Oturduğum sokağın iki alt caddesinde yürürken, gözüme bir tabela ilişti. Haftada üç, dört gün yürüdüğüm bu caddede, bu tabelayı yeni görmüştüm. Eni oldukça geniş tabelada, yeni açılan bir psikolojik danışma merkezinin kocaman adı yazılıydı, tabelanın pırıl pırıl olmasından, yakın bir zaman önce asıldığı belliydi.

İnternette yaptığım basit bir araştırma sonucunda, caddede ve onun yakınındaki sokaklarda toplam on üç tane daha psikolog-psikiyatrist olduğunu gördüm. On, on beş dakikalık yürüme alanında, bu kadar yüksek bir rakam şaşırtıcıydı.

Neden bu kadar psikoloji uzmanına ihtiyaç duyuyoruz? Elbette ki psikolog ve psikiyatristlere saygımız sonsuz ve tabii ki onlara ihtiyacımız var, ama adım başı psikoloji merkezi olması normal mi?

 Ülkemizde 2012 yılında 37 milyon 280 bin 936 kutu olan antidepresan kullanımı 2022 yılında 61 milyon 870 bin 998 kutuya çıkmış.(1) Covid-19 salgınının bu artışta etkili olduğu olasıdır. Ekonomik sorunlar da bu artışta etkili olabilir.

Ondan birkaç gün sonra, kendime iş edinip, aynı caddedeki yeme içme yerlerini saydım. Çıkan rakam da en az yukarıdaki kadar şaşırtıcıydı. İki binden biraz fazla adım attım, iki bin adımda yirmi dokuz tane yeme içme yeri saydım. Bunların büyük kısmı da isimleri yabancı dilde olan kafeler.

Burası Ankara’da hemen hemen herkesin bildiği Gaziosmanpaşa semtindeki bir cadde. Caddede bunun dışında çok sayıda hukuk bürosu, banka şubeleri, irili ufaklı market ve üç, beş tane de estetik merkezi var. Civarında eğitim ve gelir seviyesi yüksek insanların oturduğu caddede, kütüphane, kitabevi, küçük bir tiyatro, resim galerisi vs. maalesef yok.        

Kafeler de elbette ki olacak. Eşimizle, dostumuzla, arkadaşımızla, kardeşimizle, iki çay, kahve içip, sohbet etmek insanın en olağan ihtiyaçlarındandır. Kafelerde, çoğunlukla kulağında kulaklık, elinde telefon veya önünde tablet, tek başına saatlerce oturanlar var, iki veya daha fazla kişi oturanlar ise, yine ellerinde telefon, arada bir iki kelime ederek zaman geçiriyorlar.

Birkaç hafta önce oturduğum bir kafede karşı masaya iki genç kız oturdu, dünya güzeli, yirmili yaşlarda, muhtemelen üniversite öğrencisi iki genç kız. Mart ayı olmasına rağmen, hava dondurucu soğuktu ve hafiften kar yağıyordu. Dışarıda oturuyorduk. O dondurucu soğukta, göbek ve sırtları açık kızların ellerinden tabii ki telefonlar düşmüyordu. Dudaklarını büzüştürerek, şuh bir bakış takınmaya çalışıp, birbirlerinin fotoğraflarını çekiyor, arkadaşlarına mesaj gönderip, mesaj alıyorlar, on dakikada bir koca çantalarından bir şeyler çıkarıp, saçlarını düzeltiyor, makyajlarını tazeliyorlardı. İster istemez konuşmalarından duyduklarımdan ise hiç bahsetmeyeceğim. O koca çantalarda, bir kitap olmasını çok isterdim.

Toplumumuzdaki çürümeyi, yozlaşmayı görmek için sosyolog olmaya gerek yoktur. Komşuluk ilişkilerine, evde, işyerinde, sokakta, kafelerdeki insan ilişkilerine biraz kafamızı kaldırıp, baktığımızda bunu görebiliriz. 1946’dan sonra girdiğimiz süreç, 1980 sonrasında, bizi daha da fazla çürütmüş ve yozlaştırmıştır.  

Artık oturduğumuz apartmandan ismini bilmediğimiz birinin ölümünü, asansördeki yazıdan veya kulağımıza gelen Kuran okuma sesinden öğreniyoruz. Bahçede oynayan çocuk göremiyoruz, çünkü etrafı tel örgülerle çevrili evlerinde tablet, telefon karşısındalar. Karşı komşumuzun ismini bilmiyoruz, evde canımız sıkıldığında, kapısını çalıp, tavla oynayacağımız bir komşumuz yok. İçi boş siyaset, futbol, diziler, günlük dedikodu, tatilde nereye gideceğimiz konularından başka konuda pek bir şey konuşmuyoruz. Taraftarı olduğumuz siyasetin yayın organlarından ülkemizi ve dünyayı anlamaya çalışıyoruz. Kitap okursak, anca medyanın, reklam panolarının bize pompaladığı yazarları okuyoruz. Kocaman kitabevlerinin baş köşelerinde o ‘Türkçe’ edebiyatçıların kitaplarını görüyoruz. Sosyal medya, internet zaten baş tacımız, mesai saatlerinin bile büyük kısmını oralarda geçiriyoruz. Yoksulumuzun yaşamı ayakta kalmaya çalışmakla geçiyor. Hali vakti yerinde olanlarımız ise yaşamını kariyer peşinde koşmak ve yaşamı boyunca harcayamayacağı kadar parayı istiflemek, ev, araba, telefon değiştirmekle geçiriyor.

Kapitalizmin dayattığı aşırı tüketiciliğimiz, duyarsızlığımız, yalnızlığımız, içimizin kapanmayan boşluğu, bencilliğimiz bizi yeme, içme yerlerinde saatlerce zaman öldürmeye veya psikoloğa, psikiyatriste, antidepresana bir yerde mahk?m ediyor. Batı’dan öğrendiğimiz, hemen hemen herkesin bir psikoloğu, psikiyatristi olmalı düşüncesi yaygınlaşıyor.

Batı’nın kültür emperyalizmi bizi yıllar itibariyle, bu hale getirdi. Oysa her zaman topraklarında doğmaktan onur duyduğum Anadolu’nun ne kadar zengin bir kültürü var. Pir Sultan’lar, Karacaoğlan’lar, Nasreddin Hoca’lar, Veysel’ler, Emrahlar, Yunus’lar, Nazım’lar, Sait Faik’ler, Orhan Kemal’ler, Sabahattin Ali’ler, Dağlarca’lar, Cahit Külebi’ler, saymakla bitmez. Türkülerimiz, halaylarımız, ağıtlarımız, masallarımız, destanlarımız, meddahımız, ortaoyunumuz vd. Dünyada böylesine köklü ve zengin kültüre sahip bir millet az bulunur. 

 En başta da Cumhuriyet devrimimiz var. Yüzyıllara sığmayacak devrimleri, on beş yıla sığdıran bir devrim süreci. Onu da maalesef çürüttük. Nutuk bile okumadan, göbeğimizi açmayı, pantolonumuzu yırtmayı, rakı içmeyi, Anıtkabir’i ziyaret edip, fotoğraf paylaşmayı çağdaşlık, ilericilik, Atatürkçülük sandık. İnsanın bazen, Oktay Akbal Ustamız gibi ‘Atatürk Yaşadı mı?’ diyesi geliyor.

Çözüm birçok konuda, çok şey yapmayı gerektiriyor. Bunların hepsini bilmek benim boyumu aşar. Ancak belli başlılarını sıralamak gerekirse: Tarihimizi bilmek, başta kültür emperyalizmi olmak üzere, her alanda emperyalizme karşı çıkmak ve Atatürk’ün baş hedefi olan Tam Bağımsız Türkiye’yi yaratmak, laik-bilimsel-eşit-parasız eğitim, kamucu-halkçı ekonomi, Köy Enstitüleri benzeri eğitim modellerini yaşama geçirmek, Halkevlerini yeniden kurmak. Benim ilk aklıma gelenler bunlar.

Yaklaşan seçimlerde, bu belirttiklerimi söyleyen bir siyasetçi duymadım. Onlar aritmetik hesap peşindeler, "1930’ların partisi değiliz, son 10 yılda en çok değişen parti biziz" demekle övünüp, bizim de onlara tıpış tıpış oy vermemizi bekliyorlar. Yine, onlara oy vereceksek verelim, ama onlardan halkevleri, köy enstitüleri, kamucu ekonomi konusunda en azından iki çift laf etmelerini isteyelim, bekleyelim.

Değerli Hocamız Prof. Dr. Anıl Çeçen’in ‘Atatürk’ün Kültür Kurumu Halkevleri’ kitabına, bundan 35 yıl önce, 1988 yılında yazdığı sunuş yazısından bir alıntıyı paylaşmak istiyorum:

‘Geçmişi ve olayları bilmeyen genç kuşakların Batı sisteminin tatlı ve hoş nimetleri arasında kimliğini yitireceği ve cumhuriyetimizin korunmasında yeterli bekçilik yapamayacağı kuşkusuzdur. Nitekim, günümüzde publarda, barlarda ve kafelerde bir araya gelen gençlerin toplumsal sorunların uzağında kaldıkları, kendi halkının sorunlarını bilmedikleri araştırmalarla saptanmaktadır. Renkli dergiler, renkli televizyon ve yayınlarla beyinleri uyuşturulan gençlerin, toplumsal bir bilince sahip olmaları olanaksızdır. İşte Halkevleri bugün üçüncü dirilişinde başarıya ulaşabilirse; publarda sarhoş olan, barlarda dedikodu yapan, kulüplerde uyuşturucu alışkanlığı edinen genç kuşakları, girdikleri çıkmazlardan kurtaracak ve onları Türk toplumuna kazandıracaktır."(2)

(1) www.dunya.com, 29.01.2023, Son 10 yılda antidepresan kullanımı yüzde 66 arttı.

(2) Atatürk’ün Kültür Kurumu Halkevleri, Anıl Çeçen, Cumhuriyet Kitapları, Genişletilmiş İkinci Bası, Kasım 2000, s. 15-16

H. Murat Doğan  
Gerçekedebiyat.com

  

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)