Son Dakika



-Doktor Halil İbrahim Bahar’ın anısına-

Adam pek umursamıyor kadının anlattıklarını; o konuşurken dinliyor görünerek kısa karşılıklar veriyor, araya önemsiz sorular sıkıştırıyor, bir yandan da başka şeyler geçiriyordu kafasından… Kadın, kocasından söz ediyordu ona. Yaz kış, kar, yağmur, soğuk, sıcak demeden kocasını evden göndermenin bir yolunu bulmak zorundaydı.

“Sabahları ondan erken kalkmam gerekiyor.”

“Neden?”

“Nedeni var mı? Karnını doyurmadan, üç bardak çayını, üstüne kahvesini içmeden, öldürsen adım atmaz dışarı. Midesine de, keyfine de düşkündür…”

Yatakta yarı doğrularak, omzunu duvara yaslamış olan adamın aklına muzipçe bir soru geldi:

“Kız, yoksa?…”

“Yoksa, ne?”

“Belki de kocanla aldatıyorsun beni?”

“Saçmalama! Ne aldatması?”

“Ne bileyim? Keyfine düşkün diyorsun, baksana.  Keyfini yerine getiriyorsundur, belki de.”

Kadın iç çekti. Başını, adamın çıplak göğsünden aldı. Onun gözlerinin içine bakarak konuştu bu kez. Anlatacaklarına inansın istiyordu; sözlerinin yalan olmadığına… Söylediklerine inanmalı, yalnızca ona ait olduğunu bilmeli.

“Bilmiyorsun,” dedi, üzgün bir sesle. “Benim neler çektiğimi, ne duygular taşıdığımı bilmiyorsun. Günahımı alıyorsun. Bizim karı koca hayatımızın olduğunu sanıyorsun. Herkes öyle sanıyor zaten. Yakınlarımız, akrabalarımız, konu komşu. Herkes… Yıllar önceydi o. Kafayı üşütmeden önce. Böyle ilaç bağımlısı değilken… Benden büyüktü ama, gençti yine de. Gece gündüz çalışır, bana mısın demezdi. Sabahın erinde kalıp giderdi işe, o yıllarda. Akşama eve gelmez, başka bir işyerine giderdi. Öylesine çalışkandı. Gecenin bir vaktinde gelir, birlikte sofraya otururduk. Beni karşısında oturtmadan yiyip içesi olmazdı. Severdi zahir, ne bileyim. Sevdiğini söylerdi arada bir. Ben de severdim elbet; yalan söyleyecek değilim. Sevmezsem kaçar mıydım? İstanbul’da çalışıyordu o zaman da… Bayramda seyranda çıkıp geliyordu memleketine. Giyimi kuşamı derli topluydu; şimdiki gibi pejmürde kılıkla gezmezdi, hayır. Saçlarını yandan ayırması hoşuma giderdi, ne yalan söyleyeyim. Uzaktan görüyordum, gelişlerinde. Onun da gözü bendeydi, anlıyordum. Yaşım küçüktü ama, aklım eriyordu her şeye. On beşimde var yoktum daha. Ablamı eniştemle nişanlamışlar, çeyiziyle uğraşıyordu o sıralar. Üvey ana elinde yılmıştık ikimiz de. Ablam gelin olup gidince, olanca üveyliğini banim sırtıma yükleyecekti, besbelli. Üvey ana zulmüyle başa çıkmam mümkün değildi. Geceleyin başımı yastığa koyduğumda, gözlerimi yumar, karanlıkta kendi kendime düşler kurardım. Alıp başımı gideyim buralardan, neresi olursa, karşıma kim çıkarsa diye…

O zamanlardı işte, yine bir bayram gezmesine gelmişti benimki. Üzerinde bayramlık takım elbisesi, gömlek, kravat. Yandan ayırdığı saçlarının bir tutamı alnına düşmüş… Dedim ya, ne zaman karşılaşsak gözlerini üstümden ayırmıyordu. Eskiden bayramlarda, kasaba meydanında davul zurna çalınır, seyirlik oyunlar oynanır, halaylar çekilir, cambazlar tel üstünde gösteri yapardı, bilir misin? Bizim oraların geleneğiydi. Tanıdık tanımadık, tüm kasaba halkı bu meydanda birbiriyle bayramlaşır, oyunlara katılırdı. Büyük küçük herkes orda olduğu için, gençler de birbiriyle yan yana düşmeye çalışır, davul zurnanın coşkusuna kapılıp kâh el ele tutuşur, kâh göz göze bakışıp anlaşırlardı. Bir ara, nasıl oldu bilmiyorum, yanımda benimkini gördüm. Halaya katılmak için elimi tutmak istedi. O saniye bir elektrik akımı geçti sanki bedenimden. Elimi verip vermemekte ikirciklendim. Göz göze geldik. Eli bana doğru, boşlukta. Kendimi toparlamaya çalışırken, elimi yakaladı. Çekmedim geriye. Halayın halkasına girdik. O yaşıma kadar hiç girmemişim halkaya. Yüzüm nasıl yanıyor, yüreğim nasıl çırpınıyor, anlatamam! Davul gümbürdüyor, zurnacı yeri göğü inletiyor. Kimsenin kimseyi işittiği yok. Herkes bir coşku selinin içinde.  Avucunun içinde tutuyor ama, ben kendi elimi hissetmiyorum. Bir an kulağıma doğru eğilerek, “seni isteteceğim” dedi. Başımı kaldırdım, yine göz göze geldik. İki sözcük çıktı ağzımdan o anda: “Kaçır beni!” Nasıl söyledim, bilmiyorum. Çocukluk işte. Çocukça bir yüreklilik, aklı başında biri bunu söylemez belki. Tersine, ailemden iste diye diretir. Benden bu karşılığı beklemiyor olmalı ki, o da şaşırdı, işittiği söz karşısında. Yüzünün o aptal hali hâlâ gözlerimin önünde… Bir kez, yaşım küçük diye vermezdi babam. İkincisi, üvey anam, elinin altından gitmemi istemezdi. Ben de gidince, ev işleri üzerine kalırdı tümden. Verecek olsalar bile, evden gelinlikle çıkmam, kim bilir kaç yılı bulurdu?

“Kaçtık… Alıp İstanbul’a getirdi beni. Aksaray’da, pireli, fareli ahşap bir evin, bekâr odasına gelin gelmiş oldum! Çatıda kedi dolaşsa, başımıza tavandan toprak dökülürdü. Gecenin sessizliğinde, böceklerin tahtaları kemirme sesleri işitilirdi. Yemek yapacak ne erzak, ne kap kacak vardı evde. Paslı bir somyanın üzerinde kirli, rutubet kokulu bir bekâr yatağı.  Derme çatma bir masa, iki sandalye…

“Sabahın kör karanlığında işe gider, gecenin bir vaktine kadar dönmez, ben de farelerin cirit atığı bu evin sokağa bakan penceresi önünde oturup kocamın dönmesini beklerdim. Komşuluk edecek kimseleri tanımıyordum; kapımızı çalan kimse yoktu. Memlekete de gidemedik uzunca bir süre; evden kaçışımı babam bağışlamadı. Benimkinin ana babası yoktu ama, bir amcası vardı yanında büyüdüğü. Kasabaya gidemediğimiz için amcası, payına düşen toprağın üstüne oturdu. Amcasını baba gibi bildiğinden, karşısına çıkıp da hakkını isteyemedi. O zaman anladım ki o koca erkek kalıbının içinde bir çocuk gizli. Amcası yanında büyütmüş ama, bir yandan da bastırmış, karşısında konuşturmamış. Bir tür üvey babalık etmiş bizimkine.

“Bu sinir hastalığına tutulmasına da, amcası neden oldu zaten…  

“Evlendiğimizin kaçıncı yılıydı, unuttum şimdi? Babamın ölüm haberi gelince biz bununla kalkıp cenazesine gittik. Yıllardan sonra ilk kez kasabaya ayak basıyoruz. Gitmeden önce, karşısına oturup güzelce konuştum. Bak dedim, eğer amcanla anlaşıp babadan kalma hisseni satarsan, eline geçecek parayla gelip burda bir avuçluk yer alır, üzerine kendi evimizi yaptırır, bu fare yuvasından öyle kurtuluruz... O vakitler şimdiki gibi değil; İstanbul’un her yanında boş araziler satılıyor. Sahipsiz yerler kapanın elinde kalıyor…  Dediğim, onun da aklına yattı. Amcamla konuşacağım, dedi. Bu kararla kalkıp cenazeye gittik. Ailemden çoğu kimseye dargındım. Ben kaçtıktan sonra arayıp sormamışlardı, bu kız öldü mü kaldı mı diye. Kaçmış, namuslarına leke sıçratmış, suç işlemiştim; beni gözden çıkarmışlardı. Başkaları neyse de, ablam niye aramamıştı beni? O da nişanlı ya, kaçan kızın ablası olarak kendini güç durumda hissetmiş. Onun da namusu lekelenmiş oluyor hani… Nişanı bozulur diye korktu belki de. Oysa ablam, üvey anadan neler çektiğimizi en iyi bilendi. Neyse… Cenazenin üzüntüsü hepimizin içindeki duyguları bastırdı.

“Babamın toprağa verilişinin dördüncü günü kalkıp amcasıyla konuşmaya gitti benimki. Ancak bir hafta izin alabilmişti işyerinden. Günleri tüketmeden miras işini de yoluna koyalım istedik. Amcası, yeğeninin hissesini almaya yanaşmamış, param yoktur diyerek. Toprağı bölüp kendi payını satmayı önerdiğinde; el âlemi getirip de ağzımın içine mi sokacaksın diye öfkelenmiş… Çözüm olarak, tarlanın uçurum kıyısını önermiş ona.  Bazı tarlaların bittiği yerler derin bir uçuruma bakar bizim orda. Bir hayvan ya da insan, ayağı kayıp da aşağıya yuvarlandığında, parçasını bile toplamak mümkün değildir; kartallara yem olur gider. Uçurumun kıyısında durup da aşağı baksanız gözünüz kararır, başınız döner. Öylesine ölümcül bir yardır. Uçurum kıyısında tarlası olanlar, çocuklarına yasak ederler oralarda dolaşmayı. Ucu uçuruma varan toprak parçası ne alınır, ne satılır. Ta bilmem kaç kuşaktan beri babadan oğlu geçip durur. O kıyıdaki yabani ağaçların meyvesini bile kuşlar yer ancak. Çünkü bir etek dolusu meyve için kimse ölümü göze almaz.

“Sözün kısası, küçüklüğünden beri baba diye bellediği, elinden ekmek yediği amcası ona, toprak payının üstüne bir tas soğuk su içmesini söylemiş oluyordu! Yeğenim İstanbul’da ekmeğini çıkarıyor nasılsa; topraklar da kendi çocuklarıma kalsın diye düşünüyordu zahir. Evet, İstanbul’da yaşıyorduk ama, İstanbul’u bilmeden, tanımadan…  Yıkıntı evlerin mahzenindeki fareler gibi! Deliklerde yuvalanmış fareler ne kadar İstanbullu sayılıyorsa artık…

“Benim adam, köyden döndükten sonra ateşli bir hastalığa tutuldu, günlerce yattı evde, yorgan döşek. Günler geceler boyu başında bekledim. Kâh terledi, kâh sayıkladı ateşler içinde. Başına sirkeli bez koyuyordum, ateşini düşürmek için. Biz çocukken ninem öyle yapardı, ondan görmüştüm. Sirkeli bez, alnına değer değmez buğu buğu tütmeye başlıyordu ateşinin yüksekliğinden. Kendinde değildi. Bayılıp bayılıp gidiyor, arada bir de ‘uçurum, uçurum’ diye sayıklıyordu.

“Bir hafta izin aldığı işyerine dönmeyince merak edip aradılar sonunda. Evde kendini bilmeden yattığını görünce sigorta hastanesine kaldıralım dediler. Gündüzleri çalıştığı işlikte sigortalıydı çünkü. Bir zaman da hastanede yattı. Neyse ki hastane uzaklarda değildi. Gün içinde birkaç kez gidip gelebiliyordum. Hekimler bedeninde bir arıza bulamayınca, bunun derdi kafasında diye akıl yordular. Bir şeyden korkmuş, şok geçirmiş dediler. O zaman, sayıklarken söylediklerini anlattım ben de. Çocukluğundan kalma bir koku, yüze çıkmış olmalı dediler bu kez.

“Ne bileyim işte… Onu dediler, bunu dediler. Saçları omuzlarına dökülen, uzun boylu bir Başhekim vardı o zamanlar. O Başhekim ilgileniyordu bizimkiyle. Adamın adı da hâlâ aklımda: ‘Doktor Bahar.’ Hemşireler, hasta bakıcılar dört dönüyordu çevresinde. Haplar, iğneler yazdı Başhekim. İlaçlarını da hastane veriyordu zaten.

“İyileşti, ayağa kalktı sonunda. Ama hekimin verdiği mercimek taneli beyaz hapları yaşamı boyunca kullanmak durumundaydı. Beyninde eksik olan bilmemne salgısının görevini yapıyormuş.

“Yine işine gidip geliyorsa da, eskisi gibi istekle değil. İşini yapıyor, ama kimselerle konuşmak istemiyor, bir şeye canı sıkıldığında öfkeye dönüşüyordu sıkıntısı. Düşlerine hep uçurumdan düştüğünü söylüyordu. Nasıl yer ettiyse o korku, içinde? Kafasından atıp kurtulamıyordu bir türlü. Bir çocuk gibi arkasını toplamak, öfkelerini yatıştırmak, suyuna gitmek gerekiyordu artık.

“O hastalıktan sonra, aramızdaki karı koca yaşamı da bitti. İlaçların etkisinden midir ne, uysal bir çocuğa dönüştü bu. Ver yesin, ört uyusun. Beni, annesinin yerine koymaya başladı sanki… Tıraşını bile ben yaptım bir zaman. Saçlarını kestim, taradım. Yüzünün kıllarını kazıdım. Yakasını, paçasını düzelttim. Doğrusu ya, sonradan bana da bir bıkkınlık geldi. İpin ucunu salıverdim. Özensiz, kılıksız dolaşmaya başladı ortalıkta. Saçı sakalı birbirine karıştı.

“Derken çalışma yılını tamamlamadan, iş göremez gerekçesiyle emekliliğini istedi. Sigorta Hastanesinin Başhekimi de yardımcı oldu bu konuda. Emekli oldu ve büsbütün üstüme kaldı koca adam. O, pencerelerin önünde gece yarılarına kadar yolunu gözlediğim adam gitti, dizimin dibinden ayrılmayan, acıktıkça yemek isteyen kılıksız çocuk geldi. Eski işyerlerinden, çalışmayı sürdürmesi için çağırdılar kaç kez; benimki yanaşmadı. Dünya işlerinden elini eteğini çekmiş dervişlere dönmüştü. Emekli aylığını bile almaya gitmiyor, onun yerine ben çekiyordum. Kendi kendine birtakım işler icat edip oyalanıyordu. Derken işte, bir gün resim yapacağım diye tutturdu. Boyalar, kalemler, fırçalar, kâğıtlar aldırıyordu bana. Kâh mahalle kahvesindeki konu komşunun, kâh sahile inip kiralık sandalların resmini, ne bileyim işte, evdeki kedinin, sokağımızdaki caminin, eski evlerin, arsada oynayan çocukların resmini yapıp duruyordu boyna. Bunların para edeceğini kendisi de bilmiyordu aslında.

“Resim yapmaya başladıktan sonra, bana da biraz rahat soluk aldırır olmuştu… Yedirip içirip, ilacını cebine koyup gönderiyordum yine evden. İlk zamanlar, yaptığı resimleri ona buna armağan ediyordu. Üstelik çerçevesini de kendi yapıyordu. Marangoz işliklerini dolaşıyor, çam, ceviz, gürgen tahta parçaları, çıtalar topluyor; onları kesip biçip cilalıyor, boyuyor çerçeve yapıyordu kendince. Çınaraltı’nda sahaflık yapan biri görmüş bu yaptıklarını. Getir benim dükkâna bırak, yabancı gezginlere satalım, önerisinde bulunmuş… İlk ay bir tane satıldı, ertesi ay iki. Giderek arttı satılan resim sayısı. Özellikle eski İstanbul’a ilişkin resimlerin daha çok ilgi çektiğini görünce, bu yöne çevirdi çalışmalarını.

“Kimi günler Aksaray’da, Valide Camii’nin demir parmaklıklarının önüne resimlerini sergileyerek satmaya başladı.

“Kendini o kadar kaptırdı ki bu işe, beni büsbütün unuttu desem yalan olmaz. Dedim ya, çocuğunun ardını toparlayan ana yerine geçmiştim.

“Ne diyelim? Her şeyde bir hayır varmış. Karı koca hayatımız bitmese, seni tanıyamazdım belki de. O sabahları kahvaltısını keyifle yapıp evden gitsin diye her hizmetini görüyorum. O kapıdan çıkar çıkmaz seni arıyorum, biliyorsun. Asıl kocam sensin. O resim yapmasa, sokağa da çıkmayacaktı. Sokağa çıkmazsa, seninle buluşma şansımız olmazdı. Anlatabiliyor muyum?

“Neden bir şey söylemiyorsun? Ben anlatıyorum hep, sen susuyorsun. Yoksa dinlemiyor musun beni?”

Dinliyordu… Dahası, işittikleri yüzünden altüst olmuştu duyguları. Kendini kötü hissediyordu. Derince bir çukura düşmüş gibiydi. Kafayı üşüttüğü için karısının yatağını ısıtamayan zavallı bir hastanın artığından çöplenen biri olarak görüyordu kendini şimdi. Başkalarının mutsuzluğu üstüne mutluluk kurmaya çalışan biri… Bu duygu, giderek büyüyen bir tiksintiye dönüşüyordu. Battaniyenin altındaki çıplak bedeninden de, bedenine sarılmış dişinin çıplaklığından da tiksinmişti birdenbire!

Üzerlerindeki battaniyeyi hızla attı. Yatağında akrep olduğunu anlamışçasına bir telaşla doğruldu yerinden. Bedenini yanında uzanan kadından ayırdı, çıktı yataktan. Kadın, ak tenli çıplak bedeniyle belli belirsiz büzüldü. Sevgilisinin bu ani kalkışına bir anlam verememiş, gözlerini ona dikerek anlamaya çalışıyordu. Oysa hep kendisi tedirgin olurdu yatakta fazla zaman geçirmekten. “Vakitlice gideyim, gelip de evde bulamazsa, kuşkuya düşer” diyerek tedirginliğini dile getirirdi hep.

Adam bir şey demeden, doğruca banyoya geçti. Kadın, kaç zamandır girip çıktığı, her köşe bucağını ezberlediği bu bekâr evinde yabancı hissetti kendini bir an... Çarşafını, yastık kılıflarını eliyle değiştirdiği yatağı yadırgamaya başlamıştı. Adamı niye huylandırdığını çözmeye çalışıyordu bir yandan da. Anlattıklarını kafasından geçirmeye çalıştı. Onu inciten, ona ters gelen şey neydi, bulamadı. Belki de bıkmıştı kendisinden, başından atmak için böyle davranıyordu. “Ama olamaz…” diye geçirdi içinden. Daha bir saat önce nasıl da istekle sarılıyordu!

Kuşku içinde kalktı yataktan. Banyodan ses gelmemesi kuşkusunu artırdı. Banyo kapısından usulca başını uzattı. Onu, aynanın önünde öylece dikilmiş durur buldu. Aynada kendi yüzüne bakıyordu boş boş. Hiçbir anlam veremedi bu duruma. Sorunu her neyse, onu kendi haline bırakıp gitmek en iyisi olacaktı. Başını kapıdan çekip seslendi içeri: “Ben gidiyorum. Bir şey diyor musun?”

Adam aynadaki yüzüne bakarak kadının söylediğini birkaç saniye düşündü. Tıraş olup olmamayı düşünür gibi, yüzünün kıllarını elledi. Geriye dönmeden yanıtladı kadını:

“Tamam. Git.”

Kadın buz soğukluğundaki bu iki sözcük karşısında kalbi burularak odaya döndü, hızla giyinmeye başladı. Giyinirken, odaya girsin, bir iki söz daha etsin diye umuyordu ama, adamdan hiçbir ses çıkmıyordu.

Daire kapısını usulca çekip giderken, içi dolu, taştı taşacak gibiydi kadın. İlk kez, bu kapıdan böyle kırık, nedenini anlamadığı bir aşağılanmışlık duygusuyla çıkıyordu.

Daire kapısının kapanma sesini banyodan işiten adam, birdenbire, sırlı cama yansıyan suratının ortasına doğru tükürdü!

Sırlı cama çarpan tükürük, fırlatıldığı yerde durmadı, irice bir damla halinde aşağı doğru inmeye başladı.

Necati Güngör
GERCEKEDEBİYAT.COM

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)