Son Dakika



Yusuf Atılgan, 27 Haziran 1921’de Manisa’da doğmuştu. Ortaokulu Manisa’da, liseyi Balıkesir’de bitirdi ve 1939 yılında İstanbul Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydoldu. Başta Ahmet Hamdi Tanpınar ve Halide Edip Adıvar olmak üzere çok sayıda değerli hocanın öğrencisi olarak güçlü bir edebiyat eğitimi aldı. Üniversite tahsilini askeri öğrenci olarak 1944 yılında tamamladı. 1945’te Akşehir’deki Maltepe Askeri Lisesi’ne öğretmen olarak atandı, ancak kısa süre sonra Türkiye Komünist Partisi üyesi olduğu iddiasıyla tutuklandı, bir zamanların ünlü 141. maddesinden yargılandı ve hapis cezasına çarptırıldı. 1946 yılında, 10 ay süren tutukluluğu sona erdiğinde ordudan ve öğretmenlikten de ihraç edilmişti.

20’li yaşlarda yaşadığı bu olaylar, sorgulama ve hapishane süreci kırmıştı Yusuf Atılgan’ı. Kimseyle görüşmek istemiyordu. Bu nedenle baba evine döndü. Manisa’nın Hacırahmanlı Köyü’ne yerleşti ve çiftçilikle uğraşmaya başladı. 30 yıl sürecek -gönüllü- sürgünlüğü başlamıştı. Ancak edebiyattan sürgün edemedi kendisini. Hikâyeler yazdı, yazdıklarını -kardeşinin ısrarıyla- İstanbul’daki dergilere ve yarışmalara -takma adlarla- gönderdi. ‘Bodur Minareden Öte’ adlı öyküsüyle 1957 yılında Sait Faik Öykü Ödülü’nü kazandı. Ertesi yıl ‘Aylak Adam’ romanıyla Yunus Nadi Roman Ödülü’nde -Fakir Baykurt’un ‘Yılanların Öcü’ romanının ardından- ikinci oldu. ‘Aylak Adam’ 1959, ‘Bodur Minareden Öte’ 1960 yılında yayımlandı.

Ve yine köşesine çekildi Atılgan. 14 yıl sonra, 1974 yılında başyapıtı ‘Anayurt Oteli’ ile suskunluğunu bozdu, 1976 yılında İstanbul’a döndü. 1980’lerde Milliyet (sonra Karacan) Yayınları’nda danışmanlık, çevirmenlik, kısa bir süre de Can Yayınları’nda redaktörlük yaptı. Üzerinde çalıştığı ‘Canistan’ adlı romanını tamamlayamadan kalp krizi geçirerek hayata veda etti (1989).

50’LER TÜRKİYE’Sİ
Yusuf Atılgan, ‘Aylak Adam’la (1959) başlayıp ‘Bodur Minareden Öte’deki (1960) hikâyelerine, oradan ‘Anayurt Oteli’ne (1974) ve yarım kalmış ‘Canistan’ (2000) romanına kadar bütün anlatılarında kalabalıklar karşısında yalnız ve yabancılaşmış insan temasını çeşitli veçheleriyle incelemiştir. Söz konusu temalarla Atılgan’ın hayat hikâyesi arasındaki ilişki açıkça görülüyor. Ama sadece hayat hikâyesine bağlamak eksik olur, yalnızlık ve yabancılaşma temaları yazdığı dönemin gözde edebiyat ve düşünce akımlarıyla da yakından ilişkilidir.

1950’lerde Türk edebiyatını iki akım etkilemiştir: İlki, siyasi meselelere duyarlı solcu yazarların toplumsal sorunları merkez aldıkları toplumcu gerçekçi sanat anlayışı ve bu anlayışın somutlandığı ‘köy romanları’. Diğeri ise bugün 50 Kuşağı adıyla andığımız, Orhan Duru’nun ve ‘a’ dergisinin başını çektiği ‘varoluşçu’ yazarlar ve bireyin bunaltısını anlatan hikâye ve romanlar. Eklemek gerekir, 50 Kuşağı’nın bireyin sorunlarına eğilmesi de toplumsal kaygılardan uzak değildir.

Yusuf Atılgan’ı bu iki akım arasında bir yere oturtmamız gerekiyor. O dönemde köyde yaşamayı tercih etmesine, köyde ve kasabada geçen hikâyeler yazmasına rağmen ‘köy romanı’ ile ilgisi yoktu. Kitaplık dergisinde Yusuf Atılgan’ın ilk kez yayımlanan bir mektubunu referans vererek bir hatırlatma yapalım; Atılgan 60’lı yıllarda yazıp yaktığı ‘Eşek Sırtındaki Saksağan’ adlı romanından söz ederken toplumcu gerçekçilikle ilgili sınırlarını çizmiştir; “Onların kabak tadı veren gerçeğini sevmiyorum; kendi gerçeklerim var benim”.

Özellikle ‘Aylak Adam’ romanı ve ‘Bodur Minareden Öte’ kitabındaki hikâyelerinde Freud düşüncesine bağlılıkla insan psikolojisine eğildiğini, modernist akımın etkileriyle yer yer bilinç akışını kullandığını, kurmaca kişilerin cinsel hayatlarına yer verdiğini görüyoruz. Bu arayış onu 50 Kuşağı’na yaklaştırıyor. Leylâ Erbil’in ifadesiyle: “1950 Kuşağı hikâyecileri diye söz açılan, aslında birbirinden farklı olsa da cinsel konulara verilen ağırlıkla göze batan ve Varoluşcular diye anılan yazarlar da dolaylı ya da dolaysız olarak, Freud yöntemlerini deniyorlardı. Rüyalar, mektuplar, hatıratlar, sanrı ve sayıklamalar, sürçmeler bilinçaltının gün ışığına çıkmasıyla çiçeklenen insan!”

SUSARAK DİRENMEK
Aynı yıllarda klasik romanın -özellikle- tip ve kahraman kavramlarının eskidiği ilanıyla yayılan Yeni Roman hareketinden esinlendiği söylenebilir. Mesela ‘Aylak Adam’daki C’nin ismi verilmez. “Bence insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır” diyecektir C’nin ağzından Yusuf Atılgan. “Modern dünyanın insanı da, birey olarak yaşamakta, birey olarak varlığını sürdürmekte, sadece var olmaktadır. Bu varoluş Yusuf Atılgan’ın romanında aylaklıkla kendini göstermekte, kim olduğu, ne olduğu hiç önemli olmayan, hatta adı bile çok önemli olmayan herhangi bir kişidir bu insan, C’dir örneğin ya da A. Robbe-Grillet’nin ‘Kıskançlık’ adlı romanındaki A’dır.”

Bireyin birbiriyle etkileşen iç ve dış dünyasına ağırlık veren, bireyin davranışlarının kökenine inerken psikanalitik yöntemlerin kullanıldığı ‘Aylak Adam’da bütün bunları bulmak mümkün. Ama bir fazlasıyla... Her ne kadar kendi döneminin bakış açısıyla yeterli bulunmasa bile, C’nin toplumla çatışması içsel olduğu kadar dışsaldır da; sevgisizlik, ikiyüzlülük, yalnızlık ve yabancılaşma toplumsal düzenin sonucudur, yani genel insanlık durumudur. C’nin toplumla bir bağ kurması da imkânsızdır. Sona geldiğinde umutların tükendiği anlaşılır: “Sustu, konuşmak lüzumsuzdu. Bundan sonra kimseye ondan söz etmeyecekti. Biliyordu; anlamazlardı.”

Aylaklığı bir değer olarak savunan C’nin susuşu bir boyun eğiş değil; tıpkı ‘Anayurt Oteli’ndeki Zebercet gibi, susarak direnmektir; kitlenin bireyi içine alıp tektipleştirmesine karşı bir tür başkaldırı...

KASABADA, KÖYDE, KENTTE
Yusuf Atılgan büyük kentin boğuntusunu işler ‘Aylak Adam’da. Aynı boğuntu ‘Anayurt Oteli’nde daha küçük bir kentte, ‘Bodur Minareden Öte’deki hikâyelerinde köyde ve kasabada hissedilecektir. Kısacası hep aynı temayı, toplumun baskılarından bunalmış, ötekileşmiş, uyumsuzlaşmış insanları gözlemiştir Atılgan. Nasıl soluk alınıp verildiği meçhul kalan bir karabasanlar dünyasıdır onun anlattıkları. Sadece kente gelindiğinde bireyler üzerindeki kıskaç daha da can acıtıcıdır. Kuşkusuz ‘Varoluşçuluğun’ da etkisiyle, uyumsuzluk, bunaltı, saçmalaşan yaşam gibi temaları öne çıkarır.
Roman ve hikâyelerinde benzer bir dil, benzer bir üslup yakalamış. İlk bakışta sanki tekliyor gibi gelebilir, sanki kimi ifadeler eksik kalmış gibidir. Süssüz ama her cümlesi, her sözcüğü yerli yerinde. Anlatısını ve meselesini ortaya koyacak şekilde son derece temiz bir dil kullanıyor yazar. Dili kendine özgü bir üslup içinde eritiyor, dile biçim veriyor. Bu tekleyişler, duruşlar, tamamlanmayı bekleyen ifadelerle yakalamak istediği ‘Aylak Adam’da C’nin, ‘Anayurt Oteli’nde Zebercet’in iç sıkıntısı.

Uyumsuz kişilerin kendi ağzından dinliyoruz toplumsal çatışmaları. Birinci tekil şahıs ağzından yapılan anlatı ağırlıklı; yer yer anlatıcının kendisi giriyor devreye. Diyalogları, iç monologları, bilinç akışını ve mektupları da kullanarak anlatısını sürekli dinamik tutabiliyor. Bu teknik özellikler biçimsel denemeler değil, anlatılan konuyu pekiştiren özellikler.

Ele aldığı meseleleri, iç ve dış dünya arasında kurduğu denge, anlatım tekniği ve kurgusu, ayrıntıları, imgeleri, çağrışımsal ifadeleri kullanışı... Bütün bunlar Yusuf Atılgan’ın romancılığımızdaki yerini, farkını ortaya koyuyor.

Edebiyatımızdan bir Yusuf Atılgan geçti sessiz sedasız. Onun yazdıklarını okuyunca, bu kadar az üretmiş olmasına üzülmemek elde değil. Hele ki bireyin, cinselliğin, modern ve postmodern anlatıların, biçim arayışlarının gözde olduğu günümüzde, birey-toplum çatışmasını bu kadar derinlikli anlatan Yusuf Atılgan gibi ustaların eserlerine daha da sıkı sarılmak gerektiğini anlıyoruz.

(Kaynak: Hürriyet)

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)