Son Dakika



Halit Payza: “Şair İçin Anımsatmalar”da “Türkiye tarihinin hiçbir döneminde şiirin hayattan bu denli koptuğu ve uzlaştığı görülmemiştir” diyorsunuz. Aynı yazınızda hayatın içinde olan, toplumsal sorumluluklarını eylemciliklerinin yanı sıra şiirleriyle de yaşama geçiren şairleri örnek gösteriyorsunuz. Küba bağımsızlık savaşımında öncülük eden Jose Julian Marti Perez, Portekiz sömürgeciliğine karşı kalkışan Gine Bissau ve Cape Verde Adaların bağımsızlık savaşımcısı Amilcar Cabral, Angola’nın kurtuluş savaşı önderlerinden Antonio Agostinho Neto, Vietnamın bağımsızlığına önderlik eden Ho Şi Minh, Çin deviriminin devrimcisi Mao Çe-tung, Filistin direnişinin öncü şairlerinden Fatma Tükan’ı örnek veriyorsunuz. Bu şair, yazar ve eylemciler, teoride ve pratikte yaşamın içindeler ve yazdıklarıyla da tutarlı bir devinim içindeler. 

Bizden de başta Nâzım Hikmet olmak üzere, Ahmet Arif, Enver Gökçe gibi eylemleri ve söylemleriyle yaşamın içinde olan şairlerden örnekler verilebilir. Sizin yazdıklarınızdan, günümüz şairlerinin yaşamın içinde olmaktan, onu savunmaktan çok şiirin yaşama karşı olduğu anlamını çıkarsıyorum.

Bu ilgisizlik ve sorumsuzlukta asıl suçlu ya da olayın asıl faili ne yazık ki diğer olumsuz etmenlere karşın -siyasal, tecimsel, okurun ve şairin bilişsel düzeyi- yine de şairin takındığı tavırla kendisi. Şair toplumsal sorumluluğundan kaçarak kendini cam fanus içine hapsediyor. Olumsuzluklardan korunma içgüdüsü de diyebiliriz belki. Bu nitelikteki şairlerin, toplumsalın içinde olması gereken iyi şiirden koparak, bireycileşmeleri, biçim, biçem, teknik, imge, esin kaynağı, dil anlayışı, yaşam karşısında duruşu ve dünya görüşü ile toplumsalcı şiirden uzaklaşmaları ve öykünmeci şiire yönelmeleri şairin şiire ve insana ihaneti değil mi? İhanet belki ağır bir suçlama ama en azından böyle bir çelişki yok mu?

Veysel Çolak: Şiir toplumsal çelişkilerden beslenir. Politik, ekonomik, ideolojik, etik, estetik çelişkiler toplumsal sınıflarla doğrudan ilişkilidir; bunların her biri üretim ilişkilerinden beslenir. Böyle olduğu için Türkiye, Filistin, Vietnam, ispanya, Yunanistan, Latin Amerika ülkelerinde şiir daha etkin, daha hayattan yana, daha insan kokuşludur. Zaten kuramsal olarak da öyle olmak durumdadır.

Şimdilerde şairin toplumsal konumlanışı Hitler faşizmi tırmanırken meleklerin erkek mi dişi mi olduğunu tartışan papazların konumlanışına benziyor. Yoksa dünyada, Türkiye’de insanı ilgilendiren hiçbir şey olmuyormuş gibi içerikten yoksun bunca şiir yazılmazdı. Bu açıdan bakıldığında Türk şiirinin her geçen gün toplamsal izleklerden giderek daha bir uzaklaştığı kolayca görülüyor. Haksız/emperyalist savaşlar; işçiler, kır yoksulları, grevler, protesto eylemleri, köprü altında yaşamak zorunda kalanlar, töre cinayetleri, kendini satmak zorunda kalan kadınlar, anti-demokratik uygulamalar, dinin politikleşmesi, işkenceler, polisin herkesin gözü önünde gençleri öldürmesi, siyasi iktidarın uyguladığı terör, döneklik, ikiyüzlülük… gibi izleklerin hiçbir şiirde yer almadığı, kanatan bir gerçek olarak önümüzde duruyor.

Bu konulara / izleklere eğilmeyen şairin bireysel ve toplumsal bir derdinin olmadığı rahatça söylenebilir. Zaten böyle olduğu için şiir okuyucusunu bütünüyle yitirmiş durumda.

Yazılan şiir, artık toplumun yaşayan tarafıyla ilgili değil!

Oysa çelişkileri yoğun toplumlarda, Türkiye’de insanlar 1980 yılına kadar şiirle düşünür, şiirle konuşur, şiirle direnir, şiirle âşık olur, şiirle hapishaneleri eskitir, şiirle özgürleşir, şiirle direnç kazanır, şiirle kavgaya girerdi. Nedense bunları unutan şair tipi ya şiirden iyice uzaklaştı, şiiri bıraktı ya da hayatı kendi derisiyle sınırlayıp yazmayı sürdürdü. Bu da itici bir bireycileşmeyi getirdi beraberinde. Bu içerik daralması şiirin gereksindiği poetik değerlerin yitirilmesini de beraberinde getirdi. Anlamın oluşmasını sağlayan ses iyice cılızlaştı. Şiirde ses / anlam bütünlüğü yitirildi. Hayatın kurgusu (biçimi) şiirin biçimi olmadığı için şiir Freudyen bir yaklaşımla oyuna indirgendi. Onca söylenmesine karşı biçim ve öz’ün birbirinden ayrılamayacağı, daha radikal bir söyleyişle aynı şey olduğu, nedense görülmedi. Öz olmayınca biçim’in, biçim olmayınca da öz’ün olamayacağı kavranamadı. Bu içimsel aranışlara girişildi. Büyük şiirin böyle yakalanacağı sanıldı. 

Oysa bu bilisizlikle yazılan şiirin yaşamasız olduğu / olacağı çok açık. Elbette her şiir, öncelikle şiirin gereksindiği değerler üzerine kurulmalıdır. Karl Marks, “Mükemmel olmayan bir şeyi işçilere (insanlara) götürmek suçtur.” saptamasını yapar. Bu saptamaya katılan şairin, biçimsel aranışların yetmeyeceğini; hayat kokuşlu, bireyle ve toplumla buluşan şiirler yazılamayacağını anlaması gerekiyor. Sorun, şairin kendini bu noktaya taşımamasıdır. Şairin düştüğü açmazlar, şiirin kaybetmesine neden olmuştur. Şairini / şiirin politik nedenlerden ötürü geri çekilmesi değil bu; daha çok şairin toplumsal sorumluluklarını bütün bütüne unutarak hayatı ve geleceği gözetmekten vazgeçmesidir. Bu nedenler yüzünden yıllar önce “Şair, vur kendini!” deme gereği duymuştum.

Halit Payza: T.S. Eliot, sanatçının tek başınalığının hiçbir şey ifade etmediğini söyler. Tek başınalık, sanatçının yazdığının değerlendirilmesinde bir ölçüt değildir. Neye göre iyi, neye göre kötü? İyinin değerli olabilmesi için, kötünün değersiz olduğunun bilinmesi gerekir. Buna göre iyi iyidir, kötü iyi değildir. İyi diyebilmek için kötüyü bilmek gerekir. İyi tek başına bir değer değildir, kötü de öyle. Ancak her ikisinin birlikteliği yeni bir değer yargısı yaratabilmek için olmazsa olmazdır. Sanatçının tekliği onun yazdıklarının da tekliği olarak değerlendirilemez. Yapıt bu anlamda iyi ya da kötü olarak eleştirilemez, yerilemez ya da övgüyle söz edilemez. Bunu yapabilmek için tek başınalığın aşılması, ortaya konanın, yine başkalarınca aynı türde ortaya koydukları ile olasıdır. Tek bir şiir, tek bir öykü, tek bir roman ya da diğer türler, tek oldukları anda var oldukları biçimiyle karşılaştırmalı olarak bizde herhangi bir anlam üretmezler. Ancak tek olmamaları durumunda, kendi gibi olan diğerlerinin varlığı, varlıklarına anlam katar ve değerlendirmemiz için seçenekler sunar.

Biz bir şiiri değerlendirirken iyi ya da kötü yazıldığına ilişkin bir kanı oluşturmak için, başka şiirlere bakarız, başka şairlerle karşılaştırırız. Biri diğerine göre iyi ya da kötü yazılmıştır, ancak bunu yaptıktan sonra iyi ya da kötü yargısına varırız.

T.S. Eliot, bunu geçmiş üzerinden karşılaştırılmasının yapılarak değerlendirilebileceği önermesi ile ortaya koyar. Yeni yaratılanın değerlendirilmesinin yapılabilmesi için kendinden öncekinin de bilinmesi gerekliliğinden çok, şimdi olanın artık olmayanın yaşarken ürettiği üzerinden yapılabileceğini söyler. Yeni olan yaşayandır, Eliot yaşayan ve şimdi yaratılanın ötesinde karşılaştırmanın yaşayanlar arasından değil, kendinden önce yaşamışlar arasından yapılmasını daha anlamlı bulur. Eliot’a göre “Hiçbir ozanın, hiçbir sanatçının tek başına tam bir anlamı yoktur.

Onun anlamı, değerlendirilmesi; ölmüş ozan ve sanatçılarla olan bağının değerlendirilmesidir” der. Bu bağlamda Türk Yazı’nı içinde şiirin bugünkü yeri nerededir, şiirin poetikası ile şairin poetikası örtüşüyor mu? Şair, şiirini anlamlandırırken kendinden önceki şair ve yazdıklarıyla olan soy bağını hâlâ sürdürüyor mu? Marks’ın sözüne dönersek, şair mükemmel olan şiiri mi yazıyor, değilse mükemmel olmayan şiir, neden okur önüne konuyor?

Şair, şiir poetikasını geliştirmekte özgür mü, yoksa başkaları şair adına karar verip, mükemmel olan şiir yerine tecimsel poetikalar mı dayatıyor? Ya da şair kendiliğinden mi bu açmazı kabulleniyor?

Veysel Çolak: T.S. Eliot’ın söz konusu denemesinde ortaya koyduğu gibi, ‘gelenek’ elbette önemli ama ‘gelenek’i savunmak, bir tutuculuğa vardırılmamalı. ‘Gelenek’, dönüştürüldüğü oranda belirleyici ve geliştiricidir. Bire bir korunması ideolojik bir tutuculuğa vardırır kişiyi; bu da verili olanın durmadan geleceğe taşınması olur. İdeolojilerin yeniden üretimi gündeme gelir ki bu da yaşamsal ve sanatsal gelişimin önündeki en büyük engeldir.

Öncelikle şunu söyleyeyim: İçerik açısından da gelenekten yararlanılabilir. Lenin’in söylediği, Maksim Gorki’nin altını çizdiği gibi “Halk kültürü içerisindeki demokratik ve sosyalist kültür öğelerinin ayıklanıp sanat yapıtlarında işlenmesi gerekir.”

Ne yazık ki günümüz sanatçısının, şairinin böyle bir derdi yok. Kemal Özer’in belirttiği gibi ‘yaşamı savunmaya’ yönelik bir şiirin peşine düşülmüyor. Jean Paul Sartre’dan alıntılanan ‘Kötü sanat, politikaya sığınır.’ sözüne tutunarak; politik olan, sanatın ve şiirin dışına itiliyor. Nedense her kültürel üretimin kendiliğinden politik olduğu unutuluyor. Yani politikaya uzak durmaya çalıştığını söyleyenler; aslında dibini kadar gerici bir politika yapıyor konumdalar. İnsana, insan emeğine, gelişmeye… karşıt bir politika bu.

Gelenek, biçim, biçem, yapı, kurgu, imge anlayışı, esin kaynakları… bakımından da önemli. Çünkü şiir edebiyat tarihini bilmekle yazılmaz. Şiir, önceki şairlerin şiir deneyimlerinin birikimiyle yazılır. Bu birikimi özümsemeyi, kullanma becerisi kazanmayı gerektirir. Görünen o ki bu da anlaşılmış değil. Yoksa hem içerik, hem de teknik bakımdan gelenek bu denli görmezden gelinemezdi.

Öte yandan gelenek’i yok saymak bile, kişinin ne denli yüzeysel olduğunu göstermeye yeter. İnsan diyalektikten, bilimsel dünya görüşünden yoksun olunca, böylesine öldürücü açmazlara düşebiliyor. Bir şeyi yok saymak, onun varlığını kabul etmektir. Buna diyalektiğin ‘inkâr’ ilkesi dendiğini de belirtmiş olalım. Karşı çıktığınız şey, sizin tutumunuzu da belirler. Ürettiğiniz sanat yapıtı, karşı çıktığınız gelenekle açıklanabilir.

Bu kavrayışla yola çıkılmayınca yazılan şiirlerin, ortaya konulan sanat yapıtlarının; öncesi ve sonrası olamıyor. Geleneğin dönüştürülmesi olmayan hiçbir sanat yapıtının sanata ve insanoğluna bir katkısı olamaz. Geleceği de olamaz. Oysa her sanat yapıtı, şiir, gelecekteki geçmiş olmalı ki onun kalıcılığından söz edilebilsin. Bu diyalektik işleyişe bağlı olmayan şairin yazdığı her şiir; şiire ve insana zarardır. Böylesi şiirlerin metalaşabileceğini, ticari olabileceğini düşünmüyorum. Dediğim gibi şair, hayatın öznesi değil artık. Kendi derisiyle sınırlı bir alanda oyalanıp duruyor. İnsanın ve insanlığın şiirinden çok uzak. Umarım anlaşılır, umarım aşılır.

Halit Payza: İbni Ömer Rad, Anhü’de Hz. Muhammet’in “Sizden birinizden karının içine şiir dolmaktansa irin dolması hayırlıdır” dediğini aktarır. Şiirler yazan İmril Kays (Süleyman) bin Hucur (El kindi) içir de onun “kıyamet gününde şairleri sürükleyip çekenlerin reisidir. O dünyada anılmış fakat ahirette unutulmuş bir adamdı” dediği yazılır. Ramuz’ul Ehadis Hâdîs-i Şerif,  No:  1156’da da, İslamiyetli kabul etmiş şairlere, şiir yazarken kendilerine Cebrail’in yardım ettiğini, inancı olmayan şairlerin de şiirlerine İblis’in yardım ettiğini gördüğünü söyler ve “Cebrail size yardım etmese siz onlara baş gelemezsiniz” der. Hz. Muhammet’e göre şairler hep yalancıdır. Burada bir pekiştirme var. ‘Kimi zaman’ denmiyor, ‘her zaman ve hep yalancı’ oldukları söyleniyor. Burada açıkça şiirin İblis’in işi olduğu, inançlı birinin şiirden uzak duracağı gibi anlamlar çıkarsanabilir.

Oysa yine Hz. Muhammet inançlı bir şair olan Übey ibn-i Ka’b için, Sahih-i Buhari Tecridi Sarih, 12. Cilt, No: 2005’te şiirlerinin bir kısmını ‘hikmet’ olarak değerlendirir ve Übey ibn-i Ka’b’ın şiirlerini “İbretamiz bir levha” olduğunu söyler.

Yine bir olay anlatılır ve Hz. Muhammet’in yanına bir şair geldiğini, Hz. Muhammet’in hiç kimseye göstermediği iltifatı yanına gelen şaire gösterdiği söylenir. Sırtından hırkasını çıkarır, yere serer ve şairi hırkasının üstüne oturtur. Şair gittikten sonra bunun gerekçesini sorarlar. “Ya Resulallah bu adama ne kadar çok kıymet verdin. Bir şairdir.” Hz. Muhammet’in yanıtı şu olur; “El kılıcı bir kişiyi keser. Dil kılıcı 1000 kişiyi keser. Bu adam bizden olursa, bizim için çalışırsa bin kişi bizim için çalışmış olur. Bunun için çok kıymet verdim. Bu bir kişi değil bin kişidir.”

Aynı kaynakta şunlar da aktarılır. “Peygamberimizin altına hırkasını serdiği şairin adı Dihye idi, Müslüman oldu. Bir müddet ibadet etti. Sonra kendi kendini ahir zaman peygamberi olarak ilan etti. Az zamanda çok taraftar topladı. Yanında toplananlar Dihye’nin şiiri Muhammed’in şiirinden üstündür dediler. Bunların üzerine yerini, örf ve âdetlerini, usullerini en iyi bilen Muktad ibn-i Esved’i gönderdi. Muktad ibn-i Esved Dihye’yi öldürdü. Adamlarda dağıldı. Büyük bir şer’e nihayet verilmiş oldu.” Bu da şiir için ilk ölen şair olsa gerek.

Elbette tek örnek değil, Pir Sultan Abdal asılır, Nesimi’nin derisi yüzülür. Metin Altıok, Behçet Aysan yakılır. Sabahattin Ali’nin kafasına kurşun sıkılır sonra taşla parçalanır. Nef’î, şiirlerinde kullandığı yergisel dili nedeniyle, sarayın odunluğunda kementle boğularak öldürüldü. Cesedi İstanbul Boğazı’ndan denize atılır.

Yazın tarihinde şiir yazdığı için öldürülen şairlerin sayısı yüz elliye yakındır. Şiir belalı bir uğraş, yazının diğer türleri için de durum aynı. Bir de iktidardan ihsan edilenler için kalemini kullananlar var. Şiirlerini Cebrail ya da ihsan eden yazdırıyor. Başa dönecek olursak; ‘yaşam karşısında duruşu ve dünya görüşü ile toplumsalcı şiirden uzaklaşmaları ve öykünmeci şiire yönelmeleri şairin şiire ve insana ihaneti değil mi?’ ile biten sorumdaki ‘ihanet’ sözcüğü üzerine, “Sorunun son cümlesinde ‘ihanet değil midir’ diyorsun” dediğime değinerek, “Buradaki ihanet sözcüğünü değiştirmek gerek.

Çünkü bir davaya gönül vermiş, sonra da bundan vazgeçmiş, karşı tarafa geçmiş kişiler için kullanılır ihanet kavramı. Oysa günümüz şairinin böyle bir derdi yok son zamanlarda. Yani bir dava adamı olmamış ki ihanet etmiş olsun. Bunun yerine açmaz demek bana daha doğru geliyor” diyorsunuz. Görüleceği gibi, kitaplı dinlerde ve kutsal kitaplarda da dünya görüşleri doğrultusunda şiiri ‘belli bir amaç için kullanan’ şairler olduğu gibi, şiiri olması gerektiği gibi kullanan şairlerden söz ediliyor. Bunda şiir’in suçu yok, onu kullananın ‘nasıl’ kullanıldığı ile doğrudan bir ilişkisi var. Öyleyse şiir nasıl yazılmalı, işlevi ne olmalı? Şair melek mi iblis mi?

Veysel Çolak: Kültürel besinden payına alamayan bireyler ve toplumlar gelişemez. Bütün yaşanmışlıklar, tarihteki bütün değişimler bunun kanıtıdır. Buradan bakıldığında, şiirin en etkili kültürel etkenlerden biri olduğu görülür. Çünkü şiir insanın duygu ve düşünce dünyasıyla doğrudan ilişkilidir. Zaten gücü de bu karakteristik özelliğinden gelmektedir.

Şiiri, diğer sanatsal ürünlerden farklı kılan metalaşmayışıdır. Şiir, tarihin hiçbir döneminde ticari bir meta olmamıştır; bu kapitalist-emperyalist çağda bile metalaştırılamamıştır. Zaten bu nedenle 21. Yüz yılda şiirin okunmaz, yaygınlaştırılamaz olmuştur. Yayınevleri şiir kitabı basmamakta, dağıtımcılar şiir kitaplarını dağıtmamaktadır.

Elbette bu sosyolojik durum üzerine durulabilir. Ben bu kadarını söylemekle yetineyim. Varmak istediğim yer şurası: Görülen o ki şiirin bir değişim değeri yok, ama bir kullanım değeri var. Bu durumda şairler şiirlerini bu kullanım değeri üzerine kurmak zorundalar. Yazılan şiir, insanla (okuyucuyla) buluşabilecek nitelikte olmak zorunda. Şiir bir ihtiyaçsa, ki bana kalırsa öyledir, o ihtiyacı karşılamalıdır.

Dinlerin şiire bakışı da bu doğrultudadır. Örneğin İslamiyet’in Yasin ve Şuara sürelerinde karşı çıktığı şiir; İslamiyet’in hizmetinde olmayan şiirdir. Bu konuda Cemal Süreya’nın Şapkam Dolu Çiçekle adlı deneme kitabındaki ‘Şuara Süresi’ adlı yazısını, herkesin okumasını isterim. Açıklayıcı, doyurucu olacaktır. İslamiyet’in önemli şairlerinden Hasan Bin Sabit, Hazreti Muhammed tarafından övülür ve yüceltilir. Söz meleği Cebrail de onunla birliktedir. Eğer, İslamiyet’e hizmet eden bir şiir yazmıyorsanız, Kur’an’ın şiirsel söz olduğunu düşünüyorsanız; bu durumda sapkınlıkla suçlanabilirsiniz. Şuara süresinde de buna vurgu yapılıyor.

Şiire ilişkin bu tutuma bakıp bir tavır geliştirmenin, birileri şiiri böylesine kullanıyorsa, ben de kendimce bir amaçla kullanmalıyım düşüncesinin doğru olduğunu düşünmüyorum. Şiir kültürel bir besindir. ‘Şiirsi insanın yalnız, şiirsiz toplumun eksik’ olacağını görmek yeterli geliyor bana. Eğer şair yeni bir insan yaratmayı amaçlayıp yeni bir toplum önermeyi düşünüyorsa; şiirini bu ideolojik kavrayış üzerinde kurmak durumundadır

Elbette bunu yaparken, bütün bütüne ideolojik doğruları söyleme yoluna sapmamalıdır. Böyle yaparsa yazdığı şiir, bir sloganlar toplamı olmanın ötesine geçemez. Hiçbir zaman şiir değeri kazanmaz. Özetle söylemek gerekirse; bilimsel dünya görüşüne bağlı kalınarak, şiirin gereksindiği bütün poetik değerleri gözeterek yazılmalı şiir. Böyle yazılan şiir, ideolojik görevini de yerine getirir. Şiirin amacı, öncelikle şiir olmasıdır. Şiir olamamış, şiir değerleri üzerine kurulmamış hiçbir metin; şiir olarak değerlendirilemez. Böyle bakılarak yazılmalı şiir.

Öte yandan şair; ‘melek’, ‘şeytan’ gibi dinî kavramlarla tanımlanmamalı bana kalırsa. Mecazen de olsa böyle bir analojinin (örneksemenin) doğru olduğunu düşünmüyorum. Şiir, mademki bireysel ve toplumsal yaşantının bir ürünüdür; bu durumda somut kavramlarla bir adlandırmaya kalkışmak gerekiyor. Böyle bakarak şairin oportünist, revizyonist, Makyavelist, uvriyerist, popülist, lotaryacı, militarist, faşist, mistik, devrimci… olduğu söylenebilir.

Zaten tarihselliği içerisinde bakıldığında, şairlerin takındığı sıfatların bunlar olduğu görülüyor. Böyle bakılırsa ideolojik ayrışma daha sağlıklı görülebilir. Günümüzde; Marks’ın dediği gibi, dünyaya anlayan, yorumlayan, değiştirme sürecine katılan, poetik değerlerden ödün vermeyen şairlere ihtiyaç var. Şimdilerde yaşanan bu şair tipinin eksikliğidir.

Halit Payza: Aydınlık Kitap Eki’ndeki “Şair İçin Anımsatmalar” başlıklı yazınızla söyleşiye başladık. Şimdi benim de Aydınlık Kitap Eki’nde yayımlanan “Türk Yazını Bağımsız Olmadığı Gerçeği İle Yüzleşmek Durumundadır” başlıklı yazımla devam edelim. Orada şunları yazmışım: Yaşadığımız çağ,  güdümlü, yönlendirilen, yönetilen, yönetenlerin ve yönlendirenlerin kurallar koyduğu, kendi koydukları kuralları çiğnemekten kaçınmadıkları bir dönemdir. Bu çağ sermayeden yana işleyen bir sistem olarak karşımızdadır. Sanatın kuralları değildir bunlar.

Hiçbir sanatsal ve toplum yararcı politikalar, ilkeler değildir geçerli olan.  Sanat, işlevini yitirmiş, anamalcı düzeni erekleyen saldırı imha silahlarıyla donatılmış, metalaştırılmıştır. Bedeli ödenerek kullanılabilen, alınıp satılabilen bir maldır şiir, resim, roman, vs. İçi ne kadar kötü olursa olsun, yapılan ve satışı gerçekleşen yalnızca ambalajıdır. Sanatın yerel, evrensel yasaları yok sayıldığında, geride orman yasaları kalıyor. Böylece yazar ve okur ortadan kalkıyor, meydan alıcı ve satıcıya kalıyor. Menkul Kıymetler Borsası gibi Kerameti Kendinden Menkul Kıymetler Borsası olmaya doğru hızla yol alıyor yazın. Bu borsayı sermayenin ticari kaygıları ve çıkarları belirlemekte, ticaret yasaları yaratıcılığın yerine geçmektedir. Belirleyici olan paranın gücü ve satın alma özelliğidir. Yazarlar ve şairler kendilerine tanınan sınırlar içinde ve ona bu olanakları sağlayanların çıkarlarına dokunmaksızın yazarlık/şairlik yapmak zorundadırlar.

İçlerinden gelen ses, yaratıcılıklarının sesi değil, ona fısıldayanların sesidir.

Bu ses kapitalizmin, yenidünya düzeni, küreselleşme adı altında dünyaya dayattığı sistemin sesidir. Bu ses, düşünmemeyi, sorgulamamayı, ciddi yazınsal yapıtlar üretmemeyi önermektedir. Bu kapitalizmin sahte peygamberler ve sahte kutsal kitaplar aracılığı ile insanlara getirdikleri yeni dindir!

Yazardan/şairden/sinemacıdan istenilen postmodernist bir algıyla, toplumun bilinçlendirilmesinden çok, eğlendirilmesini emretmektedir.

Şöyle sormuş olayım; bütün bu olumsuz koşullara karşın, pek çok yazar/şair/denemeci yalnız kalmayı ve gelebilecek baskıları göğüslemeyi göze alarak yazmayı sürdürüyorlar. Sanatın ve sanatçının ereği de bu olmalı. “Şair kendini vur” sözünüzü düelloya davet olarak algılıyorum. Sözünüzü dinleyip, bu sistemin çarklarına hizmet etmeyi erekleyenler, her ne kadar çok okunanlar listelerinde yer alsalar, televizyonlarda bir kanaldan diğerinde görünseler de ‘intihar’ etmeyi yeğleyenler. Lenin’in kitaba da adını verdiği gibi, bütün bu olumsuzlukları aşabilmek, yazını saygın olan yerine yeniden koyabilmek adına ‘ne yapmalı?”

Veysel ÇOLAK: Ortaya kültür fotoğrafı koyarken, sanatçıların konumlanışını da betimliyorsun. Ne yazık ki durum budur; ama bunda şaşıracak bir şey yok. Siyasi iktidarı ele geçirenler, devlet aygıtını kendi çıkarları doğrultusunda kullanır ve buna paralel kültür politikalarını da belirlerler. Bu durum, sınıfsal temelde çatışmalar üretir.

Emperyalizme, kapitalizme karşı, siyasi iktidarı ele geçirmeyi de hedefleyen çatışmalar yaşanır. Elbette bu kaçınılmazdır. İşte bu çatışmalarda, toplumun diğer özneleri gibi sanatçılar da taraf olmak durumundadırlar. Yani, bir yanda günoğlu (eyyamcı) olanlar, diğer yanda ise devrimciler yer alır.

Diyalektik olarak uzlaşmaz (antagonist) çelişkilerin doğal bir sonucudur bu. Bu çatışmaların yansıdığı yapıtlara gereksime var. Nâzım Hikmet’in, A. Kadir’in, Arif Damar’ın, Şükran Kurdakul’un, Enver Gökçe’nin, Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal’in, İrfan Yalçın’ın; kısaca, insandan, insanlığın ve doğa’nın geleceğinden yana olan tüm sanatçıların geliştirdiği tavrın diri tutulmasına işlerlik kazandırmak gerekiyor.

Beklenen budur elbette. Bunun bireyi ve toplumu değiştirecek yoğunlukta olmaması; sanatta devrimci kavrayışın cılızlaşması olarak karşımıza çıkıyor.

Oysa devrimci sanat, bilinçli sanatçılar gereksinir. Ne yazdığını, ne söylediğini ve nasıl söylediğini bilen sanatçı; ancak yaşamı anlayıp dönüştürme sürecini başlatır ve dönüştürme sürecinin bir öznesi olabilir. Bu doğrultuda umut olan büyük açılımlar yok. 12 Eylül’de, zorunlu olarak geri çekilen sanat; bugün iyice geri itiliyor. Kendiliğinden (spontane) sanatsal oluşumlar var; kendi için bir sanat oluşumundan söz etmek olanaksız görünüyor.

Yani bir işçi, konumu gereği işçidir; eğer bunun bilincinde değilse kendi sınıfı için bir savaşıma girmeyecektir; ama sınıf bilinci edinmişse, kendi sınıfına sahip çıkan bir işçi olacaktır. Bu örneği sanatçıya da uyarlayabiliriz. Yanlış da olmaz bu. Bugün ilerici, yurtsever, devrimci… olduğunu; bu doğrultuda sanat yaptığını düşünen birçok sanatçının, kendiliğinden sanatçı olduğu; yapıtlarında sınıf bilincinin yansımadığı; anlattıkları bireyin ise toplum dışı bir yaratık olduğu rahatça söylenebilir.

Yaşamasız içerikler, bir yapıtın daha doğarken ölümüdür. İçerikten yoksunluk biçimsel, biçemsel, imgesel, teknik yetersizliği de beraberinde getiriyor. Yani üretilen yapıtın yaşamla örtüşmesi, içerdiği değerler bakımından kalıcı olması da olanaksızlaşıyor. Bir elma, elma olduğu için değerlidir. Onun doğasını, diyalektiğini değiştirirseniz, elma olmaktan çıkar; bir elma olarak da hiçbir işe yaramaz. Ne yazık ki günümüz sanatçısı bunu bile anlamış değil. Bunları düşünerek, ‘Şair, vur kendini!’ deme gereği duymuştum. Hâlâ da öyle düşünüyorum.

Günümüz sanatçısı bireysel ve toplumsal anlam üretmek zorundadır. Verili olanla hem estetik hem de ideolojik bir savaşım içerisinde olması kaçınılmazdır. Bir yapıt bu bilinçten yoksun üretilemez üretilirse ‘sabun köpüğü’ olmanın ötesine geçemez. ‘Gölgesini satamadığı ağacı kesen’ kapitalizm bir sanat yapıtına da metadır gözüyle bakar. O yapıtın toplumu uyutması ve para kazandırması yeterlidir kapitalizm için. Bu durum karşısında orada, ortada bir yerde olunamaz. Uçlara savrulmak gerekiyor, her sanatçının kendi ucunu seçmesi ve bunun gereğini yapması gerekiyor. Yoksa kaçınılmaz olarak gidilecek yer, tarihin çöplüğü olacaktır.

(Berfin Bahar, Nisan 2014, N: 194)

Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)