Vatikan'ın 1600 yıllık mirası: Napoleon! Bismarck! Hitler! Mussolini!
Papalık kurumu 431 yılında toplanan Efes Konseyi’nin Roma’yı Hıristiyanlığın merkezi ilan etmesi ve Roma’daki başrahibe 'papa' unvanı vermesiyle başlar.
Dünyanın en küçük devletlerinden birisi olan Vatikan, Çin devletini saymazsanız varlığını kesintiye uğramadan sürdüren en eski politik kurumlardan biri. Öyle ki, bu özelliği tarih boyunca çoğu zaman dini otoritesinin önüne geçmiş, papalar aynı zamanda hükümdarlık yapmışlardır. Papalık 19. yüzyıla kadar sadece Vatikan’a değil, Güney Avrupa’nın birçok yerine dağılmış irili ufaklı topraklara sahip, politik varlığı ile dünya politikalarında önemli rol oynayan dünyevi bir hükümdarlıktı. Siraküza, Palermo, Cenova, Ravenna farklı zamanlarda Papalığa bağlı küçük devletler olarak yaşamışlardı. Kimi zaman, örneğin Papa VI. Aleksander’ın gayrımeşru oğlu Sezar Borjiya zamanında olduğu gibi fetih seferleriyle genişlediler, kimi zaman da topraklarını yitirdiler. Nihayet Avrupa ihtilalleri bu toprakları Papaların egemenliğinden koparttı ve onları sadece Roma’daki bu küçük araziye hapsetti. Ama papalar politikanın içerisinde yer almaya devam ettiler. Kilisenin, Napoleon ve Hitler gibi kıtaya hakim olan diktatörlerin bile hesaba katmadan geçemeyeceği bir gücü vardı. Bu güç geçmişte Haçlı seferlerini ve Kutsal İttifakları hazırlamış, dünyanın paylaşımında rol oynamış ve nice hükümdarı kapısında süründürmüştü. Roma’daki Vatikan’ın tarihi, 321 yılında Roma Katolik Kilisesi’ne mülk edinme hakkı verilmesinden beş yıl sonra inşa edilen St. Peter kilisesine kadar gider. Papalık kurumu ise 431 yılında toplanan Efes Konseyi’nin Roma’yı Hıristiyanlığın merkezi ilan etmesi ve Roma’daki başrahibe “papa” ünvanı vermesiyle başlar. Papalar bundan sonra hızla toprak kazanmaya girişerek İtalya’nın yanı sıra Afrika, İspanya ve Fransa’da geniş arazilere sahip olurlar. Şarlman 781 yılında Papalığın cismani devlet olmasını resmileştirmiştir. Öyle ki, örneğin daha Fransız İhtilali’ne kadar Fransa’da Avignon ve civarı Papalığa aitti. Her ne kadar 14 yüzyılın başlarında Fransız kralları papaları bir süre burada esarette tutmuşlarsa da, Katolik kilisesi bu krizden siyasi ve mali olarak güçlenerek çıkmış, biriktirdiği paraların büyük kısmını Türklere karşı düzenlediği seferlerde harcamıştı. Doğrudan Papalık Devleti’ne ait toprakların yanısıra Katolik Kilisesi’nin Avrupa’daki toprakların önemli bölümüne sahip olması savaş ve ihtilallerin başlıca nedenlerinden birisi olmuştur. Fransız İhtilali Papalık Devleti’ne en büyük darbeyi vuran olaydır. İhtilalciler bir yandan kilise topraklarını dağıtıp eğitimi laikleştirirken, diğer yandan da papalık toprağı olan Comtat Venaissin bölgesini ilhak etmişler, İtalya’daki papalık topraklarını da orada kurdukları Cisalpin Cumhuriyeti’ne katmışlardı. Papa VI. Pius 1799’da Fransa’da sürgünde ölmüştü. Napoleon Birinci Konsül olduktan sonra bu eylemlerin Katolik dünyasında yarattığı tepkileri hesaba katarak papalık ile uzlaşma politikası izlemeye karar verdi. Bu sayede Katoliklerin desteğini almayı umuyordu. 1801 yılında yapılan Konkordat Kilise ile Fransız İhtilali arasındaki çatışmaya son veriyor ve Katolikliği devletin desteklediği bir din haline getiriyordu. Ne var ki Papa VII. Pius bir süre sonra bu antlaşmadan dönünce Napoleon onu Fransa’ya getirterek ev hapsine alacak, İtalya’daki Papalık topraklarını yeniden ilhak ederek Tibre ve Trasieme adı verilen iki vilayete katacaktı. Papa ile Napoleon arasındaki en dramatik an ise belki de imparatorluk tacını giydiği törende, tacı onun önünden alıp kafasına kendi elleriyle koymasıydı. Napoleon’un yenilmesi ile Papalık Toscana hariç olmak üzere Po Nehri’nden Roma’nın güneyine kadar uzanan geniş topraklarına tekrar kavuştu. Avrupayı saran muhafazakarlık dalgasının üzerinde tekrar yükselmeye başladı. Ancak bu kez yeni bir tehditle karşı karşıya idi: İtalyan Birliği ülkenin kuzeyini güneydeki Napoli ve Sicilya krallıklarından ayıran Papalık Devletçiklerini ilhaka kararlıydı. Restorasyon’un Papa’sı XVI. Gregory’nin yerine geçen IX. Pius daha liberal bir kişi olarak görülmesine rağmen iki yıl sonra, 1848 ihtilalleri ile kurulan Roma Cumhuriyeti tarafından etkisizleştirildi. 1859 yılında İtalyan birliğine karşı olan Avusturya Fransızlara yenilince tüm Papalık Devletleri İtalyan Birliği’ne katıldılar ve Papalığın elinde sadece Roma’nın yakın havalisi olan Latium kaldı ki bu da Fransa İmparatoru III. Napoleon’un eşi Eugenie’nin sağladığı koruma sayesinde mümkün olmuştu. 1870 yılında Fransa Almanya’ya yenilince Roma da İtalyan Birliğine katıldı ve Papalık sadece Vatikan Sarayı’ndan ibaret kaldı. Papa IX. Pius bunu protesto ederek buradan hiç ayrılmadı ve “Vatikan’ın mahpusu” olarak anılmaya başlandı ama papalar dünyevi devletleri küçüldü diye politikadan kopmadılar. Papa IX. Pius İtalya’da ve Avrupa’da milliyetçi ve anti-klerikal güçlerin baskısı altına girdikçe, zor durumuna rağmen daha 1864 yılında milliyetçilik ve sosyalizmi mahkum etmiş, papalığın “ilerleme, liberalizm ve modern uygarlık” olarak tanımlanan şeylerle asla uzlaşmayacağını ilan etmişti. 1870 yılında dünyevi güçlerine darbe vurulunca da Vatikan Konseyi “papanın yanılmazlığı” dogmasını getirmişti. Böylece bir anlamda yeni dünyaya meydan okuyordu. Bunları 1854 yılında getirilen Meryem’in bakire olarak çocuk sahibi olduğu dogması ile birleştirince Papalığın 19. yüzyılın ortalarındaki muhafazakar tepkisi daha iyi anlaşılır. Papalık Avrupa’da merkezi devletlerin kurulmasına daima karşı olmuş, özellikle Alman ve İtalyan birliklerini uzun süre engellemeye çalışmıştır. Ancak iş bir kez kontrolünden çıktıktan sonra yeni durumlara ayak uydurmuş ve her politik kurum gibi güç dengelerini izlemiştir. Papa Vatikan’daki gönüllü hapisliğini yaşarken, laiklik mücadelesinin liderliği Avrupa’nın yükselen gücü olan Alman milliyetçiliğine geçmekteydi. Alman Birliği’ni kuran Bismarck 1875 yılına kadar çıkardığı anti-klerikal kanunlar ile eğitimi kiliseden alıp devlete veriyor ama o da yıllar geçtikçe giderek artan katolik muhalefetten yorularak uzlaşma gereği duyuyordu. 1878’de o da yeni Papa XIII. Leo ile anlaşmaya giderek orta bir yol aradı. Bu sırada Almanya’da Merkez Partisi olarak adlandırılan bir Katolik partisi kurulmuş ve 1871 seçimlerinde Reichstag’a 57 milletvekili ile girmişti. Bunlar İmparatorluğun eski ademi merkeziyetçi karakterini koruması için Bismarck ile çatışmışlar ve Papa ile uzlaşmasında etkili olmuşlardı. Aynı Katolik Merkez Partisi 1933 Ocak ayında Hitler’in şansölye olmasından hemen sonra onunla pazarlığa oturacak ve ona diktatörlük sağlayan oy desteğini verecek, Katoliklerin Nazi partisine üye olma yasağı da Vatikan’dan gelen talimatla kalkacaktı. 7 Nisan günü o tarihteki şansölye yardımcısı von Papen ile Merkez Partisi başkanı Kaas büyük bir gizlilik içerisinde Vatikan’a giderek masaya oturdular. Kaas 1920’li yıllarda Vatikan’ın Alman yanlısı elçisi Kardinal Pacelli’nin danışmanı ve sağ koluydu. Şimdi de von Papen ile daha sonra XII. Pius adıyla Papa olacak Pacelli tarafından 8 Temmuz 1933 günü Vatikan’da imzalanacak olan Konkordat’ın aracılığını yapmaktaydı. Katolikler Hitler’e verdikleri destekle diktatörlüğe geçişi kolaylaştırdıklarını biliyorlardı ama buna karşı Hitler’den elde ettikleri ayrıcalıkların kalıcı olacağını ve ayrıca onun komünizmi önleyeceğini düşünüyorlardı. Hitler Katoliklerden istediğini alıp iktidarını sağlamlaştırdıktan sonra bir daha onların muhalefet yapmalarına izin vermeyecekti. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendilerini daha derin bir şekilde günlük politikanın içerisinde bulan papalar en kötü düşmanları olan komünistlere karşı daha iyi düşmanları olan faşistlerle uzlaşma politikasını daha önce de uygulamışlardı. 1929 yılında Mussolini ile Lateran Antlaşmalarını yaparak yeni durumlarına açıklık getirdiler. Bu tarihe gelindiğinde Katolikler İtalyan Birliği’nin dağılmasını boşuna bekleyeceklerini anlamışlar ve Papa XV. Benedict 1919 yılında Almanya’daki Merkez Partisi muadili olan Katolik Partito Populare’nin kurulmasına önayak olmuştu. Onu izleyen XI. Pius Vatikan’ın Dışişleri Bakanı Kardinal Gasparri’yi Mussolini ile görüşmeye memur etti. İki yıl süren görüşmeleri takiben 11 Şubat 1929 tarihinde antlaşmaya varıldı. Buna göre Katoliklere devlet dini olarak ayrıcalık tanınıyor ve Vatikan’ın bağımsız devlet statüsü kabul ediliyordu. Mussolini iktidarı boyunca Vatikan dışında Katoliklerin sesini kısma konusunda elinden geleni ardına koymamakla birlikte Vatikan’a dokunmadı. Bu sayede İkinci Dünya Savaşı sırasında birçok ülkeyle ilişkilerini sürdürebildiler. Faşistlerle yaptıkları antlaşmalar Katoliklerin çok eleştirildikleri bir husus olmuştur. Örneğin, Kristal Gece gibi yağma ve katliamları kınamamakla kalmamışla, çoğu zaman Yahudi karşıtı eylemlerde bizzat rol oynamışlardır. Keza 1941-45 arasında Katolik faşistlerin Hırvatistan’da Ortodoks Sırplar, Çingeneler ve Yahudilere karşı giriştikleri katliamlar konusunda da sessiz kalmışlardı. Katolikler bu eleştirilere karşı 1933 antlaşmasını Almanya’daki varlıklarını korumak için yaptıklarını, eleştirilerin daha çok ölüme yol açacağını söylemişlerdir. Ancak Naziler ile işbirliğinin daha ileri gittiğini gösteren kanıtlar vardır. Öyle ki, savaşta Almanya’nın ticaretinde İsviçre Bankaları ile birlikte Vatikan Bankası’nın da rolü olduğu, özellikle Güney Amerika ile ilişkilerin bu kanaldan yürütüldüğü bilinmektedir. Gene, Hırvat Ustaşi altınlarının Vatikan Bankası’na aktarılması ve Avrupa faşistlerinin Güney Amerika’ya kaçırılması operasyonlarında Katolik kurumların kullanılması bu dönemle ilgili olarak öne çıkan hususlardır. Nihayet, ölümden kurtulmaları için Katolik manastırlarına bırakılmış Yahudi çocukların vaftiz edildikten sonra Hıristiyan sayılacakları için ailelerine iade edilmemeleri konusundaki Vatikan talimatı da epey utanca neden olmuştur. Vatikan yüz yıl boyunca sosyalizmi esas düşman olarak görmüş ve komünizme karşı olan bütün güçleri ve eylemleri desteklemiştir. Vatikan’ın soğuk savaş döneminde anti-komünist kuruluşlara fon aktarması konusunda öne çıkan gelişmeler arasında Papa I. John Paul’un, bu işi yöneten Vatikan Bankası başkanı Piskopos Marcinkus’u denetlemeye çalıştığı için öldürüldüğü tezi gelmektedir. Papa’ya otopsi yapılamadığı için ispatlanamamış olan bu olay şimdi TV dizilerine konu olmaktadır. I. Jean Paul’un Papa seçilmesinden sadece 33 gün sonra ölmüş veya öldürülmüş olması daima şüphe çekmiştir. Kaldı ki Marcinkus Mafya ve P2 Mason Locası skandallarında da adı duyulmuş olan bir kişiydi. Vatikan Bankası başkanı iken hisselerine sahip oldukları Katolik bankası Ambrosiano aracılığı ile yine kendi denetimlerindeki Banco Cattolico Veneto’nun hisseleri Roberto Calvi’ye satmıştı. Tanrı’nın bankeri adıyla da anılan Calvi Vatikan Bankası’nın fonlarını Polonya’da Dayanışma Hareketi’ne aktarmada başrol oynamıştı. Dayanışma hareketinin desteklenmesi 1982 Temmuz’unda Ronald Reagan ile Papa II. Jean Paul arasındaki görüşmeden sonra hız kazanmış, bu işe CIA fonları ve batılı işçi sendikaları da karıştırılmıştı. Ancak daha sonra Banco Amrosiano iflas edince soruşturmada korunmak için Vatikan’ı politik işbirliğini ifşa ile tehdit etmiş ve bunun üzerine birkaç gün içerisinde ortadan kaybolmuştu. Cesedi nehirde bulundu ve tabii ki failler asla ortaya çıkartılmadı. Calvi’nin Mafya bankeri Sindona ile ilişkili olduğu ise skandalın bir başka boyutuydu. Tüm sistemi yöneten kişi eski bir kara gömlekli ve savaşta bir SS birliğine katılmış olan P2 Mason Locası lideri Licio Gelli idi. Gelli bir yandan Mafya ve Vatikan’daki politik-mali ilişkileriyle birlikte İtalya’da devlet içinde bir devlet oluşturmuş, diğer yandan da özellikle Latin Amerika’daki aşırı sağcı rejimlerle işbirliği sayesinde gücüne güç katmıştı. Selefi ile aynı adı alan II. Jean Paul ise Ağca’nın kurşunlarına rağmen 2005 yılına kadar yaşadı. Papalıktan söz etmişken, Haçlı Seferlerini de atlamak olmaz. Ortaçağda nispeten geniş topraklara sahip, gemi donatabilen Papalık Avrupa’nın ilk büyük yayılma girişimi olan Haçlı Seferlerinden sonra, Osmanlılara karşı çok sayıda haçlı seferinin örgütleyicisi evya destekçisi olmuştur. Bunlara da kısaca bir göz atmakta yarar bulunmaktadır. PAPALIK VE HAÇLI SEFERLERİ Hıristiyanlık uzun süre Avrupa ve yakın çevresine sıkışmış bir din olmakla birlikte, militan bir din olarak ayakta kaldığı için Papalar da her dönemde politika içerisinde yer almışlardır. Roma dünyasının çöküşünü takiben Müslümanlar Akdeniz kıyılarının büyük kısmına hakim olunca Papalar hem onlara karşı mücadelenin bayraktarlığını yapmış, hem de Avrupa’ya gelen Barbar kavimleri Hristiyanlığa kazanıp tabanlarını genişletmeyi başarmışlardı. X. Yüzyıldan itibaren Hıristiyan dünyası bunlar sayesinde tekrar güç kazanınca önce Sicilya ve İspanya’nın geri alınması, sonra da Doğu Akdeniz üzerinde yoğunlaştılar. Papa II. Urban’ın Doğu’ya Haçlı Seferlerinin ilk başlangıcındaki rolü iyi bilinir. Haçlılar bu seferlerde Kudüs, Antakya ve Urfa’yı almışlar ve burada iki yüzyıla yakın barınabilmişlerdi. Akka’daki son Hıristiyan krallığı da yıkıldıktan sonra Papalar Levant ticaretini denetlemek için Venedik ve Cenevizlilerle daima çekişme içerisinde oldular. Urban’dan üç buçuk asır sonra gelen Papa II. Pius da (1458-1464) Türklere karşı Haçlı seferi oluşturmak için Mantua’da bir kongre toplamış ve en az altı ay haçlı ordusunda bulunan askerlerin tüm günahlarının affedileceğini ilan etmişti. Bu siyaset onun halefleri olan II. Paul ve IV. Sixtus tarafından devam ettirilmiş, bunlar Fatih’e karşı Karamanlılar ve Akkoyunlular ile işbirliği aramışlardı. Fatih’in ilk hükümdarlık yıllarına denk düşen III. Calixtus batılıların Türklerle baş edemeyeceğini anladığı için hem Uzun Hasan hem de Gürcistan kralı ile ittifak aramıştı. Türklere karşı Haçlı seferleri açan papalardan söz açılmışken 1364’de girişimde bulunan V. Urban ile 1443 yılında yeni bir sefer için Hıristiyanlardan beşte bir zekat isteyen IV. Eugenius’u unutmamak gerekir. Bunlardan birincisi Sırpsındığı, ikincisi ise 1444 Varna zaferlerine vesile olmuştur. Papa XXII. Johannes 1334 yılında 70 parçalık Haçlı donanmasına 8 gemi ile katılmış, 1396 Niğbolu zaferi de yine Papalığın desteklediği bir Haçlı seferinin sonucunda meydana gelmişti. Diğer yandan, ağırlıklı hedef olmalarına rağmen Haçlı seferlerinin sadece doğuya ve Türklere karşı örgütlenmediğini de belirtmek gerekir. Papalar daha 5. yüzyıldan itibaren Yahudilere karşı yağma ve kıyım seferlerine önayak olmuş, İsa’nın katilleri olarak nitelenen bu halkın gettolara tıkılması Katolikler tarafından icad olunmuştur. Keza 13. yüzyılın ilk çeyreğinde Albigensian rafizilerine karşı Haçlı seferi Papa III. Innocent,1420’de eşitlikçi Jean Hus’e karşı bir başka Haçlı seferi ise Papa V. Martin tarafından harekete geçirilmişti.
YORUMLAR