Ta Gılgamış’tan bu yana ölümün sosyolojisi / Sami Günal
Sami Günal, içinde bulunduğumuz şu günlerde deprem dolayısıyla Türkiye’deki nerdeyse tüm evlere düşen ölümün sosyolojisini yazdı.
Zulamızdaki tüm ayıplar bile yekinmeye hazır birer misafirken insanoğlunun hazmedemediği ne kaldı ki ölümden başka? Yok yok, bu benim yanılgımdır! Ölüm de hazmedilir olmuş. Bencileyin garibin bile hazmettiği düşünülerek sessizce yaşadığı kimi tepkisizliklerin adıysa çaresizliktir. Şairane bir yaklaşımla denilir ki “Bir insanın anavatanı çocukluğudur.” Bakmayın siz depremdeki ölü sayısının resmî sayıyla elli binde tutulduğuna. Yıkılan şehirlerle bir de milyonlarca insanın çocukluğu öldü. Çağdaşlaşmaya koşut yürüyen eski kafalı bir muhafazakârım ki bakılmasın güldüğüme acılarım gurbet ellerde benimle sürgit yaşar. Bundan bir süre önce teyze oğlunun ardından emmim oğlunun elem verici ani vefatları üzerine yazdığım yazıda ölümün sosyolojisine yönelme içerisinde bulmuştum kendimi. Sebep, artık her cenazede olduğu üzere taziye uhreviyatına aykırı düşen kimi gözlemlerimdi. Mahpustaki şair, mektubunda sensiz yaşayamam, diyen karısına cevaben, belki evcil sevginin üstüne yabanıl bir sevgi geleceği kahrından belki de hayatın akışkanlığının doğuracağı acımasız gerçekliğe gönderme niyetine demişti ki: “Kalbimin kızıl saçlı bacısı / En fazla bir yıl sürer / Yirminci asırlarda ölüm acısı” O da kalmadı be şairim! Gidenin bir hayat olduğundan ziyade sadece içimizden eksilen bir sayı olarak algılandığı yirmi birinci asırda üç günden aza indi o dediğin ölüm acısı. Gerisinde ağlarsa anan ağlar. Arkamdan, kimseler evveliyatından yüklendiği boşboğaz hükümlerle sevince durmadan alayım hokkabazlığı elime ki ben güldürmüş olayım kendime: “Gülmesin hâlime yâren yoldaşım / Davulla zurnayla gömün beni / Şu koca dünyaya sığmadı başım / Davullu, zurnalı gömün beni” Ucuz ölümlerle bu kadar sarmaş dolaş olmuş geleneksel toplumlarda bir ağız vardı ya hani acılar paylaşılınca azalırdı? Gel gör ki yaşamı zorlaştıran “ceberut rejimler”, yoğunlaştırdığı gündelik kaygılar altında insanları beşeriyetten iyice uzaklaştırmaktadır. Böylesi sosyolojik bir rejim içerisinde paylaşılamayan yas, sadece birinci derecedekilerin yükü olmaktadır. Bunun adı insanı yalnızlaştırarak değersizleştirmedir. Bu değersizleştirmelerle bir başına bıraktırılan insanın: “Kurudur ekmeği, ele geçmez ayran / Tanımaz kimseyi, eylemez seyran / Ne bir düğün gördüğü olur, ne de bir bayram / Davullu zurnalı gömün garibi'' Her ne kadar günümüz kapitalist ilişkilerinin doğurduğu bir sonuç olarak insanın yok oluşuna gösterilen duyarsızlığı siteme tabi tutup ölümün kanıksandığından dem vurmuş olsam da tarihsel olarak insanoğlu dediğimiz şu kompleks yapı, özvarlığını anlamlandırmaya, daha doğrusu ölümlü olduğunu anlamaya, başladığı andan itibaren ölüme kayıtsız kalmayıp çare arayışları içerisine girmiştir. Sosyologların savları arasına "İnsan, düşünen bir hayvandır." tanımlaması da sıkıştırılmıştır ya işte yeri gelmişken onun da ispatını sunalım. İnsan, akıldandır ki ölümlü olduğu bilincini taşıyan tek canlıdır. Ki akıl yeteneğinden ötürü ölümsüzlük arayışı içerisine girmiştir. Bu arayışları temellendirecek olursak ta Gılgamış Destanı'na kadar eskiye dönmüş olduğumuzu göreceğiz. Gılgamış Destanı, yaklaşık beş bin yıl evvelsine dayanan, ölümsüzlüğü arayan bir kralın öyküsüdür. Bu destanın çıkışı aynı zamanda Sümerlerdeki yazının icadına dayanır ki bu destan kil tabletler üzerinde çözümlenmiştir. (Aziz Günal, tual üzerine yağlıboya) Yeri gelmişken lokal bir bilgi de vermiş olalım. Gılgamış Destanı’nda ölümsüzlük arayışı anlatılan Uruk (Şimdiki bizim Karkamış) Kent Kralı Antepli bir hemşerimizdir. Keyiflenmeye mecalim olsa Antepliler ölümsüzdür, diye kubarmak isterdim. Bu mecalsizlik içerisinde sanki keyif nidası peşindeymiş gibi "ölümsüzdür" münasebetsizliğini kullanışımın bir sebebi vardır elbet. Ölümsüzdür vurgusuna istinaden zorunlu olarak ölümün ikili anlamına geleceğim. Birisi sözünü ilk yazıdan bu yana ede geldiğim sosyolojik anlamıysa, diğeri dinî anlamıdır. Burada sosyolojiyle din çatışır. Dinsel anlam itibarıyla ölüm bir sondur, sonuçtur. Örneğin "Merhumu nasıl bilirdiniz?" sorusunun cevabıyla bu dünyayla olan son bağı kesilir ve öteki dünyaya teslim edilir. Bu dünyada yapıp ettiklerinin hesabı sorulmak üzere defteri kapatılır orada yeni bir başlangıca teslim edilir. Sosyolojik anlamıysa bu dünya içerisinde dini algının tersine sonsuzdur, yeni bir başlangıçtır. Yaşamsal edimleri sonlanmıştır ama onu çevreleyen sosyal tabaka tarafından sürgit yaşatılmak istenir. Ölümle birlikte ölümsüzlüğe eriştirilmek istenir ki mezar icat edilmiştir. Ölüye ev niyetine mezar yapılmıştır ki gele gide ziyaretlerle onu unutmayalım hep yaşasın diye. Yokluğunu kabullenmeyeceğimizdendir. Anıt mezarların anlamı nedir ki? Bu, ölünün sosyal anlamda yaşatılması istencidir. Şimdi de ölümün toplumsallığından çıkıp biraz da şahsilikleri daha doğrusu birinci şahsiliği üzerinde durmak isterim. Tarihini hatırlayamam ama bir zamanlar gazetelerde ilgiyle okumuşluğum olmuştu. Nedense hep Hatay’ın bir bölgesindeki insanlardı? (Reyhanlı olabilir mi?) Bölge insanları topluca reenkarnasyona uğradıklarını anlatıyorlardı. Yani başkalarının ruhlarını ve yaşantılarını taşıdıklarını iddia ediyorlardı. Hayret bir şey! Kısacası ölümü deneyimlemişlerdi. Oysaki bilim buna hayır, demektedir. Birinci tekil şahısların ölümü deneyimlemeleri kendi üzerlerinden olamaz. Ancak ve ancak ikinci şahıs ölümleriyle mümkün olmaktadır. Kimdir bu ikinci şahıslar? Birinci derecedeki yakınlarıdır. Ana-baba, eş-çocuk, kardeş. Bunlar kendi ölümüne denk acılardır. Kişi kendi ölümünü bu yakınlarının ölümü üzerinden görebilir. Ölümü tekil şahıslara indirgediğimize göre üçüncü şahıslar kim olacak peki? Tabiiki kendisi ve ikinci şahıslar olarak nitelendirdiğimiz birinci derecedeki yakınları dışında kalan şahıslar olacaktır. Yani sen, ben. İşte bam teli burasıdır. Hayat içerisinde her birimiz aynı zamanda dışımızdakilere göre üçüncü şahıslarız. Yukarılarda kullandığım kapitalist jargonlu tanımlamalar ne sol, ne entel sos katma hevesiyle boş bir değinme değildi. Her türlü değerleri yerle yeksan eden neo ya da klasik kapitalizm sonsuz kâr hırsıyla az para karşılığı insanları kendi dertlerine düşürdüğünden birbirini tepeleme yarışında olan insanlar değersizleştikçe çevrelerindekilerine hiç değer atfedemez oluyorlar. Bundandır ki ölenin değeri de olmuyor yası da sürmüyor. Üçüncü şahıs insanlar “it” seyrindeler. Ancak ikinci şahıs ölümlerine acınıyor insanlar. O bile uzun olamıyor. Ondandır ya ağlarsa anan ağlar. Anamalcı düzenler insanı sağ iken sömürmekle kalmıyorlar ölülerini de sömürüp paraya çeviriyorlar. Hani bir söz var ya kapitalizm, gölgesini satamadığı ağacı keser diye, hesap o hesap. Amerika’da var olduğunu biliyorum. İleri sanayileşme (sömürü) arızası olarak kurulmuş cenaze organizasyon şirketleri ve kiralık ağlayıcılar hizmet veriyor. Komedilerde geçiyor ama bilmiyorum bu sektörün Türkiye’de gerçekliği var mıdır? Hâlihazırda yemek işinin pazarlandığını biliyoruz. Kapitalizm işte böyle bir şey ki değil insanın insanla, insanın ölüyle kurduğu ilişkiyi bile değiştiriyor. Bir de özeleştiri yerleştireyim. Entel dantel geçineceğim diyerek her alandaki menfi değişikliğin kabahatini tümden kapitalizmin üstüne yüklemek insafsızlık yanında biraz da cehalet olur. Herkes serbest değil. Geleneksel toplum içerisindeki gibi çiftçi olmayıp modern devlet düzeneği içerisinde amir, memur vb. rolle bürokrasinin bir dişlisi ya da serbest nizamda örneğin bir semt eczacısıysa kaç gün yas tutabilecek ki? İyi de toplumun tümü memur değil. Evinde oturan da dejenere oldu bu düzen sayesinde. İlk yazıda ölüm sosyolojisine dair savladığım diğer tanımlamaları burada tekrara gerek yok. Sadece şu iki paragrafı ekleme ihtiyacı içerisindeyim: “Kıvranır durursun. Ağlayamazsan bile halayla, ağıtla hatta yazıyla da acını yaşarsın. Bundandır ki acı eninde sonunda folkloriktir. Kaldı ki sosyolojik açıdan bakılırsa cenaze merasimi hepten folkloriktir. Gönül ister ki söze vuramadığını bari başka bir davranış modeliyle dile getiresin. Bilen var mıdır ki sosyoloji bölümü öğrencilerine artık 'Ölüm Sosyolojisi' dersleri okutulmaktadır. Neden? Çünkü ölüm bireysel bir durum olsa da ölümün haber alındığı andan itibaren yaşanan tüm yapıp etmeler toplumsaldır. O çevre içerisinde yaşanılan kültürün yarattığı tüm değerlerin cenaze merasimi süresince yansıtıldığını göreceksiniz. Mesela kırgınlıklar biter, küskünlükler kalkar, dayanışmacılık kültürü ağır basar. Diyelim ki normal zamanda boş boş böbürlenmelerine ifritlik duyduğunuz bir yakınınızdan sizi mezarlık ritüeline ulaştırmasını talep edebilirsiniz.” Planlarım içerisinde intihar üzerine bir yazı yazmak vardı ama ölümün genel çerçevesi ve sosyolojisi üzerine uzun uzadıya iki yazı yazacağımı hiç düşünmemiştim. Keşke beklenmeyen ölümler olmayaydı da yazmayaydım. Çok ağır geldi. Kabullenmek zor. Kaldı ki gülsem de ölümleri hep aklımda tutarım. Her gün hepsini sıraya dizemesem de gün gün tamamlarım anmayı. * NOT: Yazı manşetindeki tablo, yazıda andığım emmim oğlu naif çocuk Aziz Günal’a aittir. Yaşam-ölüm ilişkisi işlenirken doğuma dair kullanılan meşhur leylek mecazına denk geldi. Sami Günal
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR