Siluetini arayan kent / Tahsin Şimşek
Boğulan / Boğdurulan İstanbul’dan önce önce, dünün tablosunu koyalım önümüze. Le Corbusier’in “Şark Seyahati”nde gördüğümüz o 1911 tablosunu. Bir mimarın, dışardan ve nesnel bir gözün gördüğü tabloyu. O çok ilginç Batı – İstanbul karşılaştırmasıyla. Corbusier, “Dolmabahçe, Çırağan, Beylerbeyi…” saraylarını görür görmez şu irkiltici soruyla dikiliyor karşımıza: “Gemimiz Beşiktaş’taki o iğrenç sarayların açığındaydı, ey Jön Türklerin ülkesi, ilk eserlerin bunlar mı?” Onun Pera – İstanbul karşılaştırması da bir o kadar silkeleyici. “Pera’nın vahşi yırtığı karşısında, bütün İstanbul’da kaymaktaşından yapılma narin boyunlara geçirilmiş gerdanlıklar buluruz.” Evet, Le Corbusier, eski İstanbul tutkunu. Cadde-i Kebir voltaları onu pek ilgilendirmiyor.Çünkü bilir o, İstanbul’un nerede başlayıp nerede bittiğini: İstanbul, Bizans’tan kalma o harika surların ötesine geçmez; çok dar mekânlara sıkışıp kalmaktan hoşlanır.” Cengiz Bektaş da nice yapıtında: “Le Corbusier, bütün yeryüzü mimarlarına seslenerek, siluetin ne olduğunu anlamaları için İstanbul’u görmelerini salık verir.” derkendikkatimizi onun bu tutkusuna çeker. Peki, Corbusier o siluette neyi görüyor? İşte yanıtı: “Asya’nın Avrupa’dan birdenbire uzaklaştığı yere götürdüler bizi. Işık tam arkasındaydı artık İstanbul’un; bu ışık altında yekpare bir kütle gibi duruyordu İstanbul. Titreşen ışık sudan yapılma, beyaz bir kaide yaratıyordu İstanbul’a bütün bu yelkenliler bu kaidede dolaşıyor, bütün bu dilsiz gemiler buraya demir atıyordu. Geminin pruvasında, sedir ve çınarlar arasında sarayın çatıları kat kat yükseliyordu – şiir sarayı, bu öyle zarif bir eser ki insanın bunu bir defa daha hayal etmesi imkânsız. Bildiğiniz dizi de buradan başlar zaten. Denizin üstündeki ışıktan buğu bu ters ışıkta eriyip gitti; Mihrimah’a kadar yayılan bu ters ışık ise göz alıcı bir aydınlık içinde gökyüzünden ayrılıyordu. Böylesi bit birliği bir daha asla görebileceğimi sanmıyorum!” Bakın Corbusier, nicemizin yere göğe koyamadığı Batı’nın o sanat yolculuğu (Gotik, Barok, Rokoko, Kübizm, Sürrealizm…) ile o eski İstanbul ve Sinan mimarisini nasıl karşılaştırıyor nasıl yapıyor ve bizi nasıl uyarıyor: “ Üsluplar giderek karmaşıklaşıyordu. Yığışmalarla kar karşıyaydık, çoğuna şüpheyle yaklaşmak gerekiyordu. / Türkleri ayrı tutmak gerekir. Terbiyeli ağırbaşlıydılar, olup bitenlere saygılıydılar. Ortaya çıkardıkları eserler de müthiş güzel ve haşmetli. Bu ne birlik! Bu ne değişmezlik’ Bu ne bilgelik! Akşamları büyük camilerin dış avlularında… / Bizim ilerlememiz neden bu kadar çirkin? Kanlarına hâlâ dokunmamış olanlar, neden biçim kötü yanımızı almakta ısrar ediyorlar? Sanat alanında zevkli miyiz ki? Hâlâ kalkıp da kuram parçalamak, kupkuru Kuram’ın ta kendisi değil mi?/ Ahenk denilen şeyi bi daha asla elde edemeyecek miyiz?” Corbosier’in soruları abartılı mıdır, abartıda ölçüyü kaçırmış mıdır onu bilemem. Ama şu tümcesini de buraya eklemenin tam vaktidir: “Bir İran minyatürüne baktığımızda “herkesin dostu!” Raffaello’yu çavdar ekmeği gibi kaba buluruz.” Evet, Corbusier’e göre yalnızca camiler değil, “Konak, yani ahşap Türk evi mimari bir şaheserdi.” Bu güzellik ve dinginlik tablosuna Corbusuer, övgü müdür yergi midir, şu notları da düşer: “Türk’ün hayatı cami ile başlar, konuşmadan tütün içilen kahvelere uğrayıp mezarlıkta son bulur” “Levantenler… Pera’dan, çömelmiş duran ve sonu gelmez bir keyfe dalan Türkleri seyreder.” “Birbirlerinden vazgeçmeyecekleri düşüncesindeyim, kimlikleri hiç mi hiç benzemiyor birbirine. Ama gene de birbirlerini tamamlıyorlar. Pera, İstanbul, Üsküdar, bir teslis!” Peki, ben bu İstanbul tablosundan biraz daha öncelere gidip bir eski İstanbul minyatürü yapsam, yok öyle bir yeteneğim ya, neler mi olurdu o minyatürde, hemen söyleyeyim: cami, kubbe, çini; sarık, bıyık, teşbih; mezar taşı, servi, çınar; çeşme, sebil, güvercin; bir de dar ve dik yolların emektarı eşek… Erguvana yer kalır mıydı bilmem! Ne kaldı dünden bugüne? O tablo niye indi duvardan? Yanıtını birlikte arayalım. Cengiz Bektaş’a göre kentli olmak, sabırlı bir emektir, “İnsan içinde, çakıl taşları gibi birbirlerine sürte sürte insan olur insan.” [1] Kaç kuşağın birikimidir İstanbullu olmak. Aydın olmak birkaç kuşak daha ister. Bunu unuttuğumuz için, bunca dönek aydınla karşı karşıyayız ya! Gürol Sözen’e göre de “İstanbul, bir anlamda, ters akıntılarda yüzmeyi bilenlerin kentidir.” Şimdi, ne alta ne üste bakan var. Evet, Boğaz’da bir ters akıntı vardı, altı farklı, üstü farklı yöne… Şimdi bütün akıntılar bir girdapta boğulmakta. Paranın dümen suyunda alabora olmakta… Kanal İstanbul’la o akıntı ishalleşir mi bilmem! Kabız olan birinin kıçına ikinci bir delik açtırması gibi bir absürtlük mü yaşanıyor yoksa?... Akgün Akova, bu ters akıntıyı şöyle somutluyor: “sen bir ormanın annesi olsaydın / İstanbul seni kıskanır / yerin dibine geçerdi utancından”[2] Bu “olgu”yu, dizelere döken, çığlığa dönüştüren çok. Değerli dostum Sedat Şanver, o Kâbusnâme’sinde, o keskin ironisiyle “Keskin Viraj”dan olanca çıplaklığıyla gösteriyor olup biteni: “Acılar koridorda paketleniyor; balkonda fener alayı, pencerede ayrılık / Yükseldikçe yükseliyor binalar, tanrının tahtına göz dikiyor müteahhit / Epey sürer bu temaşa, her taraf çalgı çengi, zenne kimsesiz, köçek yetim / Paranın yöresinde oynayıp duruyor imanlı dansöz, zurna pek hevesli / Aydınlanma ışıkları, havai fişekler, hercai menekşe, işgal haberi /…/ Herkes şeffaf fanusta, herkes bir tek kendine komşu, herkes mutsuz / Altı numara ile dokuz numaranın odasında güvenlik kamarası / Karton tabak baş köşeye kurulmuş, plastik tepsiler kalaycı çarşısına küs / Kurnaz patron mutfak tezgâhına gizleniyor, fabrika duvarları azametli”
Orhan Duru da “İstanbul’un Düş Kırıklıkları”nda somutlamakta bu durumu. “Sıraselviler’deselvi yok. / Sıracevizler’de ceviz yok. / Topağacı’nda ağaç yok. / Söğütlü Çeşme’de söğüt yok. / Elmadağ’da elma yok. / Ihlamur’da ıhlamur yok -oralet var- / Çamlıca’da çam yok. Anadolu ve Rumeli Kavağı’nda kavak yok. / Asmalımescit’te asma yok. Bostancı’da bostan yok. / Bahçekapı’da bahçe yok, kapı da. / Fındıklı’da Fındıkzade’de fındık yok. / Acıbadem’de badem yok... Narlıbahçe’de nar yok. / Tarlabaşı’nda tarla yok... Laleli’de lale yok.”[3] Evet, Lalelim de Laleli’de oturmuyor. İyi ki Orhan Murat Arıburnu bu günleri görmedi! O düş kırıklılarını yaşadık, yaşıyoruz. Ben de bir zamanlar ironik bir şiirimde: “Şair olduk İstanbulinler giyemedik / Ve Altınboynuzlar takınıp da / Yeditepe'yi bir türlü aşamadık / Ey Kaptan-ı şiir ve sevgili ‘Mırç’”[4] diye sızlanmıştım. Bunca deneyimden sonra bugünlerde bu “Yorgun İstanbul”a ne demeyi mi yeğlerdim? “Tellerin “Taksim”i unuttuğu / Bu yorgun İstanbul’da / Nasıl da isterdim / Ah nasıl / Künklere nefes aldıran / Bir suterazisi olmayı // Ve yıkanmaya inen pür telaş / Şu meraklı bulutlara / Kuş sesleri belleten” demeyi elbet. Evet, künkler de boğuluyor, sokaklarda!... Gökyüzü de!. Şair olarak Yeditepe’yi aşamadım, İstanbul’a suterazisi de olamadım evet; ancak Yeditepe’yi bir güzel gezdim, gördüm. Gelin, şu yedi tepenin hepsini bir bir anımsayalım: 1) Ayasofya, Topkapı Sarayı ve Sultan Ahmet, 2) Çemberlitaş, 3) Beyazıt Camii ve İstanbul Üniversitesi, 4) Fatih Camisi, 5) Fener üstü Sultan Selim Camisi, 6) Edirnekapı ve Ayvansaray, 7) Topkapı ve Aksaray’ın bulunduğu tepeler. Tepe mepe yok demeyin, zamanın dümdüz etmediği ne kaldı ki! Bu toplumsal savrulmayı, bu dümdüz olmayı, sanırım, en olağanüstü ve ironik biçimiyle, Orhan Murat Arıburnu somutluyor: “İki cambaz bir ipte oynamaz / Bir ipte bir sürü cambaz / Hilebaz, madrabaz, kumarbaz / İki cambaz bir ipte oynamaz // Bir ipte bir sürü cambaz / Ateşbaz, işvebaz, hokkabaz // İp niye kopmaz / Zampokeyin pi” Neden mi? Şairlerin derdi ne mi? Kent, gelenleri kentlileştireceğine, çakıl taşları gibi pürüzlerini sileceğine, hızla köyleşmekte. Sekçuk Erez, sormaktadır; “İstanbul Nerededir” diye. “Hiroşima’yı atom, Varşova’yı Hitler, Kobe’yi zelzele, Pompei’yiVezüv mahvetmiştir. İstanbul’u da yoğun görgüsüzlük yiyip bitirmektedir.” derken hiç abartmamaktadır. Bu görgüsüzlüğün somutlaması da Onat Kutlar’ın şu tümcesi olsa gerek: “Hele Beyoğlu. Tuhaf bir kokusu var. Lağımla karışık parfüm gibi.” Newyok’un lastiğini de korona – covid19 patlattı! Acı ama gerçek! İstanbul, bir iki çocuk yapmaktan başka hiçbir hüneri olmayanlarla dolup taştı Bektaş ustanın dediği gibi, bu yeni İstanbullu hâlâ tam bir “su körü”. Nicedir, bu kenti yönetenlerin de renk körü olduğunu hepimiz biliyoruz. Bu renk körlüğünün tarihi, o yerlere göklere konmayan / konamayan Menderes’le başlar, Özal ve Erdoğan’la sürer. İstanbul’da İstanbul’u arayanların, bu üçlüyü asla unutmaması gerekir. Bir de yıkımın hedefini. O hedefte, “cumhuriyet, tarih, sanat, yaşam…” vardır. Briyantinli Menderes’in işaret parmağıyla başlayan bu yıkım, hâlâ sürmekte. Bu yıkımın nedenini anlamak için, bu kültürün soyut somut simgelerine bakmak gerekir. “Briyantin” Menderes’le, “takunya” Özal’la, “rabia, ayran” Erdoğan’la özdeşleşmiştir. İstanbul ağzının o eski sözlüğü, sahaflara düşeli nice oldu!. Artık yepyeni bir sözlüğün dili egemen sokaklara, ekranlara, yaşama… Kasımpaşa ağzıyla telaffuz edilen, “türban –tesettür,badem bıyık –tespih, imam hatip -ticaret (din ticareti), merdiven altı - fıtrat, Osmanlıca - vanmünit, gökdelen, AVM…”li bir sözlük!“Ey”i bol, argoca zengin, sallanan parmakla etkili, pardon müessir bir dil…Donkişotluğu beceremeyenlerin “dinkişotluk” çağı... Yetmiş yılın özeti bu. Burada şu notu da eklemek gerekir sanırım. Kadınların giyim kuşamını düzenlemeye, hareket olanaklarını kısıtlamaya, dün, II. Abdülhamit kalkışmıştı; bugün de siyasi köklerini onda görenler. Hem de çok katı bir biçimde!... Kadıköy vapurundaninenlerin kılık kıyafetinden, eteğinden şortundan rahatsız olmak da polemiği... Briyantinli Menderes döneminde, o parmak, nereyi, hangi yönü gösterdiyse orası yıkılmıştır. Vatan ve Millet Caddeleri böyle açılmıştır. Sonra da adları, Adnan Menderes ve Turgut Özal Caddeleri oldu. “Vatan” ve “millet” sözcüklerini dillerinden hiç düşürmeyenlere sormak gerekir; kişiler “vatan” ve “millet”ten niye daha kıymetlidir? Çünkü onlar, vatanı, milleti, “tarihi doku”yu hiç mi hiç umursanmamışlardır. Örneğin, Fatih’in kız kardeşi Selçuk Sultan adına yapılan cami başta olmak üzere, tam elli cami bu dönemde yıkılmıştır. Selçuk Sultan Camisi, bu coğrafyada, bir kadın adına yaptırılan ilk camidir. Burada şu saptamayı da yapmak gerekir, cumhuriyetin ilk yirmi beş yılının birikimi yetmiş yılda yok edilemedi. Hilton’la başlayan doku yıkımı AVM ve iş merkezleriyle sürdü. Galeria, Akmerkez ve Capitol’le devam eden AVM’ler ve sayıları 120’yi geçen gökdelenlerle, İstanbul’da yaşam da trafik de artık iyice felç olmuş durumdadır. Kuşkusuz, geri kalmış ülkelerde, dev aynaları çoktur. Binasına da erişilmez, buyurganına da. Sokakları ezen bu yapılarda, “ev” sözcüğünün sıcaklığını ara ki bulasın! O gökdelenlerin en çirkini, en soğuğu hiç kuşkusuz Gökkafes’tir. Evet, Özdemir İnce’ye “Pistanbul” dedirten bir neden olmalı değil mi? İroniyi delicelendirirsek, Mart 1994’ten sonrasına da Sistanbul içinde Fistanbul diyebiliriz artık! Kenti kent yapan, alanlardır, parklardır… Ne var ki zalimler ve yıkıcılar, halkın parklarda, alanlarda bir araya gelmesini istemezler. Halkın nefes almasını istemezler; çünkü halkın nefesini sevmezler. Dahası onların düşleri halkın düşlerine benzemez. Celal Bayar’ın “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız!” savının / düşünün, İstanbul’u ne hale getirdiği ortada. İstanbul, Emre Kongar’ın “Perişan Sevgili”sidir artık! Demek ki saçı briyantinlemekle, köprüde arabaya yeni kaset koymakla, arada bir “ihanet ettik” demekle devleti yönetmek arasında doğrudan bir bağ yokmuş. Demokrasimiz, bu gerçeği hâlâ görmemekte, renk körlüğünde ısrar etmektedir. Çünkü cehalet tufanı devam ediyor. * Berfin Bahar, Sayı 273, Kasım 2020
YORUMLAR