YABANCI ROMANININ ÖZETİ

KONU:

M. Meursault, sorumluluk duygusundan yoksun, sessiz, içine kapanık bir gençtir. Bir şirkette memurdur. Basit bir yaşantısı vardır, bekârdır, bir pansiyonda kalmaktadır,

M. Meursault, bir gün annesinin kaldığı İhtiyarlar Yurdu Müdüründen annesinin öldüğüne ilişkin bir telgraf alır. Gitmesi gerekmektedir. Patronundan izin alarak bulunduğu yerden bir hayli uzakta olan İhtiyarlar Yurduna gider, Kendisini nâşın bulunduğu odaya götürürler. Bir robot gibi hareket etmektedir; ne bir üzüntü belirtisi gösterir, ne de bir söz söyler. Annesinin yüzünü görmek istemez. Gece başını beklerken kapısının ikram ettiği kahve ve sigarayı içer, uyuklar.

Ertesi gün hava gayet güzeldir. M. Meursault, merasim işi olmasa bu havada gezmenin kendisine zevk vereceğini hisseder. Merasim boyunca güneşten ve yorgunluktan bunalmış vaziyette şaşkın şaşkın çevresindekileri seyreder. Yapması gerekli görevlerini bitirdiği zaman yatıp uyuyacağı için sevinç duyar.

M. Meursault, evine döndüğünde günlerden cumartesidir. Sabah kalkınca plâja gider. Denizde, büroda eskiden daktilo olarak çalışan Marie Cordona'ya raslar. Kıza kur yapmaya başlar. Akşam bir komedi filmi seyretmek üzere sinemaya giderler ve gece birlikte kalırlar. Genç adam, pazar gününü öğleye kadar yatakta miskin miskin sigara içmekle ve pencereden dışarısını seyretmekle geçirir. Annesinin ölümüyle yaşantısında hiç bir şey değişmemiş gibidir; çalışır, gezer, yer, içer, hattâ zaman zaman keyiflenir. Bir akşam oda komşusu Raymond'la tanışır. Raymond Meursault'a pek samimi davranır, arkadaş olmalarını ister, Meursault, herşeyde olduğu gibi Raymond'u da önemsemez, arkadaşlık teklifini kabul etmekte bir sakınca görmez. Birlikte içerler. Raymond, kendisine haksızlık eden metresinden uzun uzun yakınır, Meursault'dan kendisine yardım etmesini rica eder, Mersault Raymond'un ağzından mektup yazar.

Bu arada Meursault, Marie ile ilişkisine devam eder. Odasında birlikte otururken bitişik odada Raymond'un sevgilisiyle kavga ettiğini işitirler. Marie polisi arar. Raymond, Meursaulttan kendisi lehine yalancı şahitlik yapmasını ister. O da, kayıtsız bir şekilde kabul eder.

Öte yandan Meursault'a aşık olun Marie artık evlenmeleri gerektiğini söyler, kendisinin de isteyip istemediğini sorar. Meursault için ikisi de birdir, evlenseler de olur, evlenmeseler de... Ama Marie isterse evlenecektir.

Raymond, Meursault'la Marie'yi bir hafta sonu gezisine dâvet eder. Bu gezi sırasında önceden dövmüş olduğu sevgilisinin taraftarları olan hasımları tarafından izlenir, Meursault, sahilde tek başına yürüyüş yaptığı sırada birdenbire karşılaştığı Raymond'un hasmını  belki de güneşin tesiriyle bilinçsiz olarak tabancayla vurur.

Bu olaydan sonra Meursault tevkif edilir. Genç adam sorgu sıralarında kayıtsızdır, hattâ avukat bile tutmak istemez, teferruatta uğraşmayı adliyeye bırakır. Tutulan avukat her şeye karşı garip bir kayıtsızlık içinde bulunan, hattâ kendini savunmaya bile yanaşmayan ve anasının ölümünde bile soğukkanlılığını kaybetmeyen Meursault'dan hoşlanmaz fakat kendisini kurtaracağını söyler. Ondan istediği hiçbir şeye karışmaması, savunmayı tam mânasıyle kendisine bırakmasıdır. Meursault bu arada kendisini ilgiyle sorguya çeken yargıca tanrıya inanmadığını soğukkanlılıkla itiraf eder. Yaptığından pişman değildir. Sadece can sıkıntısı duymaktadır. Hapse atılır. Birdenbire değişen hayat tarzı onu tedirgin etmekle beraber kısa bir süre sonra alışkanlık üstün gelir, bu yeni hayat şartlarına ayak uydurur.

Meursault mahkemede yargılanırken çevresindekilerin kendisinden tiksindiklerini hissederek ilk defa ağlama arzusu duyar. Annesinin ölümü sırasındaki kayıtsız tutumu şiddetle kınanınca suçlu olduğunu anlar. Bir şeyler söylemek ister fakat susturulur. Onun yerine avukatı konuşur. Dâvanın kendi dışında konuşulup kendi fikri alınmadan kaderinin tâyin edilmesi hayretine sebep olursa da, biraz düşününce bu duruma alışır. Bir şey söylemiş olmanın gereksizliğini anlar. Kendisinin bilinçli bir câni olduğu iddiası karşısında biraz düşünür; karşısındakileri bazı hususlarda haklı bulur. Artık hayatı kendisine ait değildir. Sonunda idama mahküm olur.

Hapise dönünce bir ara kaçmayı düşünür. Onca mühim olan şey, topluma karşı ödenmesi gereken borçlar değil, kaçma imkânıdır değişmez ve şaşmaz bir usulün dışına atlayıştır. Sonra, bundan vazgeçer. Verdiği af dilekçesi reddedilince, boyun eğer. Tanrıya inanmadığı için kendisini ziyaret etmek isteyen papazı görmek istemez. Buna rağmen papaz gelir onu imana dâvet eder. Meursault, papaza isyan eder; ruhunda bir robot gibi yaşama sırasında biriken zehirleri akıtır. Papaz hayal kırıklığına uğramış bir halde gider. Artık Meursault için ölüm büyük bir hâdise değildir. Ölüm insanın kaderidir. Ha yirmi sene önce olmuş, ha yirmi sene sonra... Hiç farketmez.

YABANCI'NIN YAZARI ALBERT CAMUS (1913 - 1960) ÜZERİNE

Son asır Fransız edebiyatının en tanınmış yazarlarından olan Albert Camus, 1913 yılında Cezayir'de doğmuştur. Genç yaşta tutulduğu verem hastalığı yüzünden Felsefe tahsilini yarım bırakmak zorunda kalmıştır. Yazdığı romanlar, denemeler, piyesler sayesinde genç yaşta tanınmıştır. 1957 de Nobel Edebiyat armağanını kazanmıştır.

Camus'un eserleri hep felsefi düşüncelerini ihtiva eder. Camus, existantialist bir yazardır. İkinci dünya savaşından sonra bunalımlı ve yorgun insanların yaşayışları, ruhi durumları sanatçılar ve düşünürler arasında savaşa karşı bir nefret uyandırdı. Bu, sanatta yepyeni bir çığır açan Existantlializm akımını doğurdu.

Camus, eserlerinde dünyanın saçma ve anlamsız olduğunu İşler. Felsefesinin özü, saçmalıktır. İnsan bu dünyada bir robot gibi anlamsız bir varlık olarak yaşamaktadır. İnsanoğlunun şuuru bir gün uyanıverir; kendi kendine ne yapmak gerektiği üzerinde düşünür. Önce, intiharın felsefesini yapar. Aslında o da bir saçmalıktır. İnsana düşün görev nedir o halde? Bir ödevi yerine getirir gibi kayıtsızlık ve boş vericilik içinde yaşamak... İşte, Camus'un yolu.

Hümanist yazarların ve barışsever insanlığın filozofu olan Albert Camus'un belli başlı eserleri şunlardır.

Yabancı, Veba, Sisyphe Efsanesi, Caligula, Asi İnsan, Düşüş.

YABANCI ÜZERİNE

Yabancı, Albert Camus'un existantialist görüşlerini yansıtması bakımından ilgi çekici bir eserdir. Niçin «Yabancı» adını vermiş, eseri okuyup bitirdikten sonra anlamak mümkün. Eserde bir insan ve onun yaşantısı söz konusudur. Şahıslar ve olaylar bakımından çeşitlilik ve karışıklık göstermez. Diğer insanlar ve olaylar sanki yalnız kahramanı vermek için yaratılmışlardır. Romanın kahramanı olan M. Meursalut, Camus'un «Saçma» dünyasının bezgin, boşverici, sorumluluk duygusundan yoksun, makinalaşmış dünyanın robot kişisidir. Romanda alışkın olduğumuz tarzda derin ruh ve karekter tahlilleri pasajlarına raslamıyoruz ama olayların M. Meursault üzerinde yaptığı etkiden onun nasıl bir insan olduğunu anlıyabiliyoruz.

M. Meursalut bir felsefenin yarattığı kişidir. Belki de Existantialistlere göre başıboş bırakılmış bir insanın hazin kaderidir. Ama diğer roman kişilerine benzemez. Daha ilk sayfalarda bir gariplik, bir değişiklik hissederiz. Bazen duyuş yönünden pek aykırı değilse bile anlatış yönünden alışkın olduğumuza aykırı düşer. Çıplak, yalın, olumsuz, kuru bir insandır.

M. Meursault’un annesinin cenaze merasimi sırasındaki kayıtsızlık ve soğukkanlılığı okuyucu üzerinde sanki kahraman hissizmiş» gibi bir etki bırakır. Bu adam annesini sevmiş ydi? Ölümünden üzüntü duymuş mudur? Anlatılmaz bun. M. Meursault sadece sigara ve kahve içmek isen, uyumaya can atan, çevresini seyreden, bütün hâtıralar duygusal bağlardan kopmuş bir varlık olarak karşımıza çıkar.

Ölüm hayatımızın en trajik gerçeğidir. Oysa, Meursault'bi bir durumdur. Bu pasajda duyguyla ilgili durumlar; M. Meursault'un güzel havadan duyduğu haz, cenaze merasiminden sonra yatıp uyuyacağı için kapıldığı sevinç var.

Meursault'da sorumsuzluk duygusu ahlâki değerlere çevirmesine sebep olur. Ahlâklı olmak da bir sorumlulukdur. Hiç bir gereği olmadığı halde arkadaşı Raymond'a yalancı şahitlik etmesi bunun belirtisidir. Karanlık dünyanın ümitsiz kişisidir M. Meursault bir ideal, bir hamle arzusunun yaratıcı kıvılcımı yoktur. Patronunun «Hayatınızda bir değiş klik olsun istemez misiniz” diye sorduğunda şöyle cevap vermesi onun kof şahsiyetini cılız ruhunu ne güzel belirtir:

«İnsan hiç bir zaman hayat değiştirmez, her hayat birbirine benzer burada hayatımdan şikâyetçi değilim.» Bu, aynı zamanda hayatın monotonluğunu peşin hükümle kabullenişdir.

İnsanların hayatın katılığına, oyununa büsbütün esir olduğu anlar vardır. Kaçınılmaz kader bütün boşvericiliğe ramen insanın kapısına gelir çatar. Meursault'da bir ana esir olur, tabancayla hiç ilişkisi olmadığı bir adamı kesinlikle tâyin edemediği sebeplerden dolayı vurur. Sanki bunu yapmaya itilmiştir, zorunludur: Neticede duyulan sadece can sıkıntısıdır. Saçma felsefesinin kahramanı olmak acaba insan için kurtuluş olabilir mi? Birçokları bu kayıtsızlık ve soğukkanlılığın insanı iyimserliğe doğru götürdüğünü de iddia edebilir. Hattâ yazınının ölüm acıları içinde kıvranan bir kişi Meursault'un annesinin ölümü konusundaki şu düşüncelerden kendince teselli edici bir felsefe çıkarabilir.

«Kafaca, vücutça sağlam bütün insanlar sevdiklerinin ölümünü az çok arzu etmişlerdir. Bununla beraber bende öyle bir tabiat var ki, bedeni ihtiyaçlarım çoğu zaman duygularıma tesir eder. Annemi gömdüğüm gün çok yorgundum, uykum vardı. Bu yüzden olup bitenlerin pek farkına varmadım. Muhakkak olarak söyliyeceğim şey, şuki annem ölmeseydi daha iyi olurdu.»

 Camus, insanların bir alışkanlık makinası olduklarını M. Meursault'un yaşantısında adamakıllı belirir. Madde yönüyle yaşayan, yiyen, içen, nefes alan, sevişen bir insandır. Ya ötesi? Hâtıralar, bağlar, sevmeler... Bütün bunlar Camus'un kahramanında bir problem değildir ki! Bağımsızlık bir kişidir o! Kendi kendine karşı bile bir şekli, katılığı yoktur. Moursault'un hapishane hayatına kolayca ayak uydurması bu yüzdendir. Hiç bir şeyi mesele yapmaz o! Hani burada kıssadan hisse kapanların çıkaracağı bir iyimserlik tarafı yok değildir. İnsan Pollyyanna gibi yaşadığı her durumun iyi taraflarını görebilmeildir. Acaba Meursault o sisli bakışlarıyla bu iyi yanları nasıl görebildi, bakalım:

«... Ama insan hiçbir şeyi gerektiğinden fazla büyütmemeli; ben bu hale başkalarından daha kolay katlandım. Tutukluğumun başlangıcında en ağırıma giden şey, kafamda hâlâ hür adam düşüncelerinin bulunmasıydı. Meselâ birdenbire bir plâjda olmayı, denize doğru ilerlemeyi canım isteyiveriyordu. Ayaklarımın altında ilk dalgaların seslerini, vücudumun suya girişini ve bundan duyduğum ferahlığı zihnimden geçirince hapisane duvarlarının nasıl da dar olduğunu birdenbire hissediveriyordum. Fakat bu ancak bir kaç ay sürdü. Sonraları yalnız mahpus düşünceleri besler oldum. Bahçede yapacağım günlük gezintiyi ya da avukatımın ziyaretini bekler oldum. Zamanımın geri kalan kısmını gayet iyi harcamaktaydım. 0 yamanlar sık sık şöyle düşündüm: Meselâ, beni kuru bir ağacın gövdesine hapsetseler de başımın üstündeki gök parçasına bakmaktan başka yapacak işim olmasa, yavaş yavaş ona da alışacaktım. Kuşların geçişlerini, bulutların birbirlerine rastlayışlarını bekleyecektim. Halbuki, iyi düşünülürse, kuru bir ağacın gövdesi içinde değildim. Benden daha bahtsız olanlar da vardı. Zaten annem de böyle düşünürdü: İnsan her şeye alışır, der, bunu sık sık tekrarlardı.»

Meursault için ha ölmüşsün, ha yaşamışsın hiç bir şey farketmez. Bu hayat zaten bize ait değildir. Kendisini idam kararına da alıştırmıştır. Ama bu kolay olmuş mudur? Nasıl bir düşünce silsilesi veya bunalım sonunda Meursault kendince gerçekleri görmeyi başarabilmiştir.

«Bununla beraber bu kararın verildiği dakikadan itibaren onun tesirlerinin, şu vücudumu dayadığım duvarın varlığı kadar kesin ve ciddi bir bal aldığını kabul etmek zorundaydım.

“O anlarda annemin babamla ilgili olarak anlattığı bir hikâyeyi hatırladım, Babamı tanımamıştım. Bu adam hakkında bildiğim tek belirli şey de belki annemin bu hikâyeyi anlatırken söyledikleri idi; Babam bir katilin idamını seyre gitmiş, Böyle bir şeye seyre gideceğini daha düşünürken hasta oluyormuş ama, yine de gitmiş ve dönüşte öyleye kadar kusmuş, O zaman babamdan biraz tiksiniyordum. Fakat şimdi onu anlamaktaydım; O kadar tabii bir şeydi ki bu... Bir idamın çok mühim bir şey olduğunu hattâ bir bakıma; onun bir insan için ilgi çeken tek şey bulunduğunu nasıl olmuştu da anlamamıştım? Mümkün olup da bu hapishaneden çıkabilseydim, bütün idamları seyretmeğe giderdim. Fakat bu imkânı düşünmekle doğru yapmıyordum galiba. Çünkü kendimi sabah karanlığında bir polis kordonu gerisinde serbest, yani âdeta öte tarafta görmek; idamı seyre gelip sonradan kusacak bir seyirci olduğunu düşünmek yüzünden yüreğim acı bir sevinç duygusu ile doluyordu. Fakat doğru değildi bu. Kendimi bu gibi tasavvurlara kaptırmakla iyi yapmıyordum. Çünkü, sonradan o kadar çok Üşüyordum ki, battaniyemin altında der-top oluyordum. Kendimi tutamıyordum ve dişlerim birbirine çarpıyordu.

Albert Camus - Yabancı

“Ama insan her zaman makül hareket edemez tabii, Meselâ, ben, bazen de kanun tasalıları yapıyordum. İşin esası, mahküma bir şans vermek olduğunu farketmiştim. Binde bir tek sans, birçok şeyleri düzeltmeye kâfiydi. Meselâ içilmesi mabhkümu onda dokuz ihtimalle öldürecek olan bir kimya terkibi bulunabilirdi. Fakat mahküm bunu bilecekti, şart böyleydi. Çünkü iyice düşünerek ve olayları soğukkanlılıkla mütalâa ederek görüyordum ki, giyotin bıçagının aksak tarafı, şansa hiç mi hiç yer bırakmamasıydı. Netice itibariyle mahkümun ölümüne kati şekilde karar verilmiş oluyordu. Olmuş bitmiş bir iş, iyice ayarlanmış bir tertip, kabul edilmiş ve bozulması düşünülemiyecek bir anlaşmaydı bu. Demek ki meselenin can sıkıcı tarafı mahkümun, makinenin iyi işlemesine dua etmek zorunda olmasıydı. Cezanın kusurlu tarafı işte bu idi. Fakat başka bir bakıma iyi bir teşkilâtın bütün sırrının da işte bunda olduğunu kabul etmek zorundaydım. Sözün kısası, mahküm da kendisinin idamına ma'nen yardım etmek zorundaydı. Her şeyin aksamadan yürümesi onun da yararına idi.

“... Baskına uğramayı hiçbir zaman sevmemişimdir. Başıma bir şey gelecekse, gözümün önünde gelmesini tercih ederim. İşte bunun içindir ki, gündüzleri pek az uyumaya başladım ve geceleri de gökyüzüne bakan pencerede ışığın belirmesini sabırla bekledim. İşin en güç tarafı, onların harekete geçmeyi âdet ettiklerini bildiğim o şüpheli saatti, Gece yarısından sonra bekliyor, gözlüyordum. Kulağım hiçbir zaman bu kadar çok ses almamış, seslerin bu kadar incesini ay reddetmemişti, Zaten bu müddet içinde bir bakıma talihimin bana yardım ettiğini de söyleyebilirim, çünkü hiç ayak sesi işitmedim. Annem hep insanın tam mânasıyla bedbaht olamıyacağını söylerdi. Gökyüzü renklenip de yeni bir gün hücreme kaydığı zaman, ona hak veriyordum. Çünkü pekalâ da ayak seslerini işitebilirdim ve kalbim durabilirdi. En küçük bir patırtı ile dahi kapıya doğru atılsam da kulağımı tahtaya yapıştırıp kendi soluğumu işitinceye kadar delicesine beklesem, sonunda kalbim yine durmuyor ve ben yine yirmi dört saat kazanmış oluyordum.»

Kaderin onu mahküm ettiğinde bile M. Meursault kendini çılgın isyanların umutsuzluğuna kaptırmadan ve büyük ümit. lere kapılmadan sanki bir görev yerine getirirmişcesine bir teşebbüste bulunur; mahkeme af dilekçesi verir. Dilekçe kabul edilmediğinde hayal kırıklığına uğramaz. Zaten birşey beklemiyordur. Ölüm kaçınılmaz bir gerçek olarak karşısındadır. Yabancı dünyaya ve topluma meydan okuyormuşcasına buna göğüs gerecektir, kendi kendini ikna etmesini bilecektir. Şöyle ki:

«Af dilekçem reddedilmişti.  Öyleyse öleceğiz demek. Bu düşüncede hiç bir tereddüdlü taraf yoktur. Fakat herkes bilir ki, hayat yaşanmak zahmetine değmeyen bir şeydir. Aslında otuz veya yetmiş yaşında ölmenin önemli olmadığını bilmez değilim; çünkü her iki halde de gayet tabii olarak başka erkeklerle başka kadınlar yine yaşayacaklar ve bu, binlerce yıl devam edecektir. Sözün kısası, bundan daha açık birşey yoktu. Şimdi yahut yirmi yıl sonra olsun, ölecek olan bendim. O anda yapmakta olduğum muhakemede beni bir parça rahatsız eden şey, yirmi yıl daha yaşamak düşüncesiyle içimde duymakta olduğum o korkunç hamleydi. Fakat bu hamleyi yatıştırmak için de, nihayet o gün gelip çatınca düşüncelerimin neler olacağını tahayyül etmekten başka yapacak işim yoktu. İnsan madem ki, ölecektir, bunun nasıl ve nerde olacağının önemi yoktur, Apaçık birşeydir bu. Öyleyse (işin güç tarafı bu öyleyse’nin içindeki düşünceleri gözden kaybetmemekti) öyleyse af dilekçemin reddedileceğini kabul etmekliğim gerekiyordu.»

Organizmanın da mantıktan ayrı olarak kendi kendine bir hissiyatı ve tepkisi vardır. Meursault bir kahraman gibi dünyayı ve yaşamayı yere batırırken bu organizma bir «ihtimal» ve «ümitle» çırpınmak hevesine kapılır. Ama yabancı da mantık ve felsefe organizmayı boyunduruğu altına almayı başarır. Aklı kullanmaktan başka çıkar yol yoktur. Dünyada tutunacak bir dalı bile bulunmayan garip zavallı insanın, esrar dolu bir oyuna kurban olan bir insanın boyun eğmek, aklı bu yolda kendisine destek etmekten başka yapacak bir şeyi yoktur. Görünen ufukların ötesi, ruhun derinliği yoktur. Ümitsizdir Meursault, çünkü inançsızdır. İnsanı kurtarması gereken Tanrı kayıtsızdır. Kayıtsız olan bir tanrıya Meursaultun ihtiyacı yoktur. Bunun için ısrarla inkâr eder ve hapishanede kendisini ziyarete gelen papazı kovar. Ama bütün kayıtsızlıklar bu noktaya geldi mi patlak verir, isyanlarını haykırır. Bu, belki de içe atılmış bir kırgınlığın ifadesidir:

 «O zaman neden bilmem, içimde bir şey delinir, yırtınır gibi oldu. Avazım çıktığı kadar bağırmağa başladım, ona küfür ettim. Dua falan etmemesini, yok olmaktansa, yanmanın daha iyi olacağını söyledim. Cübbesinin yakasını: sımsıkı kavramıştım. Yüreğimin içinde ne varsa hepsini sevinç ve öfke hamleleriyle karısık bir halde onun yüzüne haykırıyordum. Kendinden bu kadar emin görünüyordu, değil mi? Halbuki onun bütün bu güvenli edalarının bir kadın saçı kadar bile değeri yoktu. Yaşadığına bile emin değildir, bir ölü gibi yaşıyordu çünkü. Bense ellerim boş gibi duruyordum ama, kendimden de, herşeyden de emindim, ondan daha emindim, hayatımdan da, gelmek üzere olan şu ölümden de emindim. Evet, bundan başka şeyim yoktu. Ama hiç değilse, bu gerçek beni nasıl kavramışsa, ben de onu öylece kavramış bulunuyordum. Haklıydım, şimdi de haklı bulunuyordum, hep haklı olacaktım. Şimdiye kadar şu şekilde yaşamıştım. Şimdiden sonra da bu şekilde yaşayabilirdim. Şunu yapmış bunu yapmamıştım. Daha ne olmak ihtimali vardı? Hayatım boyunca bu dakikayı, ve cezaya çarptırılıcağım bu şafak saatini beklemiştim sanki. Hiç bir şeyin ama hiç bir şeyin önemi yoktu ve ben bunun niçin böyle olduğunu biliyordum. Nitekim o da bunun sebebini bilmekteydi. Geçirmiş olduğum bu saçma, bos hayat boyunca istikbalimin derinliklerinden, ve henüz gelmemiş yılların arasından karanlık bir soluk bana doğru yükseliyor; bu soluk, geçtiği yerde, yaşadığım yıllardan daha gerçek olmayan o gelecek yıllar için vaadedilen bütün şeyleri aynı hizaya getiriyordu. Başkalarının ölümü, bir ananın sevgisi neme lâzımdı benim? Onun tanrısından, seçilen ömürlerden, seçilen kaderlerden bana neydi? Çünkü benim kendimi de, onun gibi benim kardeşim olduklarını söyleyen milyarlarca imtiyazlıyı da bir tek gaye seçecektir. Anlıyor muydu bunu, anlıyor muydu acaba? Herkes imtiyazlıydı. Bu dünyada imtiyazlılardan başka kimse yoktu. Ötekileri de günün birinde mahküm edeceklerdi. Onun kendisini de mahküm edeceklerdi...»

Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)