Son Dakika



 

"Gürhan Fişek'in adı ve anısına saygıyla..."

“Soğuk savaş” yılları diye adlandırılan dönemin tarihin toprağında saklı derin kökleri bir yana, sonlanıp sonlanmadığı, dahası bitip bitmeyeceği (!) tartışmalıdır.

Dünya siyasal tarihinin her biri bir diğerinden uyarıcı ve öğretici sayfalarında hızlı bir gezinme bile, ilkağızda konuya yaklaşanı, en azından iki-üç yüz yıl öncesine götürecektir.

“İki yüz yıl” deyince Niyazi Berkes’i (1908-1988), eşzamanlı “soğuk savaş”ın ABD’den önce ülkemizdeki uygulamasını, “Bin dokuz yüz kırklı yıllar”ı anımsamak kaçınılmaz.

Ve sonra o döneme damgasını vuran politik eylem ve edimleri yüzlerce belge ve tanıklıkla ele alıp işlediği anılarını Niyazi Berkes’in (Unutulan Yıllar, Yayına hazırlayan: Ruşen Sezer, İletişim Yayınları. I. Bası,  1997). Ruşen Sezer’in “önsöz”ünden öğreniyoruz, Berkes, o yıllara değgin anılarımı yayımlamak isteğimin asıl önemi, diyor;  1970’lere göndermeyle “bugünkü siyasa ve düşün alanındaki durumun köklerinin nasıl o dönemde olduğunu göstermesi olacaktır.”

Tarihsel eytişime vurgusu bir yana, içerden dışarıya; eskiden yeniye yaşanagidene dikkatlerimizi çekmesiyle çok temel bir saptamadır bu.

“Soğuk Savaş” der demez, hemen ABD’de yaşanan o süreç ve serüveni anımsamamızla birlikte, gözlerimizi kendi içimize çevirmemizin nedeni de budur.

Çünkü tarih de tarihsel bilinç de düne, dünle gelene bakarken güne günle gidene de eşzamanlı bakmayı gerektiren bir disiplinin adıdır. Tarihsel hiçbir dönem ve eşik, yalnız kendi iç bileşenleriyle başlayıp yine kendi iç bileşenleriyle gelişip sonlanmaz.

İşte, 1950’li yıllarla birlikte ABD’de uçverip köklenen soğuk savaş, siyasal eylem ve edimleriyle gerek ülke içi siyasete, gerekse dünya siyasetine damgasını vurmadan önce, biz, kendi ülkemizde bir soğuk savaş yaşayacaktık.

Berkes’in 1970’lerde yazmaya başladığı Unutulan Yıllar, soğuk savaşın ABD’de başlamadan daha; iç ve dış bileşenleriyle birlikte neden ve nasıl bizde başlayıp sürdüğünü tarihsel belge bilgi ve ilk elden tanıklıklarla anlatan sürükleyici bir tarih dökümü…

İkinci Dünya Savaşı öncesinden savaş boyunca süregiden dünya siyasetine Rusya, Almanya Türkiye ilişkileri başta olmak üzere, İngiltere’den Hindistan’a, İtalya’dan Japonya’ya, Karadeniz’den Basra Körfezi’ne ve ABD’ye… kolan vuran savaş yıllarının saatine göre “memleket saat ayarı”nın da değiştiğinin (!) öyküsüdür bu görkemli yapıt.

Almanya’nın Rusya’ya savaş açmasının arkalanını, Türkiye’nin süreçteki konuşlanmasını Almancılıktan Turancılığa gidip gelen siyasal sarkacımızın ardında saklı toplumsal politik dağarı, günümüze uzanan etkileriyle iplik iplik çözümler Berkes, Unutulan Yıllar’da. Savaşın bitiminden “San Fransisko tipi” demokrasiye; oradan Marshall Planı’na, NATO’ya girmeden daha (!) Kore Savaşı’na, sonra “küçük Amerika” olmak yolunda doludizgin ilerlediğimiz yıllara o dönemi nice ayrıntıyı bir çizgide bütünleyerek, kendine özgü iğneli ironili anlatımıyla günümüzün eteğine taşır.

Kırklı (unutulan) yıllar da içinde olmak üzere, Cumhuriyetin kuruluşundan “çok partili hayat”a Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Panaroma‘sında eleştirel gerçekçi bir yazınsal bakışla işlediği tarihsel zaman dilimini, Berkes kırklı yılları odağına alarak işler.

Toplumbilimsel bir yaklaşımla olayların ardındaki gerçeği derinlemesine irdeleyip inceler. Tarihsel eytişimin birbirine bağladığı bir zincirin halkaları gibi dünle günü birbirine eklemleyerek...

SAN FRANSİSCO KONFERANSI

İşte, San Fransisko Konferansı’yla (1945) birlikte bizim de içine çekileceğimiz bu yeni dönemde Amerika, bir yandan kendi içindeki dengeleri yeniden kurup berkitmek, yanısıra da soyunacakları dünya jandarmalığında ayaklarını basacakları kültürel-politik yeni zeminin sağlamlaştırılmasıyla uğraşacaktı. ABD’nin 1950’lerle birlikte ülke içinde başlattığı “soğuk savaş” bu yeni dönemin bir dışavurumudur.

Bu zaman kesitinde ABD, “Demirperde ülkeleri” olarak nitelendirdikleri sosyalist blok dışında kalan, özellikle ve öncelikle kendisine ram’edeceğini düşündüğü kıyı ülkeleri başta olmak üzere, tüm dünyayı “komünizm vebası”yla korkutup tabura sokmaya soyunacaktır.

Eşzamanlı, yeni kıtada başlatılan yeni döneme adını veren, ama hiç de yeni olmayan bir politik-kültürel aktör üretecektir sistem.

Anılan dönem o gün bugündür Makyavel, Macbeth orada dursun; kendisinden yüz yılı aşkın bir süre önce yaşayan adaşı, Napolyon’un Güvenlik Bakanı Joseph Fouché’nin cılız bir kopyası olan Joseph McCarty’nin adıyla anılacaktır.

Kurulup kurumsallaştırılan McCarthyizm siyasetinin yürüteceği “cadı avı”, kaynatılan cadı kazanları Federal Soruşturma Bürosu (FBI), medyası ve politikacı dayanışması ortaklığıyla aralıksız ve acımasız sürdürülecektir.

Öyle elektrikli bir karanlıkçılık ve karabaskı dönemiydi ki bu; dışarıya “demokrasi ihracı” (!) yaparken aynı ülke, kendi ülkesinde demokrasi düşünü bile yasaklıyordu. Cadı avının başlatıldığı 1950’de karı koca Rosenbergler gözaltına alınacak, üç yıl tutukluluktan sonra idam edileceklerdi (1953)

Arthur Miller (1915-2005), dönemi ve uygulamalarını eleştirdiği Cadı Kazanı’nı yazacak (1952), ama hemen “komünizme hizmet”le suçlanıp yargılanarak hapse mahkûm edilecekti. Sonra, daha savaş yokken (1931) yazdığı Cesur Yeni Dünya’sıyla A. Huxley, 1949’da yayımlanan Bindokuzyüzseksendört adlı o ünlü yapıtıyla G. Orwell, biri “soğuk savaş”tan epey önce, diğeri hemen eşiğinde; ötekisi de (A. Miller) doğrudan “soğuk savaş”la başlatılan cadı avından el alan yazınsal yapıtlarla süregiden tarihin defterine yarının notlarını düşeceklerdi.

Niyazi Berkes’in anılarını kaleme almasının önemine ilişkin olarak yaptığı saptamayı doğrular bir düzlemde, yazın ve sanat insanları o dönemi; karanlık ve karanlıkçı bir yeni faşizmin kurulup kurgulanmasını kimi önceden görüp göstererek, kimi yaşananla eşzamanlı tarihe mal’edeceklerdi…

Yakından uzağa, içerden dışarıya günümüzde de süregiden “soğuk savaş” mirası faşizan özlü, demokrasi hırkasıyla örtülü tüm dünya düzenleri benzer tarihsel toplumsal eytişimin süreğidir. Kimi Huxley’in kimi Orwell’in kendi eşiklerinden yazın diline döktükleri gibi, günümüzde de çok farklı biçimlerde farklı düşünsel (ideolojik) eylem ve edimlerle sürdürülüyor bu “savaş”.

Geçmişten sürüp gelen ders ve deneyimlerle yerine göre inceltilerek, gerektiğinde kaba ve kanlı, ateşin içine taşıyarak dünyayı ve hayatı, insanı ve toplumları… M. Friedman’ın “Chicago Okulu”ndan, N. Klein’in içinden geçegittiğimiz süreci çok iyi tanımlayan “Şok Doktrini”ne geniş halk kitlelerini ve yönetici erki “kötülük” ortak paydasında toplulaştırıp, her durum ve koşulda sermayenin piramidini büyütüp berkitmek işi sürüyor.

İnsanın ve insanlığın önüne konulan tabaktaki sıcak da olsa, soğuk da olsa sonuç hep aynı: Doymak bilmez kapitalizm ve onun teknesinde yoğrulan düşünce ve siyasetin koşulu tek: “Yersen!...”

Bu kapı ardı fotoğrafıyla bakınca konuya; ne öncülü başkan R. Reagan’ın, ne Demir Leydi (!) M. Thacher’ın babayiğit mirası, kendisi de büyük sermayedar olan yeni ABD Başkanıyla üyesi olduğu sınıfın tarihsel kaygılarını giderememiş belli ki. F. Fukuyama’nın sözcülüğünü yaptığı sistemin (küresel kapitalist pazar ekonomisi) savunucularının, daha dün, tarih bitti diye etekleri zil çalıyordu!

Aynı gerekçeyle Berlin Duvarı’nın yıkıldığı günü bayram ilan edenler, bugün yeni duvarlar örüyorlar insanlığın ortak bahçelerine. Çin Seddi’nin mimarları başlarını kaldırsalar tarihin toprağından; bu, işine gelince duvar örmeye işine gelince yıkmaya soyunan yeniçağın duvarcı takımına ne derler acaba… Demek duvar örüp yıkmakla başlayıp bitmiyor tarih.

TRUMP'IN SÖYLEMİ VE AMERİKAN SENATOSU

ABD’nin yeni Başkanı Trump da, hakkında yazılıp söylenen yarıçıplak senaryolara yanıt yetiştirmeye girişmeden önce, Meksika sınırına duvar öreceğini muştulamıştı! Gerekçe, yine savaşların, çevre kirliliği ve susuzluğun, süregiden açlık ve sefaletin, eşitsizlik ve adaletsizliğin besleyip büyüttüğü küresel konglomeranın ürettiği terör ve  “mülteci göçü” değil yalnızca.

Üretimden piyasaya, küresel iş ve istihdam politikalarından teknoloji-politik yeni gelişmelere uzanan bir çizgide sistemin sırtını duvara yaslamasının da payı büyük bu işte. İşin uzmanları en ince ayrıntılarına kadar yazıp dökümlendiriyorlar bu gidişin perde arkasını.

Nedir bu daha koltuğa oturmadan girişilen duvarcılık öyleyse? Sıvası dökülen kapitalizmin karşısına yeni(den) ve ayakları tarihe basan bir muhalefetin dikilmesi kaygısı mı?!

Böyle bir dikelişin varlık bulup bulmaması ayrı bir konu, olasılığı bile kurulu sistemin sahip ve sözcülerini; adları değişse de, özleri değişmeyecek olan siyasal öznelerini hop oturup hop kaldırmaya yetiyor besbelli.

Siyasal aktörlerin değişmesinin Amerikan siyasetinin omurgasını değiştirmediği nerdeyse yüzyıllık bir saptamadır. İşte, saraydan öteye yol gitmezse Trump ekibinin müstakbel Dışişleri Bakanı R. Tillerson… Adam, ABD’nin 100 milyar doları aşan geliriyle büyük tekellerinin başında yer alan ünlü petrol şirketi Exxon Mobil’in Başkanı ve CEO’su!

Daha dün Amerikan Senatosu’ndaki adayları onaylama süreci kapsamında Dışişleri Komitesi karşısına çıktı. Amerikan Kongresi’nin büyük ölçüde paranın padişahlığında işleyen bir kurum olduğunu bilmeyen yok, ya Tillerson’un Senato’da kendisine yöneltilen sorulara verdiği çok net ve hedefe dönük yanıtlarla, adaylığını protesto eden Barış ve Eşitlik İnisiyatifi (CODEPINK)’nin konuya ilişkin ciddi eleştirileri… Onlara bir bakmalı:

“Rusya’nın Türkiye için sürdürülebilir bir müttefik olmadığını ileri süren” ve Putin’le arasının iyi olduğunu öğrendiğimiz Tillerson’a kulak vermemek!? Olacak iş mi?

Aynı Tillerson “Erdoğan’a sürdürülebilir müttefikliğin ABD’yle kurulabileceği konusunda net mesajlar verilmesi gerektiğini” belirttikten sonra; “ulusal güvenlik endişesi halinde, ulusal güvenlik bağlamında bir ilişki içinde olunan bir ortağa, ‘demokrasi ve insan hakları’ gibi değerlerin şart koşulamayabileceğini” söylemiş ABD Senatosu’nda kendisine yöneltilen bir soruya (Ömür Şahin Keyif, Trump’ın Dışişleri Bakanlığı için önerdiği Tillerson lafı dolandırmadı? Çıkarlarımız varsa insan hakları konusunda susarız, BirGün, 13 Ocak 2017).

Petropolitik uzmanı Tillerson’un bu sözlerinin Rosenberglerin idamını izleyen yıl (1954), üstelik Osmanlı’nın ilk büyük dış borçlanmasının yapıldığı tarihin yüzüncü yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar’la birlikte ABD’ye giden Başbakan Adnan Menderes’in orada yaptığı konuşmayı anımsatmasına şaşmalı mı şimdi:

“Biz Amerika’nın, hür dünya rehberliğini hakkıyla yapmakta olan bir memleket olarak her adımını hayranlıkla takip etmekteyiz. Türkiye, hadiseleri aynı şekilde görmekle kalmamakta, aynı şekilde tedbirler almakta da asla çekinmemektedir. İki memleket arasındaki münasebetler öyle bir dereceye gelmiştir ki, başka türlü düşünmeye imkân yoktur. Bu derece birbirlerine bağlı iki memleketin kaderi, ancak ebediyyen dost ve müttefik olmaktır.”

Tillerson’un Amerikan Senatosundaki adayları onaylama komitesinde yaptığı açıklamaları proteste eden, Barış ve Eşitlik İnisiyatifi üyesi, son kitabında ABD - Suudi Arabistan ilişkilerini irdeleyen M. Benjamin’in dediklerine dönmeli şimdi. Konuya ilişkin olarak kendisine yöneltilen soruya, yazar,  “Eskiden ordu şirketlerin gizli kolu olarak çalışıyor derdik. Şimdiyse hiçbir şey gizli değil.

Ülke açıkça şirketler tarafından yönetilecek.”
Yanıtını vermiş. Doğru söze ne denir? ABD Dışişleri Bakan adayının -kaçınılmaz- ülkemize de selam gönderdiği (!) konuşmasıyla Barış ve Eşitlik İnisiyatifi adına konuşan protestocu yazarın söyledikleri, Menderes’in ABD’ye verdiği “söz”le birlikte tartılıp değerlendirilince insan sormadan edemiyor.

Tillerson’un altmış yıl önce, en üst düzeyde ülkesine (ABD’ye) verilmiş bu “söz”den habersiz olduğunu savlamak gerçekçi bir tutum mudur? Petrol toprak altında kaynar, petropolitik toprak üstünde kaynatırken dünyayı hem de!...

Görüleceği gibi, çerçevelemeye çalıştığımız fotoğrafın tersi ve yüzü hiç olmadığı tanıdık.

KİMSEYE GÜVENMEMELİ DİKKATLİ OLUNMALI

O nedenledir, kara altın petrol başta, paranın ve tüketim ekonomi politiğinin sıcak rüzg
ârı, gerektiği yer ve zamanda en soğuk suları bile ısıtabilir! Dolayısıyla eseduran serin yellere, üşütücü ve ürkütücü havaya karşın Putin’le Trump arasındaki kızım sana söylüyorum gelinim sen anla muhabbetine sakınımlı bakmakta yarar var.

Dahası, içerden dışarıya nice örneği ve uygulamasına tanık olduğumuz tarihler boyu süregiden “şoklama”, salt Fouch
évari uygulamalarla, yanısıra türlü çeşitli komplo teorileriyle sınırlı bir “politik doktrin” değil ki!…

Trump’ın koltuğuna oturması öncesi dünya siyaset sahnesine yansıyanlar, yeni başkanın, ülkesiyle arasına duvar çekmek için seferber olduğu Meksikalı büyük romancı Traven’in “Hükümet”ini akla düşürüyor. 1931’de yayımlanan o unutulmaz romanda dillendirilen namuslu geleneğin tersyüz edilerek, başka bir bağlamda sahnelenmesi sanki Sırça Köşk’te (Pardon! Beyaz Saray’da) koltuk değişimi öncesi yaşananlar...

Trajedi işte, Amerikan medyasından yerli medyaya günlerdir sahne berisinden yansıyanla oyalanıyor dünya kamuoyu. Dahası, yakında koltuğuna oturacak (Traven’in kulakları çınlasın) Trump’ın, kendisine yönelik olarak yürütülegiden kampanyayı “Tam bir cadı avı” diye nitelemesi! “Nazi Almanyası’nda mı yaşıyoruz?” demiş acar başkan. Yoo, McCarthy Amerikası’nda yaşıyorsunuz.

TRAVEN KOMŞUSU AMERİKA'YI İYİ BİLİYORDU

Daha koltuğunuza oturmadan Meksika’yla aranıza duvar örmeyi dillendirmenizle, size yapılan “karşılama töreni” arasında kültürel-politik bir fark olmadığı ortada. Sonuçta her ikisi de duvarlama; yuvarlama dahası!... Sizin bu konuya ilişkin kafanızın içindeki duvarlar ardında yatan asıl sıkıntıyı ekonomi-politik uzmanları yazagidiyorlar. Baksanıza, siz daha toz değmemiş ayağınızla Meksika’yla aranıza duvar örmekten söz eder etmez çıktı geldi güneyli komşunuz Traven.

Meksikalı büyük romancının zamanın eskitemediği dersi gelip buldu yanıbaşındaki komşusunu, muhataplarını ya da. Bu muhataplara, Meksika’nın şu an içinde bulunduğu duruma sürüklenmesine yol açan politikalar ve o politikaların yürütücüleri de dahildir. İnanmazsanız koltuğunuzun altına bakın!

Birinci Dünya Savaşı’ndan İkinci Dünya Savaşı’na; savaş öncesi, savaş içi ve sonrasında yaşanan askeri politik gelişmelere, oradan günümüz dünyasına ve şimdilerde yeni sürümüyle arzı endam eden soğuk savaşlara değişmeyen bir gerçek var: M. Horkheimer’ın ta 1912’de yazıp söylediği gibi, “Tarih bedeli ödenmemiş kötülüklerin toplamıdır.” Hele hele paranın egemenliğinin giderek küresel yasa halini aldığı, emek sömürüsünün acımasızca süregittiği, sınıflar arası uçurumun daha da derinleştiği, kültürel politik kırılganlıkların katlanarak arttığı bir süreçte…

Gelir dağılımı adaletsizliğinin kangrenleştiği, yarın güvencesi ve umudunun her geçen gün dibe vurduğu bir ortamda elimizden çıkmakta (!) olan yerküre de hesaba katılınca…

Hangi kılık ve kisveye bürünürse bürünsün soğuk olanı da sıcak olanı da, sermayenin (finans kapitalin) tiranizmini önceleyip öngören bu soydan politikalara, politik oyunlara artık bir dur demesi gerekiyor insanlığın.

O nedenledir ki, insanı ve insanlığı kendi hırs ve çıkarları için gözünü kırpmadan harcayagiden bu para-piramidin dışa yansıyan yanıyla oyalanmak değil, iç yüzünü görmek...

Dünyanın ve insanlığın kanını iliğini emmek için yüzyıllardır sürdürülegelen, çağımızda ise savaşsız (!) savaşlarla; tüketim ekonomi politiği ve doymak bilmez büyüme histerisiyle daha az zahmetli ve bir o kadar ustalıkla götürülen bu kan emici sömürgen politikaların ardında yatan asıl denklemi, daha doğrusu dengesizliği görüp bilmek zorunda insanlık.

Bu çıkışsız gidişin siyasal ve ekonomik bileşenlerini açık etmek, ona göre evrensel ve insani bir tutum almak zorunda dünya halkları.

Her kat ve kesimden insanı, geniş halk kitlelerini bir biçimde arkasına alarak kendi haydutluk ve olası handikaplarını bir yandan gizlerken, bir yandan da aynı kitleyi yedip yönlendiren eli silahlı başı külahlı rejimlerin ortak özellik ve ajandalarını görmek, ona göre bir politika geliştirmek gerekiyor. Nasıl denilecektir?...

Aileden tarımcı, tarım ekolojisinden ekonomisine, üretimden paylaşımına ömrünü kimsenin aç yatmayacağı bir dünya düzeni için savaşıma adamış René Dumont’a (1904-2001) kulak vererek.  Bu sosyalist tarımbilimci, toplumcu düşün adamının yazdıklarına bir göz atarak (Dünya Nereye Gidiyor? Yok Olmak mı, Düş Kurmak mı?).

O kitaptan altını çizdiğimiz satırları anımsayarak bir kez daha (Çeviren: Müntekim Ökmen, Varlık Y. 1974). G. Orwell ile aynı kuşaktan R. Dumont sözünü ettiğimiz kitabının girişinde öyle bir saptama yapıyordu ki, soğuk savaşların ardındaki sıcak kavgayı görmemizi sağlayacak bir eşikti söyledikleri…

Yeni sömürgeciliğe karşı açılan savaşın, bir dönem klasik sömürgeciliğe karşı verilen savaşın bir devamı olduğunu söyleyerek, bu insana ve hayata ters gidişin mimarlarının ise hiç utanmadan “zenginliklerini es geçerek” özgürlükleriyle övündüklerini yazıyordu R. Dumont. Onun için diyordu, bu asalak ve sömürgen gidişin yapısal özelliklerini, dünya çapında yürütülen haksızlıkları, başta kendi ülkem (Fransa), sonra tüm dünyaya anlatmak için çırpınıyorum…

İşte toprağın hakkını toprağa hayatın hakkını hayata; hayat ve insan düşmanlığı cephesinin dersini de onlara veren yazı ve yapıtlarıyla R. Dumont’un bize anlatmak istediği temel sorun, bu yazıda anımsatmaya çalıştıklarımızla bütünleşiyor yıllar sonra!

Soğuk olanı da sıcak olanı da artık sözlüklerden silinmesi gerekli iki kavram bu savaş dedikleri. Öyle ki sözlüklerden değil bellek ve bilinçten de kazınması gerekli bir ad ve adres savaş… Ya, Şair’e selam olsun silgilerin de silindiği bir güncellikte bu iş öyle geceden sabaha çözümlenecek kadar kolay bir iş değil. Havanda su dövmeyi bırakıp, yakından uzağa tüm insanlığı bu düşün ardına düşecek bir akıl ve yürek kardeşliğiyle bir araya getirmek gerekiyor. Ve bunu başaracak politikalar üretmek, bu politikalar ardında örgütlenmek…

Yirminci yüzyılın büyük fizikçilerinden, bilim çığırında açtıkları yolda yürürlerken, Nazi faşizmine karşı direnişin de öncülüğünü yapan bilim ve barış savaşımcısı F. Joliot Curie’nin (1900-1958) sözleriyle, “savaşın yalnızca olanaksız değil, düşünülemez olduğu bir toplumu (dünyayı) kesinlikle kurmak gerekiyor.” Değilse, bilerek ya da bilmeyerek savaşın ve ölüm tacirliğinin değirmenlerine su taşımayı sürdürmek, sade uygarlığın değil insanlığın da sonu olacaktır…

Bu çıkışsız yoldan, ancak R. Dumont’un söyledikleriyle F. J. Curie’nin uyarısını bir ve birlikte düşünerek dönülebilir belki!

Emperyalist kuşatma dün Sosyalist Devrimi’ni kendi toprağında boğmak için seferber olmuştu, bugün, ülkemiz de içinde olmak üzere, tüm dünyayı kendi tarlası ve toprağı kılmak için yeni politikalar üretiyor, programlar geliştiriyor.

Yaşananlar ortada! İkinci Dünya Savaşı’nın sonlanmasını izleyen süreçte dünya politikasının amiral gemisini Büyük Britanya’dan teslim alan Amerika, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bu konumunu büyük ölçüde yitirdi. 1945’lerin 1950’lerin dünyasında sürdürülen; Sovyetlerin dağılmasına kadar da dünya siyasetindeki yerini bir biçimde koruyan “soğuk savaş” politikasını bugün artık birebir yürütmek için gerekli ekonomi-politik, tekno-politik taban yok dünyada.

Öyle ama ılığından sıcağına serininden soğuğuna o kadar zengin bir kokteyl var ki küresel sermaye siyasetinin elinde, kilerinde; niye salt Trumputin şova, Hollywood usulü bir soğuk savaşa takılıp kalsın? Bu bağlamda Rus korkusu, Çin k
âbusu bir yana, ayağına taş değen günümüz kapitalizmi ekonomi-politikten kültür-politiğe uygulayagittiği “şok doktrini”yle toplumsal-kültürel konumları (kodları) “tabi olmaya” bağlı kılınmış kitleleri ustaca yedip yönlendirebiliyor hâlâ

Doğudan batıya sol’un değil de sağ’ın güçlendiği bir dünyada, bugün yarın koltuğuna oturacak ABD’li Trump’la Rus Putin’in olimpik havuzda tramplenden atlama gösterilerine bakarken dolduruşa değil, akla gelenlere bakmalı. Niye ki, Meksika’nın eskil geleneğinde içi ateş dolu kap koltuğa yeni oturan (seçilmiş) “reis”in (Jefe) altına sürülüyordu (Bkz.: Gerçek Edebiyat, Ateşle Oynayanlar, Ateşte Oturanlar).

Günümüzde ise, ateşi hep halkın oturağı altına sürüyor egemenler. Yaşadıklarımızın, içine girdiğimiz ya da eşiğinde bulunduğumuz sürecin, küresel sermaye ve onun siyasetinin yükselen ateşiyle bağlı ve bağımlı olduğunu hiç akıldan çıkarmamalı.

Dolayısıyla, sürekli sahne berisinden yansıyana değil, sahne gerisinde saklanana odaklanmalı. Uzaktan yakına, dışardan içeriye bu gidişin evlerimize ocaklarımıza taşıyacağı yeni gelişmelere, kültürel yaşamsal türlü tehdit ve tehlikelere çevirmeli bakışımızı.

Trump’ın başkanlık koltuğuna oturması öncesi yaşanan pek soğuk (trajikomedyatik) fotoğrafla, içerde süregiden “başkanlık anayasası” meydan muharebesine, Meclis’ten memlekete yansıyan hararete bir ve birlikte bakarak.

“Küçük Amerika” olmak yolunda San Fransisko’dan bu yana kat’ettiğimiz yoldaki ayak izlerimize eşzamanlı… Dalımıza geçirilmek üzere, küresel kapitalizmin tezg
âhında dokunan emperyal markalı yeni hırkaların atkısına çözgüsüne çevirerek dikkatlerimizi (18 Ocak 2017).

Ümit Sarıaslan
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)