kızdı. Uysaldı, hayata, doğaya tevekkülle bağlıydı. Dinsel konulara, mezhep tartışmalarına kulak asmaz, fakat töre ve törenlere de harfiyen uyardı. Aşk nedir bilmiyordu daha. Âşıkane duygulara, cinselliğe, hatta cinsel kimliğine yabancıydı. Ne kızanlardan birini koklamıştı bu zamana dek, ne herhangi biriyle öpüşmüştü. Hoş, ailesi, özellikle küçük ağabeyi Sapar zaten izin vermezdi böylesi memnu ilişkilere, alimallah öldürürdü. Ama şu da vardı ki, onu en çok Sapar sever, kollardı. Hatta Çin işi bir ipek pelerin bile almıştı Sümbüle’ye.

Sümbüle yahşi bir kızdı, evet. Irkının, halkının nadide bir örneği gibiydi. Kıt karnı, nemli, sıpa gözleri, servi boyu, yaşına oranla hayli iri memeleri, düz, uzun saçları; çevresinde ilgi ve saygı uyandırırdı. Şiîler, özellikle Alevî Türkmenler, yahşi kız kızana sevgiden çok saygı duyarlar, yüreğinin temizliği eğnine, cemâline yansımış diye onları mistik bir kıstasla sınıflandırırlardı. Bu yüzden hep gözetilmiş, el üstünde tutulmuştu.

Şimdi yapayalnızdı. Akrabalarından, ailesinden kimse kalmamıştı hayatta. Hepsi katledilmişti. Demek vadesi yetmemişti Sümbüle’nin. Allah onu Azrail’in hışmından korumuştu. Demek şol âlemden rızkı kesilmemişti daha. Kim bilir, Hudey, belki de İsmail’in hatırına binaen, sırf İsmail’i alıp kaçırsın diye esirgemiş, Sümbüle’nin vadesini temdit etmişti.

Tan attı. Yeryüzü, tekrar o kızıl, gümrah kasvetine büründü. Sümbüle İsmail’i göğsüne bastırdı. Mışıl mışıl uyuyordu. Savaştan, kırımdan habersiz, acz ve matemin haricinde, melekler kadar saf ve mutlu... Şafak söktü, dağların dorukları, yamaçları ağarmaya başladı. Görünmez bir el ayın fitilini kıstı, yıldızların üzerini fırçaladı, köreltti. İran’da, Azerbaycan’da sabah oluyordu yine. Tabiat uyanıyordu.

Sümbüle toparlandı. İsmail’i sırtına bağladı. Kıbleye, güneye doğru yola koyuldu. Tek amacı savaştan, Yakub Bey’in hışmından kaçan Şiîlere kavuşmak, İsmail’i doyurmak, onu kurtarmaktı. Öyle ya, çocuk, açlıktan, susuzluktan ölürdü bu kez. Yoo, sütü, süt yüklü memeleri yeterdi ona. Asıl kendisine gerekliydi bütün bunlar. Tez elden sığınacak bir oba, bir oymak bulmalıydı.

Aliyyü’l-Murteza yüreğinin çarpıntılarını hissetti onun, ki mavi semalardan süzülerek geldi, Sümbüle’nin muhakeme yetisine hiss-i bâtın’la, aşkla dokundu.

Güneş doğdu. Erdebil, Tebriz, bahr-i Hazer uyandı. Şeyh Haydar’ın ölümü Asya’nın Ön’ünü yasa, acıya boğmuştu. Ceyhun, Seyhun nehirleri –Amu Derya’a, Sir Derya– sela ve ezanlarla, ‘Allahu ekber’ nidalarıyla çalkanıyordu. Büyü bozulmuştu. Şeyh Haydar’ın vaad ettiği bâtınî cennet zahirî cehenneme dönüşmüştü.

İkindi, akşam. Bir nemrut gece daha. Sümbüle tekrar Şirvan’a, savaş meydanına döndü.

Sabah ezanı okunuyordu. Müezzinin içli sesi İran’ı, Azerbaycan’ı namaza, büyük yasa, Şeyh Haydar’ın hatırası önünde temennaya çağırıyordu. Akkoyunlular geri çekilmişlerdi. Şiî-Sünnî çatışmasını kan davasına dönüştürmeye, geleceğe taşımaya gerek yoktu. Yakub Bey’in hesabı Şeyh Haydar’laydı, Şeyh Safiyeddin klanıyla. Tılsım tamamlanmış, kendisini tahta, hükümdarlığa taşıyacak yol ardına kadar açılmıştı. Kâfiydi. Şiîler kendi mihnetleriyle, kem bahtlarıyla ıstıfıl olsunlardı.

“Yaralı mısın, yavrum?”

Sümbüle başını kaldırdı. Orta yaşlarda bir kadındı tepesinde dikelen. “Hayır,” dedi. “Ama bebeme verecek bir şeyim yok.”

“Al, şu pekmezden iç biraz. Sütün çoğalır.”

Şaşırdı Sümbüle. Utandı. Minnetle kadına baktı. Kırbayı aldı, başına dikti.

Şiîler toparlanıyorlardı. Şehidler üçer beşer Şirvan Kalesi’nin önüne, Şeyh Haydar ve ailesinin cesetlerinin bulunduğu düzlüğe taşınıyor, hafızlar Kur’an okuyor, savaşta sağ kalanlar gözyaşları kirpiklerinde pıhtılaşmış bir halde cenaze namazına hazırlanıyorlardı. Allah sınıyordu onları, evet. Şeyh Haydar’ın, neslini, tebaasını topluca şehadetlerle deniyordu. Şeyh Safiyeddin’den, Şeyh Cüneyd’den, Şeyh Haydar’dan bir nefes, bir bergüzar bile kalmamıştı geride. Demek Safevîlerin siyaset sahnesindeki koşusu buraya kadardı. Allah onlardan razı olsundu.

Sabah namazı kılındı. Güneş doğdu, sela verildi, on binler hep birlikte namaza durdular.

Acı emsalsiz, Şiîler sahipsizdi. Alpler, bahadırlar yetim çocuklar gibiydiler, çaresiz ve küskün. Silaha ihtiyaçları yoktu onların, kılıca, gürze. Savaş ki bir ölüm ayiniydi, bir semah. Dünden, Kerbelâ’dan beri zaten hazırlıklıydılar buna. Lakin Şeyh Haydar’ın nefesi, bir teberi, halife postuna oturtulacak bir balası olmadan Şiîler bir hiçti, diye fikir yürütmeye kalmadan Sümbüle bir adım öne çıktı. Azerîler dalgın, uzak bakışlarla süzdüler onu, çocuğunu. İlerde, elli mil ötede, bahr-i Hazer çalkanıyordu diye büyük tahammülü rakik tasvirlerle ufalamaya, sağaltmaya hacet kalmadan İsmail’i yere bıraktı Sümbüle. Diz çöktü, “Ya Rabb,” dedi. Sesi titredi, boğazı düğümlendi. “Ödülün için şükürler olsun.”

Safevîler merakla, daha çok hayretle Sümbüle’ye baktılar. İçi yanıyordu hepsinin. Ödül ya da ceza, cürüm ya da infaz; aynı kavramlardı. Cinnet ya da salâh...

O kadın devreye girdi yine. “Kaderden kaçılmaz bacı,” dedi yeğnik bir sesle. “Yenilgi alın yazımızdır, alnımızdaki kara yazıyı yazan Rabbü’l-âlemin bak nasıl korumuş seni ve yavrunu.”

“O benim yavrum değil...”

“O hepimizin yavrusudur. Geri çekil. Kalbimiz ki paramparça. Nefsini değil, çocuğunu düşün.”

“Hamdolsun, yoldaşlar. Bu, İsmail. Şeyhimizin bergüzarı. Onu kırandan, savaş meydanından kaptım ben.”

Şiîler çın kesildi.

İnanmak zordu.

“Matem cümlemizin nutkunu kurutmuştur. Hepimiz birer Fatıma’yız, doğan her çocuk birer Hüseyin...”

“Bu, Şeyh Haydar’ın oğludur diyorum size. İsmail, sahici İsmail.”

“Yüreğimiz acıyla dolar taşar a yavru! Kelimelerin levh-i mahfuz’da yankılanır, yaralarımızı çırmalar...”

Sümbüle’nin tepesi attı. “Bu çocuk Şeyh Haydar’ın balasıdır diyorum size,” diye bağırdı. “Onu ateşten, kan deryasından kaptım ben.”

Sesi yankısını buldu. On binler dalgalandı. Kederli, muzdarip yüzler ışıdı.

İsmail. Sen İsa aleyhü’s-selâm gibisin. Seni doğuran Meryem ise seni koruyan da Meryem’dir, Fatıma’dır, Sümbüle’dir. İsmail sen bizi anne seçtin. Allahu tealâ seçimini gördü ve onadı. İsmail sen Azerbaycan’ın, İran’ın sevgilisisin. Sen geleceğin, büyük yengilerin habercisisin. Şeyh Haydar’ın, alnı kızıl tuğralı evliyanın bir emanetisin sen bize. Sümbüle’nin ellenmemiş, diş, dudak izi olmayan emceklerine süt veren Allah, bakire Sümbüle’yi hazreti Meryem’le eşleyen yüce Rabb, sana İsmail için teşekkür ederiz.

İsmail kızıl bir seccadeye sarıldı, gizlice, tarifi mümkünsüz bir minnet, tecessüs ve itinayla Geylan’a kaçırıldı.

Hayır, ben tebaadan değilim. Şiî de değilim. İnsanları şu veya bu mezheptendir, tarikattandır diye de ayırmam, ayırsam bile sırf dinî inançlarından ötürü onlara duyduğum sempatiyi üçle beşle çarpmam. İsmail, diğer adıyla I. İsmail, yaygın adıyla Şah İsmail, Isfahan’da, Zilhicce ayının son gününde gelip fikir hazneme taht kurduğunda, bu durumu ona da söyledim. Olurladı. Otağına kalemle girmeme ses çıkarmadı. Haremine en arsız, hayâsız kelimelerle dokunmama, Sümbüle ve Taçlı Hatun’u pervasızca soymama, sır ve kehanetlerini mülhidlere özgü bir fütursuzlukla deşifre etmeme göz yumdu. Onu sevmedim desem yalan olur.

Evet, bu yazı Şah İsmail’e bir sungudur

aşka bir adak

halkıma, meczup ve safdil halkıma bir çoban armağanı.

Sümbüle’yi bir daha görmedim. İsmail’in süt dişleriyle ısırdığı emceklerine, gözyaşlarıyla dokunduğu karnına; bir daha kelamla, kelimelerle olsun eğilip bakamadım. Kim bilir, belki de sahiden Bakire Meryem’di o, sırf beni şaşırtmak, ebleh ve fesat gözlerimi tanrısal mucizenin haricinde tutmak için mahsus “Ben Sümbüle’yim” dedi. Adı daim, kaderi bahtımdan uzak olsun...

Nerde kalmıştık? Evet, mezkûr soruları, sorunları tartışmak üzere Tebriz’e geldim, Şah İsmail’e. Safevîlerin taht şehri Tebriz’di o sıra. Fakat görüşmemiz mümkün olmadı. Hazret, Erdebil’de inzivaya çekilmişti. Ben de oyalanmadan Erdebil’e sefer kıldım. Doğrusu ya, böylesi bir buluşmaya ev sahipliği yapmak Tebriz’den çok Erdebil’e, İsmail’in doğduğu bu şehre yakışırdı.

Tembihte yarar vardır; ki Asya haritasını dizlerimize serdiğimizde, toplumsal ve siyasal değişimler karşısında apışıp kalırız. Bin küsur yıl önce, İranlılar, nam-ı diğer Farisîler, Basra Körfezi yakınlarında, Şiraz’la Kirman arasında meskûn küçük bir kavimdiler. Başta Tahran olmak üzere, Tebriz, Meşhed kentlerinin, Azerbayigân diye bilinen Hazar’la Urmiye Gölü arasında kalan toprakların kısmen Türklerle, kadim kimliklerinden uzak Parthlarla, Soğdlarla meskûn olduğu görülür. Amacım İran haritasını tekrar çizmek değildir, ancak Şah İsmail’in memleketi Erdebil, payitaht edindiği Tebriz, hâlen Türklerin yoğun olarak yaşadıkları yerleşim birimleridir. Geçmişe, Safevî-Osmanlı çatışmalarına, nüfuz ve egemenlik sürtüşmelerine, Çaldıran Savaşı’na bakarken sorunu bir Türk-Fars duruşması şeklinde değerlendirmemek, 35. paralel ile 40. paralel arasında kalan toprakların kısmen atalarımızın tebeşir dairesinde bulunduğunu aklımızda tutmak, Azerbaycan derken Elburz dağlarını da içine alan Hazar’ın güney ve batısından söz ettiğimizi unutmamak gerektir.
Tekrarda da yarar vardır; ki Erdebil Azerbaycan’ın ücra bir kentidir. Hazar’a, eski tabirle bahr-i Hazer’e elli mil uzaklıkta, Sebelan dağının doğusunda, kendi adıyla tesmiye edilen ovada yer alır. Rakımı oldukça yüksektir, kış ayları uzun sürer. Erdebil Türkçesi; ağdalı, müzikalitesi Farsçaya en yakın lehçedir. İranlı tarihçilere göre, Sasanîler tarafından kurulan Erdebil’in ‘cahiliye’ dönemi yoktur. Kent, Hazreti Ali’ye kendiliğinden teslim olmuştur. İddialar ne kadar doğrudur bilmiyorum ancak hiçbir zaman Arap kolonisi, hatta Acem kenti olmamış, homojen Azerî kimliğini 1220 yılına, Moğol istilâsına dek taşıya gelmiştir. Altı asra yakın (ki Hz. Ali’nin kente giriş tarihi 598 olarak gösterilir, ki bu tarih onun doğum yılıdır) yerel yöneticilerin, aşiret veya kabilelerin siyasî sürtüşmelerine sahne olan Erdebil, Moğollara kadar ciddi anlamda bir yağmaya, yıkıma (ki düpedüz ateşe vermiştir) maruz kalmamıştır. Fakat Şeyh Safiyeddin kısa denebilecek bir sürede tekrar eski görkemine kavuşturmuştur kenti. Bana göre bir ziyaretgâhtır Erdebil, Safevîlerin, hatta Şiîlerin Kâbe’si…

Erdebil’i sevdim. İsmail’le Erdebil’de, otağında, belki de doğduğu evde buluşacağım için lâtif bir coşku duyuyorum. İtiraf etmek gerekirse, bencileyin bir kalemşorun Şiî, dâî veya Şah İsmail’in bir müridi olması işten bile değildir. Kalbini sadece Erdebil dahi çelebilir, Erdebil’de bir gece konaklaması, Erdebillilerle geyik muhabbeti yapması kâfidir, diye düşünürken kötü haber geldi. Çaşıtımın dediğine göre İsmail Erdebil’de değil Isfahan’da seyrandaydı.

İçim bulandı. Isfahan ki kalbimin ücrasında kalan, unutmaya çalıştığım bir aşkın vatanıydı. Söylemesi ayıp, fi tarihinde, Şirin’le ete ve kemiğe büründüğümüz bir şehirdi, birbirimize tapındığımız, o meçhule, sonsuzluğa seyr ü sefer kılarken benim XXI. yüzyıla revan olduğum şehir. Dünyada gidebileceğim, sokaklarında salkım saçak dolaşabileceğim sonuncu şehirdi Isfahan. Hodbin, vesveseli insanlarla meskûndu. Sarayları, konakları pek kasvetliydi, bencileyin bir ‘kırsal’ kalemşorun imgelemini köreltir cinsten.

Tecrübeyle sabittir: Saray kelimesinin s harfi sükûneti, fırtına öncesi sessizliği, entrika ve ihaneti, cinselliği (seks demek daha doğru olur), sadakat ve ödülü, mütegallibeyi, ipek ve semahı, gümrah sofraları, bilgiyi, töre ve inancı ifade eder. İnsanda hem nostaljik hem de egzotik duygular uyandırır. Kimilerinin yaralarını kaşır, kanatır, kimilerinin de kalbini taçlandırır. Hayır, Şirin’le geçirdiğimiz o kadim geceyi saymazsak, ben bu insanlardan değilim. Saraylar, hatta köşk ve konaklar, hatta şatolar, içimde hiçbir kıpırtı uyandırmaz. Çoban atalarım örneğin Attila, Oğuz Kağan, Cengiz Han gibi bu tür kapalı mekânlara hep çadırı yeğlemişlerdir. Onlar ki Asya’yı, dünyayı, kıtalar imparatorluğunu oradan, o mütevazı sığınaklarından, otağlarından yönetmişlerdir. Kim bilir, belki de bu yüzden, İsmail’in Isfahan’daki sırça konağına girerken belirsizlikler içindeydim. Yoo, hiç heyecanlanmadım, fakat kendimi bir havraya, kiliseye, bir camiye girerkenki güvende de hissetmedim. Gerçi Şah İsmail’in köşkü ne Mısır firavunlarının sarayları gibi girift, gizemli, loş odalardan, zifirî koridorlardan müteşekkildi, ne Babil’deki Asur sarayları gibi göz kamaştırıcı, ferah, yıldızlar uçuran geniş salonlardan. Tek kelimeyle sade, zarif, ama en az Bizans, hatta Endülüs, hatta Çin sarayları kadar ürkütücüydü.

Adı Çihil Konak’tı. Çihil, Farsça ‘kırk’ demektir, ki Şiîlere göre kırk sayısı tabusaldır, ‘kırklar’ diye tabir edilen erenleri ifade eder. (Daha sonra Safevî hükümdarı I. Abbas, payitaht Isfahan’da, dedesi İsmail’in konağına atfen Çihil Sütun Köşkü’nü yaptırmıştır. Görenler bilirler; Çihil Sütun, sahiden de Şah İsmail’in gizemli dünyasını, felsefesini, yaşam tarzını resmeden bir mimarlık başyapıtıdır. Saray baştan aşağı fresklerle, daha çok savaş ve aşk sahnelerinin canlandırıldığı motiflerle bezelidir.)

Muradım İsmail’i görmekti. Olanaklar ölçüsünde onu, özel hayatını gözlemek, eğer hanımlarından birini, odalıklarından birkaçını ayartabilirsem, yatak odasını, cinsel marifetlerini gizlice temaşa etmekti. Yoksa köşklere, saraylara, bir çadırı yeğlerdim. Çihil Konak’a girmektense, İpek Yolu’nu kırk kere kat etmeyi tercih ederdim. Lakin bu defa yolumuz Isfahan’dan, Çihil Konak’tan, Şah İsmail’in labirentlerinden geçmekteydi, ki şimdilik başka bir seçeneğim de yoktu. Hazır ol kalbim; diye iç sıkıntımı dağıtmaya, merak böceğimi yatıştırmaya, kaderine küstürmemeye çalışırken konağın kırk birinci kapısı kendiliğinden açıldı.

Talebim hüsnü kabul gördü. İbnü’l-Vahid (ki Gazneli bir tacirdi) yüklü bir rüşvet karşılığı Taçlı Hatun’la görüşmemi sağladı. Vahid Nesturî olmasına rağmen saray erkânı indinde güvenilir, hatırı sayılır bir insandı, çünkü bütün içoğlan ve cariyeler onun birer tedarikiydi.

Taçlı Hatun’a niyetimi yekten söyledim. Şaşırdı elbet. Beni şüphe ve hayretle süzdü, memleketime ve medenî durumuma ilişkin sorular sordu. Yemeğe alıkoydu. Anlattıklarımı tekrarlattı, muhakeme etti. Asık yüzü giderek yumuşadı, sinsi, muzip bir kisveye büründü. Tamamdı. Lakin izlenimlerimi geldiğim çağa, yüzyıla dek saklayacaktım, bir. Şiî Türkmen cemaati incitici betimlemelerden kaçınacaktım, iki. Yemin verdim. Şah İsmail’le görüşme tarihim de belirlendi: Zilhicce ayının son cuma günü öğleden sonra. Ne var ki bu tarih her an değişebilir, kellem cellâda teslim edilebilir, tarihsel randevu postmodern bir geleceğe, kıyamet veya mahşere kalabilirdi. Takdir Taçlı Hatun’a aitti.

İsmail’e giden yol Taçlı Hatun’un kalbinden geçiyordu, anlamıştım. Taçlı Hatun onun sadece aşk perisi değil, akıl hocası, koruyucu meleğiydi de.

İsmail’i ilk kez inziva hücresinde, bir gece yarısı, kızıl kadifelerin arasında kitap okurken gördüm. Mihmandarım (ki Semerkantlı bir dilberdi), “Şeyh hazretleri şu sıra Ali Şîr Nevâî’nin yırlarını kıraat etmekle meşgul,” dedi. Hükümdardan çok bir müzisyene, bir üniversite öğrencisine benziyordu. Uzun saçları omuzlarına akıyordu. Siyah, sarkık bıyıkları, beyaz ipekten geceliğine tezat oluşturuyor, ona egzotik bir hava veriyordu. Oda oldukça genişti, duvarlar fresklerle, resim ve hüsn-i hatlarla bezeliydi. Kitapların sayısı azdı. Mum ışığında seçilmiyorlardı belki de. Zaten odayı uzun boylu inceleme olanağım yoktu. Şöyle bir bakındım, her gördüğümü belleğime nakşetmeye çalıştım, o kadar. Hemen geri çekildim.

Ilık, hoş bir geceydi. Çok uzaktan gelen köpek havlamaları ve horoz çığlıkları dışında çıt yoktu. Saray tenha ve ahrazdı. Sanılanın tersine, Şah İsmail ne bülbül seviyordu, ne gül. Yine o Semerkantlı kadın söyledi, köşkte hiç bülbül yokmuş, hazret kuşlardan puhuları, çiçeklerden karanfili ama kırmızı olanları severmiş. “Bakma sen yırlarındaki gülistan, çeşm-i bülbül tasvirlerine,” dedi.

İsmail’i tekrar görmek için Taçlı Hatun’a yalvarmak, onu defalarca ziyaret etmek zorunda kaldım. Aylardır, handiyse bir yıldır İran’daydım. İsfahan’da görmediğim yer, burnumu sokmadığım iş kalmamıştı. İçimdeki coşku pörsümüş, merak böceğim huysuzlanmaya başlamıştı. Tam umudumu yitirdiğim bir sırada Hatun işmar etti.

Gittim. Aynı güzergâhı izledim yine. Ahıra, oradan has bahçeye, oradan da saraya ağdım.

Köşk sessizdi. Terk edilmiş gibiydi. Merdiven başlarındaki meşalelerin çıtırtıları benimle birlikte yukarı tırmanan rüzgârın kısık ıslığıyla birleşerek gecenin kasvetini ikiye katlıyor, fakat ayak tıpırtılarımı (ki keçe potinliydim) kamufle ediyor, tedbir ve temkin sözcüklerini imgelemime eklemliyordu. Korkmuyordum, hayır! Şah İsmail dışında çekineceğim, beni yakalayacak, sorgulayacak kimse yoktu. Taçlı Hatun’un bir gölge fedai, koruyucu bir melek gibi etrafımda uçuştuğunu biliyor, ona güveniyordum. Zaten hiçbir kapı kilitli değildi. Üstelik saray gizlenmeye son derece elverişliydi, haddinden fazla perde, örtü vardı. Sofa ve koridorlar dâhil, kasrın hemen her tarafı loş, eflatun bir labirent gibiydi.

Zifaf postundaydılar. Sevişiyorlardı. Trans halindeydiler.

Gözlerimi yumdum. Uzak gölleri, nehirleri düşündüm. Medd ü cezir teriminin fikir haznemde bıraktığı izleri, çağanozları, yakamozları belleğimden kalbime sağdım. Cima ayininin sonuna dek gözlerimi açmadım, hayır. Birbirlerini aşkla kemiren bu iki insanın bu çok özel pozlarını akıl defterime kaydetmekten men ettim kendimi.

Sözüm vardı; İsmail’i, haremini en ince ayrıntılarına kadar resmedebilir, Taçlı Hatun dâhil, eş ve cariyelerini soyabilir, vücut hatlarını kelimelere vurabilir, fakat cima ayinlerini tasvir edemezdim, etmeyecektim. Umay adına yemin vermiştim Taçlı’ya. O da vaad ettiği yardımı esirgememiş, yatak odasına (ki aile arasında adı “aynalı hane”ydi) dek sokmuştu beni. Perdenin arkasında olduğumu bile bile zıbınını sıyırmış, kış bahçelerinde bir gergedanı bile ayartacak işveyle İsmail’e sokulmuş, en şuh haliyle koynuna girmişti. Ayıptır söylemesi; zen nesline yabancı değilimdir, birçok kere Umay’ın Ergenekon bahadırlarına armağanı olan cinsel şölenlerden hisseme düşeni hep fazlasıyla almışımdır, lakin bu Taçlı denilen sultan gibisi bencileyin hakirin toprağına bir kez olsun ayak basmamıştır. Yoo, İsmail’e haset etmiyorum. Ol beşerdir ki lâyığın bulur. Taçlı Hatun’a minnettarım. Bana inandı. Akabinde de Şah İsmail’in sır kapılarını açmaya, fikirlerime iltifat etmeye başladı. Birkaç kişi dışında ilişkimizi bilen de yoktu. Olmadı da. Hep gizlice buluştuk, az konuştuk, her randevumuzda ser verip sır vermeme prensibimi ikiledim, sır ve sadakatin bir bütün olduğunu, vakt erişinceye dek gördüklerimi kelimelere vurmayacağımı sesledim.

Sanırım kalbini çelmiştim, zira o bütün bu güven tazeleme çırpınışlarımı sinsi bir tebessümle geçiştiriyor, bir sonraki etüd için gerekli şifreleri aksatmadan veriyordu. Belki söylemek bile fazla: Taçlı Hatun İsmail’in âşığıydı, ben dâhil, hiçbir erkeğe nazarla bakmaz, gönül üşürmezdi. Hâl ve hareketlerimde bu mealde bir eğilim hissetseydi eminim kellemi almakta tereddüt etmezdi.

Medd ü cezir bitti. Şah İsmail şehvetle uludu, bozladı, Taçlı Hatun’un deltasına yığıldı kaldı. Taçlı’nın da ondan kalır yanı yoktu, yine de ayini birdenbire noktalamadı. İsmail’in uzun kumral saçlarını parmaklarıyla taradı, göğsünü, omuzlarını öptü, kuruladı. Rahattı, en doğal halindeydi. Sanki bir çift göz onları temaşa etmiyor, mahrem yerlerini metreye vurmuyordu. Sanki ben cima dairelerinde değildim, benden habersizdi. Ah Taçlı, lütfen beni hoş gör ama senin bu yaptığın hemcinslerine, belki de tüm dişi mahlûkata özgü bir fend, bir riyadır. Nasıl korktum anlatamam. Evet, senden korktum. İtiraf etmek gerekirse; ne zaman zifaf postuna uzansam, o sahneyi, o faslı anımsar, o tarifi mümkünsüz doğallığın karşısında tir tir titremekten kendimi alamam. Kimsin sen, ha?

Ay doğmak üzereydi. Ay, gecenin sırlarını aşikâr kılmadan odayı terk etmeli, tehlike çemberinin haricine çıkmalıydım. Odaya girdiğim aynı dehlizden, aynı kelimeler labirentinden tekrar tavlaya dönmeli, haranın batı cephesinden yine karanlıklara karışmalıydım. Öyle de yaptım. İyiydi, simurgun hakikate seferi kazasız belâsız devam ediyordu.

Sahi kimdi Taçlı Hatun? Bir bilici değildi de neydi! Geleceği, İsmail’in yarınını görüyordu. Genç ölümlere yazgılıydı o; biliyordu.

Hücreme çekildim. Aklım karmakarışıktı. İsmail’i; onu şeyhlik postuna oturtan siyasal ortamı; İran’ın, Kafkasya’nın toplumsal durumunu; teraziye, metreye bir daha vurdum. İçim acıdı. Pasifik’ten Akdeniz’e gizli bir nehir, bir yeraltı akarsuyu gibi akan Türk/Moğol ırkı, saray entrikalarının, laf cambazlarının, öç ilâhlarının, kıt akıllı kadınların, tebaasına küs Hudey’in, histerik kalemşorların rahlesinde hızla eriyordu. Yoo, hakikati arayan otuz kuştan biri değildi İsmail...

Onu tanıyordum. İsmail’i en az Taçlı Hatun kadar iyi tanıyordum, evet. Keza Şah İsmail’e, Hatayî’ye dair ne buldumsa okumuş, âdeta hazreti tekrar yaratmıştım.

Ona ilişkin yığınla eser vardır, Şah İsmail’i tarihten, yaşadığı coğrafyadan koparıp imgelem dünyasına taşıyan yığınla ürün: öykü, minyatür, hüsn-i hat. Kuşkusuz bu türdeki eserlerin en yaygın olanı Hikâye-i Şah İsmail ile Gülizar’dır. Söz konusu eserin, ki tipik bir Halk hikâyesidir, ilk kez 1855 tarihinde basıldığı söylenir. Lakin ben ne bu baskısını, ne 1876 baskısını, ne de öbür taş baskılarını görebilmiştim. Çırpınmış, koşuşturmuştum ama nafile. Ancak, 1931 tarihli, Latin harfleriyle, Süleyman Tevfik Özzorluoğlu’nun hazırladığı nüshadan okuma olanağı bulabilmiştim İsmail’le Gülizar’ın öyküsünü. Dediğim gibi, bu Kandahar sultanının oğlu Şah İsmail’le Gülizar’ın marazlı aşklarını konu edinen tipik bir halk hikâyesiydi. Geri planda utangaç bir adalet özlemi, İslâm diniyle, daha doğrusu Şiî töreleriyle karışık bir cinsellik, birden fazla kadınla evlilik ve elbette uzak bir step hüznü... İlginç olan, söz konusu esere dikkatle bakıldıkta sahici Şah İsmail’in teşhis edilebilir oluşuydu, ki çoğu insan hâlâ İsmail’in ilk karısını Gülizar diye bilir, ki hâlâ örneğin Pîr Sultan Abdal’ın uğruna kellesini verdiği şarlatan Şah İsmail’le bu İsmail’leri eşlemekte hiçbir sakınca görmez. Nedenini söyledim. Hikâye-i Şah İsmail ile Gülizar’daki ‘esas oğlan’, I. İsmail’le, daha doğrusu Hatayî’yle, bir Şeyh Bedreddin’in, bir Köroğlu’nun âdeta bir bileşimi gibidir. Silahşor, âşık, bir o kadar da uçarı. Bu yüzden bu iki İsmail’i yüzleştirmek konumuz açısından, en az bir Divan’ı, bir Dehname’yi, bir Nasihatname’yi hatta Hatayî’ye mal edilen diğer şiirleri irdelemek kadar önemliydi. Çünkü halkın belleği Tanrı’nın belleği gibi mahfuzdur, ‘a priori’ normlar taşır, “kahraman”lar tay-i zaman bir kimlikle ve her şeye rağmen yaşamaya devam ederler. Kim bilir, belki de Şah İsmail’i kutlu kılan, erenler katına çıkaran, benim de fikrime musallat eden bu tür ürünlerdi, yekten Hikâye-i Şah İsmail ile Gülizar’dı.

Nedeni ne olursa olsun, buraya, yaşadığım asırdan dört yüz küsur yıl öncesine gelmekten oldukça hoşnudum. Doğrusu ya, dün geceki gözlemden egzotik hatta erotik bir haz aldım. Dilerim Şah hazretleri de beni kabulden caymaz, bir an önce tarihsel randevu gerçekleşir, diye tasalanmama hacet kalmadı. Çihil Konak’tan haber geldi. Şah İsmail beni bekliyordu.

Gittim. Gün akşamlıydı. Paldır küldür Çihil Konak’a, oradan da Şah otağına çıktım.

Sahiden de beni bekliyordu. Sakin ve gülümserdi. Başı açıktı, ruhu üryan. Kibre, kuruma benzer tek çizgi yoktu yüzünde. Gözlerime dimdik baktı. “Beni yanılt,” dedi. “İçimdeki şüpheleri Söz’le, şiirle yol…”

Şaşaladım. Ne yapacağımı, nasıl davranmam gerektiğini unuttum bir an. Belleğime sığındım. Dilimin ucuna gelen Cemal Süreya’nın “Vakit Var Daha” şiiri oldu.

Dikkatle dinledi. “Deve, devenin üstünde bir tabut, biri çekiyor deveyi/ üçü de Ali: deve, deveyi çeken ve tabutun içindeki” dizelerini tekrar etti. “Herhalde önemli bir kalemşorunuzun şiiri,” dedi. “Çok ilginç bulduğumu söyleyemem. Lakin yüreğimin koordinatlarına vâkıfsın, belli. İçimdeki ben’dir Ali. Ali Hudey’dir.”

İsabet tamdı. Kalbini çelmiştim. Gıyabında Cemal Süreya’ya teşekkür ettim. Ali ibn Ebu Talib etrafında koparılan zelzeleyi, gizli Hudey’i, resimlere taşan Şiî inancını bir çırpıda özetlediği bu iki dize yıllardır dudaklarımda gezinirdi. İyi yakalamıştı Cemal Süreya, ki hâlâ radikal Alevîlerin hiçbiri Ali’nin öldüğünü kabul etmez, tıpkı İsa gibi göğe çekildiğine, vakt eriştikte Şam’da tekrar ete ve kemiğe bürüneceğine inanırlar. Onların deyimiyle Şah-ı Merdan’dır Ali, tay-i Zaman…

İsmail sahiden keleş bir delikanlıydı. Yakışıklı, bir o kadar da zeki. Yavuz Sultan Selim’in özendiği, Şiîlerin tapındığı kadar vardı.

Lakin hiçbir tarifine uymuyordu. Ne Paris ve Floransa’daki portrelerine, ne diğer tasvirlerine. Aslında İsmail dâhil, Kur’an’da suret yapmanın men edilmesinden olacak, son dönem Osmanlı padişahlarının dışında, Müslüman hiçbir Türk hükümdarının portresi yoktur. Varsa da, temsilî, gıyaben yapılan resimler, gravürlerdir bunlar. Evet, ne Bibliothèque Nationale’deki portre (ki ressamı belli değildir), ne de Galleria Degli Uffizi’deki portre (ki Freuze tarafından yapılmıştır) Şah İsmail’e aitti. İkisi de birer hayal ürünü, tümüyle Şah İsmail Safevî’nin adı ve “macera”ları çerçevesinde tuvale aktarılmış birer sultan tasarımıydılar.

1977 yılında, ziyaret arifesinde, adı geçen eserleri görmek istemiştim. Düşsel yolculuğumda mutlaka bana faydalı olurlar, hiç değilse kalbimi kışkırtırlardı. Fakat tam tersi olmuş, Bibliothèque Nationale’deki resmi gördüğümde tam bir hayal kırıklığına uğramıştım. Monografilerden tanıdığım, şiirlerini defalarca yır rahleme vurduğum, aklıma, belleğime en ağdalı imgelerle, simgelerle oturttuğum bir Türk hükümdarını meczup bir kılıkta görünce neye uğradığımı şaşırmıştım. Yoo, bu, bir külah ve kaftan arasına sıkıştırılmış derviş Şah İsmail olamazdı. Aynı şaşkınlığı Floransa’daki Şah İsmail’i görünce de yaşamıştım, tek fark bunun enikonu bir sultan olmasıydı: Irène Mélikoff’un deyimiyle “son derece güzel, sarışın, elâ gözlü bir yüz. Sakalsız, yanları sarkık, Anadolu tipi uzun bıyık. İnsana saygı telkin eden hoşgörülü bir sultan.” Bu yüzden onu kıraat odasında ilk gördüğümde bir parça sersemlemiş, yatak odasında üryan gördüğümde de yekten aldatılmış duygusuna kapılmıştım.

Şah İsmail’e en çok hangi eserini sevdiğini sordum.

Dehname’dir,” dedi.

En çok sevdiği şiirini sordum.

Okudu.

Divan’ın ‘mefailun mefailun failun’ vezniyle yazdığı yüz on ikinci şiiriydi, biliyordum.

Sesi, içime kıvılcımlar sıçratarak aktı:

Adım İsmail ibn-i Haydarî’yem
Ali’nin çâkerinin çâkeriyem
Hüseynî mezhebem men din içinde
Mevâlî olanın men rehberiyem
Menim gazilerime hürmet eylen
Gönil evinde onların biriyem
Meni anlardan ayru sanmanız siz
Velâkin onların men serveriyem
Menem hem pîr ü hem sultan-ı âlem
Hatayî’yem şahın bir kemteriyem

İsmail zarif, hoş avazlı bir insandı. Yüzünün geometrisi kusursuzdu. Hafif çekik gözleri, kırmızı bantlı uzun kumral saçları, çenesine akan gür bıyıkları; beni etkilemedi desem yalan olur. Sağ kulağındaki küpeye, sağ bileğindeki bakır bileziğe bir anlam veremedim, sanırım Kızılbaşlara özgü bir âdetti, fakat sol serçe parmağındaki yüzüğünün taşı hâlâ gözlerimin önündedir, bir ateşböceği gibi muhayyilemde uçuşmaktadır. En çok dikkatimi celbeden bir özelliği de kırmızı renge duyduğu büyük tutkudur. Beni başı açık karşıladığı için serpuşunu, serpuşundaki kırmızı sorgucu göremedim, ama otağında ne vardıysa (ki Çihil Konak’ın arkasında otağı vardır ve beni burada kabul etmiştir) kırmızıydı, kan kırmızısının egemen olduğu eşyalardan mürekkepti. Dahası; kaftanı, kuşağı, sarı ipek gömleğinin desenleri, ilik ve yaka işlemeleri kırmızı altındandı.

İmrenmedim, hayır. Zerre kadar haset etmedim İsmail’e. Alelade bir insan değildim ki ben. Ondan daha bilgiliydim, bir. Lenin’in, Che Guevara’nın asrından geliyordum, iki.

Sıra bendeydi. “Çizgi noktalardan oluşur,” dedim. “Sonsuzluk sonsuz sayıda noktalardan oluşan sonsuz bir tek çizgiden. Ne var ki sonsuzluğun sonu yine bir noktadır, ve bu nokta tanımsızdır. Tanrı’nın ülkesi bu noktadan itibaren başlar, ve giderek önce ve sonrayı, eski deyimle ‘evvel ve ebed’i soğurur, giderek de Tanrı’yla zaman kavramları birbirleriyle örtüşür. Hallac-ı Mansur bilge bir insan değildi, Tavasîn de her sufînin kaleme alabileceği türden bir kitaptır, fakat o sırf bu düşünce, bu paradoks için kellesini cellâda uzatmıştı. Sahi, Ene’l-Hakk deyiminin anlamı nedir?”

Güldü. “Yanıt sorunun içindedir.”

Hallac-ı Mansur’un katli konusundaki fikrini sordum.

Yine güldü. Diogenes’in ‘Akhilleus’un kendisinden önce yola çıkan kaplumbağayı asla geçemeyeceğine’ dair ünlü paradoksunu hatırlattı. “Yanlış anlama,” dedi. “Ne el-Hallac bir kaplumbağadır, ne de ben Akhilleus’um. Lakin el-Hallac’ın boynunu vuran yine Mansur’du, kendisiydi, Tanrı’ydı. Üç Ali kıssasını az önce sen sesledin, bilirsin. Deve, Ali’dir. Deveyi çeken yine Ali’dir. Tabutun içindeki zaten Ali’nin kendisiydi.”

Tam bu sırada sofadan ayak tıpırtıları geldi. İkimiz de çın kesilip bu ayak seslerinin yüreğimizdeki yankılarını dinledik. Vakit gece yarısını işaret ediyordu.

İsmail şehvetle konuşuyordu. Nesne ve imge Hudey’in iki yüzüydü sadece. Şiîler Hudey’in yeryüzüne düşen gölgeleriydi. Matem ancak dünya bir bayram yerine döndüğünde, ehl-i Yezid diz çöktüğünde biterdi.

İsmail aşkla konuşuyordu. “Elimize nice imkânlar geçti, fakat değerlendiremedik,” dedi. “Zira lider diye ortaya atılanlar, birer soytarıydı. Örneğin Hasan bin Sabbah. Yoo, Hasan Sabbah bir soytarı değildi. Lakin fikir haznesi dardı. Evrenin hududunu tahmin edecek kudrette değildi. Gerçi iktidara talip de değildi. Alamut Kalesi, üç beş bin fedai, gılman vesaire yetti ona. Çok düşmanı da yoktu. Nizamü’l-Mülk, Ömer Hayyam zaten kadim arkadaşlarıydı...

İtiraz ettim. “Nizamü’l-Mülk sitemle söz eder ondan. Düşman kafesine koyar.”

“Laf. Her ikisi de sonuna dek sadık kalmışlardır birbirlerine. Nizamü’l-Mülk bilge, onurlu bir insandı, sırf Sultan Sencer’e kişisel sevgisinden, vefa borcundan ötürü Hasan Sabbah’tan uzak durmuştur. Bir de Hasan Sabbah’ın yığınlara yön verebilecek, ülkeler yönetebilecek karakterde olmadığını bildiğinden...”

“Rivayetler sizi doğrulamakta,” dedim. “Hatta Hasan Sabbah’ın sırf Nizamü’l-Mülk’ün hatırı için Sultan Sencer’i ve öbür hükümdarları öldürtmediği söylenir. 

“O da laf. Eğer Sultan Sencer Haşhaşîler tarafından katledilseydi Alamut Kalesi yüz küsur yıl ayakta kalabilir miydi sanıyorsun? Ne kadar kıt akıllı olsa da Hasan Sabbah gibi bir haramî bunu bilirdi, biliyordu.”

“Haramî mi, dediniz?”

“Haramî veya eşkıya veya haydut. Ama kesinlikle bir önder, sözüm ona bir Dağ Şeyhi değil.”

“Ama hemen bütün vakayinamelerde, İsmailîyye bahsinde, ondan bir imam, bir lider diye söz ediliyor.”

“Ebu Bekir’den de tarikat kurucusu diye söz ediliyor ona bakarsan. Ömer’den bu diye, Osman’dan şu diye. Tarihe, kadim tarihe dikkatle bak, Ali’den, Aliyyü’l-velîyyullah’tan başka fikir zelzelesi yaratan, yıldızlar uçuran kim var? Buhara’da, Semerkant’ta yuvalanan ‘mevâlî’ Türkleri saymazsak, Arap âleminden İslâm felsefesine katkıda bulunan âlimlerin sayısı iki elin parmaklarını geçmez. Mezhep ve tarikatları sana anlatamam şimdi, fakat Hasan Sabbah İsmailîyye dairesinde deryada bir katre bile değildir.”

“Müsaade buyurun hünkârım,” dedim. “Asl’olan sorulardır. Yanıtları herkes verebilir.”

“Sadede gel,” dedi.

“Kaf dağının önüne, özellikle Irak ve diyar-ı Rum’a düşen aksinizde, gölgenizde Hasan Sabbah’ın eşkâlini görür gibi oldum.”

İsmail’in benzi attı. Hiddetle yüzüme baktı. Ürpermedim, başımdan aşağı bir titreme huzmesi akıp gitmedi dersem yalan olur.

Yine imdadıma Hatun yetişti. Bizi eyvanda kımız içmeye davet etti.

Kavramlar başka kavramlarla açıklanabilir fakat tanımlanamaz, tanımlar başka tanımlarla tanımlanabilir ama resmedilemezler. Kanıt; nesnel tanıklıklar, somut tarifler ister. Tanıtlama fiiliyle kanıtlama fiili yakınsak olmakla birlikte, iki ayrı boylamda, hatta iki ayrı simgeler kategorisinde yer alan aksiyonları ifade ederler. Yan yana geldiklerinde mucize olur, tılsım tamamlanır, imgeler nesneleşir, Alevîler Şah İsmail’e kırık parmaklarıyla dokunurlar. Şah İsmail, Şah-ı Kerbelâ’yla, Şah-ı Merdan’la örtüşür. Ali, Hüseyin, İsmail birbirine kenetlenirler. Yedi Uyurlar uyanır, yedi Alevî şair tarikat uykusuna yatarlar. Cem kalesi akıldan yüreğe, aşka yıvışır. Ben kuşkucu insanımdır. Alevî, diğer adıyla Şiî yoldaşlarım kusura bakmasınlar ama onların aşk dedikleri kavram Tanrı’dır, Hudey’dir. Ali diye gösterdikleri siluetler yine Hudey’dir: ulu, mübarek Hudey. Ben siyaseten azledilmiş bir noyanım. Hiç kimseye diyet borcum yoktur. Ne yalan söyleyeyim, Arap kavmi, şu veya bu kabileler içinde, en çok Aişe’leri, Fatıma’ları sevdim, severim. Bence kadınları hariç cümle Araplar laf-u güzaftırlar. Aynı şey Acemler, eski adlarıyla Persler, Soğdlar, hatta Medler için de geçerlidir. Lakin söz Azerîlere, Kaf dağının sakinlerine gelince denklem birdenbire kurulur, eşitliğin her iki tarafı da eşit kuvvetlerle çarpılır. Tarihten sayısız örnek göstermek mümkünse de, seyr ü seferime en uygun düşenler Taçlı Hatun’la Şah İsmail’dir. Çok özel mesailerine tanıklık ettiğim bu insanlar sahiden emsali az bulunur, belki de tikel “kahraman”lardı. Şecerem onlara dayanır mı bilmiyorum, lakin elime her kalem alışımda Şah’la Hatun’un yazdıklarımı okuyacaklarını, burun bükeceklerini düşünüyor, maruzatımın imlâ hataları arasında kaybolacağı türden bir evhama kapılıyorum. Çünkü Hatayî’nin bize bıraktığı miras inanılması güç bir epope, saf, lirik bir sözcükler şöleni, inançlı bir yürek, duru bir Türkçe, mütevazı ama bir o kadar da mağrur edadır.

İsmail “biz”den biriydi, evet. Karizmatik bir liderdi. Amacı Asya kıtasını bir Alevî cemaatine dönüştürmek, Ali’nin öğretisini devlet katına taşımaktı. Bilgili ve gözü pekti. İktidarı için, Şeyh Safiyeddin’in yarım kalan düşlerini hayata geçirmek için ne gerekiyorduysa yapmaya hazırdı. Temur’u iyi okuduğu, onu kendine örnek aldığı gün gibi açıktı. Rakik ama bir o kadar da zalim...

Söyleşimiz bitti. Her şeyi ama her şeyi konuştuk, savaş sanatı dâhil, kafama takılan her soruyu yanıtladı diyebilirim. Fakat itiraf etmeliyim ki tam bir demagogdu. Benimle tartışmak, fikir alışverişi yapmak yerine, kalbimi çelecek terimleri seçmeye özen gösteriyor, fikir hazneme sızmanın yollarını arıyordu. Hoş, ben zaten tanıyordum onu. Akıbetini, alın yazısını biliyordum. Ziyaretten kastım da sadece tenine dokunabilmek eşkâlini, profilini akıl defterime en sarih kelimelerle kaydedebilmekti; o kadar. Doğrusunu söylemek gerekirse başarılı da oldum.

Tebriz’e, Erdebil’e dönmedim bir daha. Seyr ü seferim noktalanmıştı. Isfahan’dan Bağdat’a, Şam’a, Halep üzerinden de Hatay’a geçtim. Kadim hücreme çekildim. İsmail’in bu tarihten sonraki “macera”sını, “icraat”ını otağımdan, sihirli küremden izlemeyi yeğledim.

Anlamıştım. Yenilmeye mecburdu İsmail, mağrur benliğini gözyaşlarıyla çitilemeye. Seçilmiş bir kurbandı o…

Nitekim çok geçmedi ulaklar, felaket tellalları Çaldıran’dan haber uçurdular. Yenilmişti. Aliyyü’l-Murteza onu korumamıştı bu defa. Safevîler Osmanlılar karşısında erimiş, ufalmış, yok olmuşlardı. Yirmi küsur yıldır yenilgi yüzü görmeyen Safevîlerin dudaklarından “Eşhedû enne Aliyye’n-velîyyullah” sözcükleri birer kandamlası halinde toprağa dökülmüştü.

Allah, Aliyyü’l-Murteza (ki İsmail’in hep yanı başında olmuştu bu zamana dek. Başı her daraldığında yüreğine şevk, aklına şavk düşürmüştü) acıyla, hicapla sınamayı yeğlemişlerdi bu defa. Uluyan Selim’i, bir dağ silsilesi halinde uğuldayarak Çaldıran’a akan Osmanlı ordusunu, azapları, kapıkulu askerlerini, yeniçerileri, topçuları, süvarileri görmezden, Safevîlerin aczini, nidalarını duymazdan gelmişlerdi. Kaderde bu da vardı demek. Demek takdir-i ilâhî buydu.

Oysa İsmail Çaldıran’a süklüm püklüm gelen Osmanlı ordusunun toparlanmasını, saf tutmasını istemiş, Ustaçlıoğlu’nun, Nur Ali Halife’nin derhal hücum etme önerilerini reddetmiş, adil, şanına yakışır bir savaş olması için düşmanına zaman tanımıştı. Nitekim olmuştu da. Ancak bu kez Çaldıran’ı zaferle taçlandıran kendisi değil, Selim’di. Ata inançlarına sırtını dönen, ırkını, aslını inkâr eden, sözüm ona cihangir bir hükümdara nasip olmuştu zafer. İnanmak güçtü, evet. Daha önce biri gelecekten haber verse; yenileceğini, Tebriz’e, Bergüzin’e kaçacağını söylese, ossaat kellesini alırdı. Hoş, hiçbir kâhin cüret edemezdi böylesi bir yıkımı kelimelere dökmeye. Zira Şah İsmail’le Hatayî’nin aynı kafeste yaşayan, aynı gövdeyi paylaşan iki ayrı şahsiyet, iki ayrı ruh olduğunu sırf tebaası değil, yedi düvel bilirdi.

Yoksa hata burada mıydı? Şüphe ile iman, şer ile salâh, aşk ile nefret birleşince Şah İsmail’i zehirlemiş miydi? Sahi kimdi İsmail?..

Soyundu. Üzerinde ne varsa çıkarıp ateşe attı: Altın işlemeli kaftanını, ipek gömleğini, simli şalvarını. Aynaya baktı. Aksinden, biçimli güzel yüzünden, uzun gür saçlarından, duru elâ gözlerinden utandı. Bir velî değildi o, bir inanç, aşk anıtı değildi. Küpe ve yüzüklerini de çıkardı. Çıkardı ve ateşe attı. Oyun bozulmuştu. Rüya bitmişti. Aliyyü’l-Murteza’nın huzuruna saf bir yürekle, üryan, teneşir tahtasındaki bir ceset kadar korunaksız, âciz bir bedenle tekrar çıkmalıydı. Tövbe etmeliydi. İmam Hüseyin’e nispet yaptığı, Ali’yi, Hasan’la Hüseyin’i seven yeniçerilere, kapıkulu askerlerine Kerbelâ’yı revâ gördüğü için özür dilemeliydi.

Diz çöktü. “Allah’ım!” dedi. “Ben ki senin bir parçanım. Aliyyü’l-Murteza ki senin kalbinde gezinir hâlâ. Hiddetim seni gücendirdi, mağrur benliğim seni kızdırdı ise af ve mağfiret dilerim.”

Gözlerini yumdu. Ölmek, Azrail’in tırpanıyla biçilmek, yüreğinin parçalanışını, akıl tasının oksitlenişini, ruhunun zehirlenişini hissetmek istiyordu. Yenilmişti, evet. Şah İsmail, Şeyh İsmail’e, Şeyh İsmail, şair Hatayî’ye ihanet etmişti. İğva ve ceza kendisine aitti, diye bu fasla bir mim koymadan önce, çehresindeki göçüklere son bir defa kalemle dokunalım.

Evet, kaçtı. Tahtını, tacını Yavuz Sultan Selim’e, karısını, çocuklarını, yoldaşlarını onun merhametine bıraktı. Ölümü bu kadar yakından görmemişti Çaldıran’a dek. Kendisiyle, onunla bire bir yüzleşmemişti. Aliyyü’l-velîyyullah’ın yanı başında olduğundan, bahr-i Hazer’in suyunu Erzincan’a, Sivas’a taşıracağından, tıpkı Temur gibi atını Ankara’ya, Akdeniz’e süreceğinden adı kadar emindi. Yavuz ki bön, bir o kadar da ahmaktı. Savaşmayı değil, sevişmeyi, vecdle, hınçla sevişmeyi dahi bilmezdi. Yunanlı hadımların, harem ağalarının, Sırp cariyelerin, Romalı hatiplerin, laf cambazlarının, Arap dalkavukların, köle tâcirlerinin arasında kendini bir şey sanıyordu. İsmail ki Anadolu’nun, Azerbaycan’ın, İran’ın, hatta Turan’ın bir simgesiydi, inancın ve aşkın mürşidi, bir sır kılavuzu. Yavuz’un karşısına dikeldiğinde, ona toparlanma ve mevzilenme fırsatı tanıdığında, mağrur, adil ve tebaasıyla yekvücuttu. Yoldaşlarının ‘hepsi ve her biri’ydi. Lanet olsundu.

“Bismişah,” dedi. “Şu kısa ömrümün kalanını çileyle, ibadetle tamamlayacağım. Hüseyin değilim ben, el-Hallac değilim, lakin bundan böyle onlarla bir olacağım. Adım üzerine, Hatayî üzerine yemin ederim.”

Otuz yedi yıl yaşadı İsmail. On dört yaşında tahta çıktı. Yirmi üç yaşında en önemli zaferini kazandı: Özbeklere, Muhammed Şeybanî’ye karşı. Şimdiki İran topraklarını ve Irak’ın yarısını ele geçirdi. Yirmi yedi yaşında da en büyük yenilgisini aldı. Bayrağını yere, Çaldıran’a düşürdü. Osmanlılar kollarını sallayarak girdiler Tebriz’e... Ricat ve merhamet, perva ve cevaz, acz ve af; hodbin benliğine kara bir leke üşürdü, hudutsuz imgelemine bir musalla taşı. Öldü, evet. Hazar kaplanı 23 Ağustos 1514 tarihinde Çaldıran’da öldü, bir kûfi parantezin içine gömüldü. Nitekim son dönem şiirlerinde bu hâlet-i ruhiye açık biçimde görülür.

İsmail Ehl-i Beyt’ten değildi. Sahte şecere kayıtlarına, mesnetsiz iddialara rağmen ne Hz. Muhammed’le kan bağı vardı, ne On iki İmam’la. O, safkan bir Türkmen’di, Şamanizm’in töre ve törenlerini İslâmiyet’e şırınga etmiş bir bağatur. Dar anlamda ‘herkes’, daha dar anlamda ‘kimse’. Fakat onu seküler, hatta Şiî lügatinin haricinde kelimelerle tasvir etmeye çalışmak maalesef olanaksızdır, zira İsmail semavî dinlerin hemen hepsinin ululadığı Hz. İsmail/Zül Karneyn arketipinin âdeta bir simetrisidir. Bu, hiç değilse Alevîler, Türk kökenli Şiîler indinde böyledir. Yine de Şah İsmail’in yazınsal kimliğine, din ve devlet adamlığına ‘birlikte’ bakmak gerektiği kanısındayım ben...

Şah İsmail, nam-ı diğer Hatayî, Alevîlerin yedi büyük, ulu şairinden biridir, diğerleri Seyyid Nesimî, Yeminî, Fuzûlî, Viranî Baba, Pîr Sultan Abdal, Kul Himmet. Yedi sayısında elbet mübalağa vardır, ama zaten Şah İsmail’in kendisi mübalağaydı. Hakikat dört yüz küsur yıl uzaktaysa Dehname buradadır, DivanNasihatname elimin altındadır.

Fakat şiir meraklıları hiç heveslenmesinler, amacım –hiç değilse bu yazıdaki amacım– şair atalarımı bulgulamak, Hatayî’yi poetik serüvenimizin bir menziline oturtmak değil, sırf onu görmek, kalem ve kılıç tutan ellerine dokunmak, üç kelimenin varsa arasındaki gizli bağlantıyı bizzat kendisine sormaktı. 

Ah, yine unuttum. Sahi, neydi Şah İsmail’in Khatay ve Hatay’la ilişkisi?..

Hüseyin Ferhad


1. Şah Hatai Sempozyumu (9-10 Ekim 2003) sunulan bildiri

GERCEKEDEBİYAT.COM

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)