Fransız oyun yazarı ve oyuncu Jean-Baptiste Poquelin, yaygın bilinen adıyla Moliere, 17. yüzyılda yaşadı. 17. yüzyıl, toprak üretimine dayalı ekonomik etkinliğin egemen olduğu, dini ve siyasal bir sistem olan feodalizmin sönümlenmeye yüz tuttuğu yüzyıldı. Önceki yüzyılın feodal toplumlarında toprak sahibi “soylular” politik, ekonomik, hukuki, mali, askerî…  hakları elinde tutuyor; toplumun geri kalanı toprak köleliği düzeni içinde yaşıyordu. Gelişen ticaret olanakları, üretim araçlarının özel mülkiyetine ve bunların kâr amacıyla işletilmesine dayanan kapitalizmi kurumsallaştırmaya başlamıştı. Bu nedenle Moliere’nin (1622-1673) yaşadığı dönemde toplumlar, feodalizmden miras kalan aristokrasi ile kapitalizmin palazlandırdığı burjuvazi arasında çatışmalara sahne oluyordu.

Moliere’nin annesi, zengin bir burjuva ailenin kızı; babası ise saray mobilyacısıydı. Bu nedenle babası aracılığıyla saray ve aristokrasiyi, annesi tarafından ise burjuva sınıfını, yani ölmekte olanla doğmakta olanı yakından tanıyordu. Paris’in en iyi okullarından biri olan, o zamanki adıyla College de Clermont’ta okumuş; 21 yaşında Illustre Theatre (Ünlü Tiyatro) adlı tiyatro topluluğunu kurmuştu. Tiyatro sanatında klasisizmin ayırdığı saray ve halk tiyatrosu çatalında, aristokratların tragedyasını değil, orta sınıfın ve halkın komedyasını seçti.  Komediyi “İnsanlara verdiği hoş derslerle onların kusurlarını ele alan şiirsel bir anlatı” olarak tanımlayan Moliere, oyunlarını okunmak değil, doğrudan sahne pratiği için yazdı.

Moliere, 1670’te yazdığı ve Fransızca adı “Le Bourgeois Gentilhomme” (Burjuva Beyefendisi) olan Kibarlık Budalası adlı komedisinde, kendini beğenmişlik duygusu üzerinden aristokrat olmayı arzulayan orta sınıf bir burjuvanın düştüğü komik durumları göstererek, Paris başta olmak üzere Fransa’nın değişen sosyokültürel çehresini, ekonomik yapıda el değiştiren zenginliği ve siyasal gücü, yükselen yeni sınıf lehine eleştirel bir tavırla sahneye taşıdı. Burjuva burjuvalığını bilmeli, aristokrasiye özenmemeliydi; zira o sınıf artık tarih oluyordu.

 

Oyunun baş kahramanı cahil, saf ama varlıklı bir burjuva olan Mösyö Jourdain, aristokrat olabilmek, soyluların sosyal statüsüne geçebilmek için varını yoğunu harcamaya hazırdır; tabii onun bu arzusunu sömürmek isteyen kurnaz, çıkarcı çevresi de… Mösyö, soyluluğa giden yolda, önündeki kültürel bariyerleri müzik, dans, felsefe ve kılıç eğitimiyle aşmak için özel öğretmenlerden dersler alır. Hatta bu amaçla âşık olduğu soylu, dul kadın Markiz Dorimene’yi baştan çıkarmak, kızını da bir asilzadeyle evlendirmek ister; ancak kızı bir başkasını sevmektedir. Özenti, bilgisizlik ve saflıktan doğan gülünç olaylar, Mösyö Jourdain’in karısı, hizmetçisi ve “dostu” Kont Dorante arasındaki ilişkiler çerçevesinde akıp gider.

Oyunun yazılıp sahnelendiği dönemde, artık gerilemeye yüz tutmuş Osmanlı’nın sosyal yaşamı ve kültürel görünümü Fransa’da ve özellikle Paris’te büyük ilgi görmekteydi. 1669’da Paris’e elçi gönderilen Müteferrika Süleyman Ağa, kendine “Güneş Kral” ismini uygun gören Fransa Kralı XIV. Louis’in huzurunda, Osmanlı sarayının onunkinden çok daha güzel olduğunu söylemiş ve bu gaf bir skandala yol açmış; ama bu sayede de Osmanlının az bilinen, egzotik kültüründen etkilenen Avrupa’da, özellikle Fransa’da “Türköri” (Turquerie, Türk hayranlığı) modası ortaya çıkmıştı.

Bu moda, Paris’te Türk diline karşı da ilgiyi arttırmıştı. İşte bu dil yazısında Türkçe ile Moliere’yi bir araya getiren, onun Kibarlık Budalası komedisine de yansıyan, Türkçeye olan bu ilgidir. Mösyö Jourdain’in dil bilgisi öğrenme isteği, felsefe öğretmenin kendisine öğretmek istediği mantık, etik ve fizik derslerini “çok gürültülü patırtılı ve karışık” bulmasıyla başlar. Üstelik iyi bir dil bilgisi, onu ulaşmak istediği soylu sevgilisi Dorimene’ye de götürebilecektir.  Felsefe öğretmeni, dil bilgisi dersine harflerin doğasını ve seslendirmenin çeşitli biçimlerini öğretmekle başlar. Önce, beş tane sesli harf vardır: /a/, /e/, /ı/, /o/, /ü/. A sesi ağzı fazla açarak verilir: aaa… Mösyö Jourdain, öğrendikçe mutlu olur ve bunları daha önce öğrenmemekten pişmanlık duyar. Ertesi gün sessiz harflere geçilir. /R/ dilin ucu damağa kaldırılarak seslendirilir. O kadar ki, dil şiddetle çıkan havaya dokununca, geri çekilir ve biraz titreyerek yerine gelir: r, rr, rrr…

Tabii Fransızcada felsefe öğretmeninin es geçtiği, kimi seslerin birden fazla harfle temsil edilmesi konusu da var: /ph/ ile okunan “f”, /ai/ ile okunan “e”, hatta /eau/ ile okunan “o” gibi. Benzer durum başka dillerde de var. Örneğin İngilizler de dillerinin yazılı formlarında /ch/ harfleriyle “ç” sesini, /sh/ ile “ş” sesini; Almanlar /sch/ ile “ş” sesini, /zsch/ ile de “ç” sesini elde ediyorlar. Ama Mösyö Jourdain’in Türkçecileri bu durumu, o dillerin bir zayıflığı olduğunu, Türkçenin fonetik bir dil olmakla yazıldığı gibi okunduğunu, yani sözcükleri oluşturan her bir sesin sadece bir harfle temsil edildiğini ve bunun da dilin gücünü gösteren bir özellik olduğunu yazıp duruyorlar.

Ne var ki bu doğru bir bilgi değildir; çünkü “fonetik dil” diye ayrı bir dil ulamı yoktur. Yazılı formları olmadığından kuşların ötüşmeleri ile altmışa yakın ıslık dilini ve sessel değil görsel kanalla çalışan işaret dillerini saymazsak, tüm diller konuşuldukları için doğaları gereği fonetiktir. Burada olsa olsa “fonemik ortografi”, yani dilin yazılı formunun temsil ettiği seslerle okunma/konuşma sırasında örtüşme oranı söz konusu olabilir ve bu oranın yüksek veya düşük olduğu dillerden söz edilebilir. Fenomik ortografi, ne var ki sadece yapma dillerde %100’dür; çünkü doğal dillerin tarihsel süreç içinde kazandıkları sessel nüansların görsel simgelerinden (harflerinden) az ya da çok uzaklaşması Esperanto  gibi yapma dillerde söz konusu değildir.

Öte yandan Türkçenin fonemik ortografisinin Hintçe, İspanyolca ve İtalyancada olduğu gibi yüksek olduğu söylenebilir. Doğal dillerin yazılı (grafik) gösterimi ile sessel (fonemik) ifadesi arasındaki mesafe “ortografik derinlik” terimiyle adlandırılıyor ve bu mesafenin yakın olduğu dillere  “sığ imlalı diller”, uzak olduğu dillere de “derin imlalı diller” deniyor. Türkçe bu bakımdan sığ imlalı dillerden olsa da örneğin “yoğurt”, “ağabey”, “tarih”, “değirmen” biçiminde yazılan sözcükler “yourt”, “aabi”, “taarih”, “deyirmen” biçiminde okunup söyleniyor. “Değil” yazıp “diil”, “bekleyen” yazıp “bekliyen” diyoruz. Kimse “Gelemeyeceğim.” demiyor, “gelemiicem” diyor. Ateş anlamındaki “nar” sözcüğünü meyveden “naar” diyerek ayırıyoruz. “El” sözcüğünün “dest”, “yabancı” ve “yurt” anlamlarını, dilimizin Mösyö Jourdain’leri dışında hiç kimse /e/ sesini üç sözcükte de aynı biçimde sesleterek vermiyor!

Bu arada Mösyö Jourdain, Felsefe öğretmeninden meramı anlatmak için şiir ve düzyazıdan başka bir yol olmadığını, öğrenir ve “Nicole terliklerimi getir, gecelik başlığımı ver.” ifadesinin de bir düzyazı olduğunu keşfeder! Bizim Mösyö Jourdain’lerimiz ise Türkçenin “az sözcükle çok şey anlatan bir dil” (Ne demekse artık!) olduğunu Moliere’in topa tuttuğu Mösyö Jourdain’den öğreniyor; ama Moliere’den almışlar gibi satıyorlar!

Soyluluk düşkünü Mösyö, kızı  Lucile’nin dürüst, terbiyeli bir genç olan sevgilisi Cleonte’yle evlenmesine, delikanlının soylu olmadığını söylediği için karşı çıkar. O yıllarda, yukarıda sözünü ettiğimiz, Fransa’daki Türk modasının etkisiyle  onu Türk padişahının oğluyla evlendireceğini söyler. Cleonte ile Mösyö Jourdain’in uşağı Covielle bir plan yaparlar. Cleonte, Türk padişahının oğlu kılığına girer ve Mösyö’yü kızıyla evlenmesi konusunda ikna eder. Cleonte ile Covielle’nin konuştukları ve adına Türkçe dedikleri uydurma bir dil, Jourdain’in bu ikna sürecinde etkili olur:

Mösyö Jourdain: İnanın, bunu söylemekle çok iyi ettiniz; çünkü “marababa sahem” demenin, o kızı o kadar seviyorum ki demek olduğunu bilmiyordum! Şu Türkçe çok güzel bir dil!

Covielle: Düşündüğünüzden daha güzel! Kakarakamu şerı ne anlama geliyor, biliyor musunuz?

Mösyö Jourdain: Hayır…

Covielle: Canım sevgilim. (…)

Cleonte: Bel men.

Covielle: Diyorlar ki: Hemen onunla gidip törene hazırlanınız; ardından, kızınızı görüp nikâh kıyacaklar.

Mösyö Jourdain: Bu sözler bunca şey mi anlatıyor?

Covielle: Evet, Türkçe’nin özelliği bu, az laf, çok şey. (…)

Covielle: Alabala krosiyam akci boram alabamen.

Cleonte: Katelukui tubaI urin soter amaluşan.

Mösyö Jourdain, (Dorimen ile Dorante’ye): Gördünüz mü?

Covielle: Diyorlar ki: zenginlik ve dinginlik yağmuru aile bahçenize her zaman yağsın.

Mösyö Jourdain: Size Türkçe konuştuğunu söylemiştim.

Dorante: Ne kusursuz şey! (…)

İşte burada Mösyö Jourdain’in, kendisini kandırmak için çevresindekilerin uydurdukları, ses bakımından Osmanlıcanın etkisiyle olsa gerek biraz Arapça, biraz Farsça çağrışımlı, gerçekte olmayan bir dil ile ilgili söylediklerinin üstüne atlayan ve bu beğeni cümlelerini Türkçeye ve Moliere’ye mal eden bizim kendi dillerinden habersiz Mösyö Jourdain’lerimiz, yolda çakı bulmuş şopar gibi seviniyorlar! Sanki dilimizin veya herhangi bir dilin buna gereksinimi varmış gibi “Şu Türkçe ne hayran kalınacak bir dil, az sözcükle çok şey söyler!” cümlesinin altına Moliere yazıp “beğen”iyor ve paylaşıyorlar!

En “budala”ları ise bu övgü sölerine örnekler diziyorlar ve ne ilgisi varsa “Nietzsche”yi “Niçe”, “Shakespeare”yi “Şekspir” biçiminde daha kısa söylememizi, dilimizin o “beğen”dikleri özelliği sanıyorlar! Biri de “Afyonkarahisarlılaştıramadıklarımızdan mısınız?” sözcüğünü İngilizlerin kaç cümleyle aktarabileceklerini soruyor; sonra dayanamayıp kendisi yanıtlıyor: Ne cümlesi, birkaç paragraf!

Türkçenin Mösyö Jourdain’leri “beğeni” koymaz biliyorum, ama sosyal medyadan bir örnek de ben aktarayım: Bizim, “bir kitabı aldıktan sonra okumamak, genellikle onu da diğer alınıp okunmamış kitapların arasına bırakmak” biçiminde ifade edebildiğimizi, Japonlar sadece “tsundoku” sözcüğü ile anlatıyormuş!

Bence bizim Mösyö Jourdain’lerimiz “tsundoku” yapıyorlar!

Mustafa Pala
Gerçekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)