z
z
Tarihsel roman, bu türün kuramı üzerine en yetkin kitaplardan birini yazan Lukacs'ın
deyimiyle “olayları anlatan değil tarihi yorumlayan” yazınsal bir yapıttır
Tarih, yalnızca geçmişin bir inceleme nesnesi olarak değil, siyasi ve ideolojik izdüşümleriyle de gündemi etkilemeyi sürdürüyor. Başbakanın tarihçiliğe soyunup iri lâkırdılar yuvarlamasından söz etmiyorum yalnızca, televizyonda boy göstermekten araştırma yapmaya vakit bulamayan tarih allâmelerinde de. 1980 lerin başından bu yana çağdaş edebiyatımızda da Osmanlıya bakış ivme kazandı.
YAKIN VE UZAK
Beyaz Kale'den Puslu Kıtalar Atlası'na, Kılıç Yarası'ndan Son Yeniçeri'ye, yakın ya da uzak tarihimizin mercek altında olduğu yadsınamaz bir olgu. Daha öncesinde Kemal Tahir ve Erol Toy'un çabalarını da unutmayalım. Örnekler çoğaltılabilir, hatta çoğu arkadaşların öne sürdüğü gibi işkembe- i kübra'dan atarak değil, Osmanlı ve Bizans kaynaklarından yola çıkarak yazdığım Boğazkesen adlı romanımı da bu listeye katabilirim. Venedik'te Correr Kitaplığı'nda yaptığım araştırmalar sonucu biçimlenen Resimli Dünya'yı da.
OSMANLI
Yazarlarımızın tarih üzerinden ideolojik bir hesaplaşmaya girdiklerini söyleyecek değilim, genelde tarihsel romanlar popüler bir yörünge izliyor. Yine de, yalnızca Türkiye'de değil yabancı ülkelerde de, Osmanlı tarihini konu alanromanların öne çıktığı bir gerçek.
ZAT-I MUHTEREM
Louis Gardel'in Kanuni'yi, Vera Mutefçiya'nın Cem Sultan'ı, Catherine Clement'in Hürrem'i anlatının odak noktasına yerleştiren romanları aklıma ilk gelenler. Tarihçilerin bu duruma sevinmeleri gerekirken hasmane bir tavir takınmalarıysa anlaşılır gibi değil. Oysa tarihin, belgelerden yola çıkarak nesnelin sınırlarını zorlamayan ya da aşamayan, hayal gücünden ve yazma yeteneğinden yoksun bu zat-ı muhteremlere bırakılamayacak denli ciddi ve derin bir alan olduğunu düşünüyorum. Nâzım Hikmet bu durumun bilincindeydi. Ece Ayhan da. Yoksa ne Şeyh Bedreddin Destanı'nın tadına ve keyfine varabilir ne de En Eski Adıyladır'ın benzersiz dünyasına dalabilirdik. Ancak romancılar ve şairler sayesinde tarihin derinliğine, tarihsel şahsiyetlerin iç dünyalarına nüfuz etmemiz mümkündür. Bunu tarihçiler beceremez. Tarihin yalnızca tarihçilerden sorulması gerektiğini öne sürenler bizi tarihin tadından, tuzundan ve derinliğinden yoksun bırakmak istiyorlar. Bugün tarihsel romanın ya da popüler TV dizilerinin yaygınlık kazanmasını kıskanan tarihçiler olduğu gibi bu durumdan rahatsız olan siyasetçiler de var. Onlara şu gerçeği anımsatmak isterim : Tarihsel roman, bu türün kuramı üzerine en yetkin kitaplardan birini yazan Lukacs'ın deyimiyle “olayları anlatan değil tarihi yorumlayan” yazınsal bir yapıttır.
KURGU VE GERÇEK
Roman dünyasının tarihin içersine bir dekor gibi kurulması yetmez, onunla özdeşleşmesi de gerekir. Örneğin Umberto Eco'nun Gülün Adı. Bu romandaki polisiye kurgu, bir Ortaçağ manastırı yerine çağdaş bir mekânda da oluşturulabilirdi. Ve anlatı işlevinden bir şey kaybetmezdi. Ama Marguerite Yourcenar'ın Adrien'in Anıları'nı tarihsel bağlamın, yani Roma tarihinin dışında düşünemeyiz. Anlatı, kahramanın söylemiyle özdeşleşmiş, bir dönemin dökümünü üstlenmiştir çünkü. Tek işlevi de budur, polisiye bir kurgu değil. Ünlü bir Fransız tarihçisi, Yourcenar'ın romanının bir sayfasını azabilmek için tüm kitaplarını eda edebileceğini söylemişti. Bizim tarihçiler erişemedikleri ciğere murdar diyorlar.
YORUMLAR