Şiirin/Romanın ve Direnişin Ölümsüz Dehası: Nazım Hikmet / Bedriye Korkankorkmaz
Soğuk geçen bir kışın sonunda Mersin’e bahar geldi. Sırtımı bir ağacın gövdesine yaslayıp kuşların sesini dinledim. Doğanın bir parçası olmak her zamanki gibi beni mutlu ediyor. Böyle anlarda kendi derdimi ve kendimle olan savaşımı unutuyor, kendimi doğanın dinginliğine bırakıyorum. Hafiften esen rüzgâr ağaçların yapraklarında piyano resitali veriyor, kuşlar da sesleriyle bu resitale eşlik ediyor. Kırgınlıklarımı, kızgınlıklarımı unuttum. Çoktandır beni terk eden huzuru iliklerimde hissettim. Gözlerimi kapadım. Yaşıyor olmaktan sonsuz bir haz aldım. Ağaçların çiçeklerine dokundum; hatta çiçeklerin her birini büyük bir minnet duygusuyla öptüm. Güneşe çevirdim yüzümü. Güneş tüm cömertliğiyle insanların dünyalarını ısıtmaya devam ediyordu. Güneşin cömertliği karşısında kendimden utandım. İnsanın doğaya ihanetini yüreğimin derinliklerinde hissettim. Denizi doldurup üzerine taş binalar konduran insanların kalpsizliği ve açgözlülüğü karşısında insanlığımdan utandım. Utancımdan başımı öne eğdim. İnsan olmanın en büyük erdem olduğunu bir kez daha algıladım, çünkü hiçbir insan evladının doğanın bu eşsiz güzelliğini bozmaya kalkışmayacağını biliyordum. İnsanlığını yitirmiş, çıkarlarına köle olmuş insanlar doğanın nimetlerini, güzelliklerini hiç düşünmeden yok edecek yüreği kendilerinde bulanlardır.
Hayattaki en büyük arzum şair yazar Nâzım Hikmet’in ölümsüz ruhuyla sohbet etmek. Bugüne değin çağrılarıma kulak verip benimle sohbet etmedi. Çok yoğun olduğu için sohbet etmeye vakit bulamadığını düşündüm. Bu düşüncelerle cebelleşirken birden onu karşımda gördüm. Bütün gücümle sarıldım. O da bana sarıldı. Memleket hasretini gidermek için bana sarıldığı için, bir türlü kolları arasından bırakmıyordu beni. Bir an ikimiz de ağlamaya başladık. Gözyaşlarımız birbirine karışmıştı. Uzun süre yüzümü seyretti, sonra yeniden sarıldı bana. Güneşe baktı uzun uzun. Sonra o da benim gibi sırtını ağaca yasladı. Sözün kilidini ilk açan ben oldum:
Sevgili dostum, senin öncelikle şair yanınla başlamak istiyorum. Sen Türkçenin en dokunulmaz şairisin. Bu dokunulmazlığı yaşadıklarından ve şiire sunduğun katkılardan dolayı fazlasıyla hak ediyorsun. Cemal Süreya senin için “Türk şirinin N vitamini” demiş. Bu olmayan N vitamininden yola çıkarak Cemal Süreya’nın senin için söylemek istediği şeyin aslında, şiire getirdiğin yeni bir yaşam soluğu, yeni bir şiir anlayışı ve taze kan olduğunu anlıyorum. Sen şiirimizde yaşam kaynağı şiir olan yeni bir anlayış yarattın. Hapislerde yatarken birçok çile çektin. Bu yönünle edebiyatımızın en çok çile çeken şairlerinden birisisin. Ölümünden sonra bile şiirlerin devlet tarafından yasaklandı. Bu yanıyla devlet senin şiirlerini yansız değerlendirme hakkını okurundan aldı. Devlet tarafından vatan haini gözüyle bakılan bir şairin şiirlerini gereği gibi algılamak görevi de okuyucuya kaldı... Afşar Timuçin senin şiirlerine bir felsefeci olarak yaklaşmış ve şiirlerinden yola çıkarak bir dahi olduğunu söylemiştir. Afşar Timuçin senin şiirini ideolojiye bağımlı olarak irdeliyor ve senin güdümlü sanatı yadırgamadığın kanısına varıyor. Bu kanıya varırken Marksçı dünya görüşünü öğrenmeye çalıştığın 1922-1925 yılları arasında Mayakovski, Selvinski ve Bagritski gibi şairlerin estetik anlayışlarından nasıl etkilendiğini de belirtiyor. Bu konuda neler söylemek istersin sevgili dostum?
Sevgili Bedriye her şeyden önce benim şiirimi besleyen gerek yerli gerek yabancı birçok şair olmuştur. Ben bu saydığın şairleri izlerken öncelikle ikircikli davrandım, daha sonraları Mayakovski’de karar kıldım. Benim hiçbir zaman öykünücü olmadığımı vurguladıktan sonra, ilk kez 1922’de yazdığım “Yeni Sanat” adlı şiirimde sanat anlayışını açığa kavuşturduğumu da belirtiyor Timuçin. Ben şiirlerimde müziği öne çıkarttım; özellikle tek sesli müzikten kaçtım; o güne değin alışılagelmiş olan uyak düzenini bıraktım; daha çok iç uyaklara yöneldim; özdeş sesleri bir araya getirdim şiirlerimde. Şiirlerimde ses uyumunu bir mimar gibi bilinçli olarak serpiştirirken zaman zaman da ses yansımalarını kullandım. Sanatın kitleleri karanlıktan aydınlığa götürme işlevini kavradığım için, sanatın toplumu dönüştürme işlevini sağlamakla yükümlü olduğunu tüm yazınsal üretimlerimde ön plana çıkardım. Ben her zaman toplumcu bir sanatçının, yükümlü ya da güdümlü bir sanat anlayışını taşıyan gerçek sanat eserlerine imza atacağını düşündüm. Benim ürettiğim tüm sanat ürünleri insanı merkez alır. Bir Nâzım ekolü yaklaşımı yerine bir Nâzım dünyası anlayışıyla şiirlerime yaklaşırsan daha gerçekçi sonuçlara ulaşabilirsin. Benim ilk şiirim bir çocukluk tekerlemesidir: “Yanıyor yanıyor/ Müthiş terakeler/Çekiyor ağuşuna bu advi beşer/ Haneler, fakirler, yetimler…”
Biraz da aile yaşantından söz eder misin?
Sevgili Bedriye, Ben şair Nâzım Paşa’nın torunuyum. Onun evinde Muhammediye okudum. Hayatıma dair senin elinde bulunan bilgileri olduğu gibi aktarıyorum sana. Ben 20 Kasım 1901'de Selanik'te doğdum (aile çevremde 40 gün için bir yaş büyük görünmesin diye bu tarih 15 Ocak 1902 olarak anılmış, ben de bu değişikliği benimsedim.) Baba tarafından dedem Nâzım Paşa valiliklerde bulunmuş, özgürlükçü, şairliğe yatkın bir kişiydi. Mevlevi tarikatındandı. Anayasacı Mithat Paşa’nın yakın arkadaşıydı. Babam Hikmet Bey ise Mekteb-i Sultani (sonradan Galatasaray Lisesi) mezunu. Önce ticaret yaşamını denemiş, başaramayınca Kalem-i Ecnebiye'ye (Dışişleri) bağlanmış bir memurdu. Ben 1917’de girdiğim Heybeliada Bahriye Mektebi'ni 1919'da bitirip Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atandım. O yılın kışında son sınıftayken geçirdiğim zatülcenp hastalığı tekrarladı. Aile dostumuz Deniz Hastanesi Başhekimi Hakkı Şinasi Paşa'nın gözetiminde iki ay süren bir tedavi döneminden sonra, bana iki ay da evde dinlenme izni verildi. Bu süre sonunda da toparlanamadığımdan, deniz subayı olarak görev yapamayacağımı anladım. 17 Mayıs 1920'de, Sağlık Kurulu raporuyla, askerlikten çürüğe çıkarıldım. Benim ilk şiirlerimin arasında “Mevlana” adlı bir şiirimin olduğunu biliyorsun. Babam da ünlü dilcilerden biridir. Babam çocuklarının iyi yetişmesine çok özen gösterirdi. Oktay Rifat’ın annesi de Enver Paşa’nın kızıdır. Çok iyi Fransızca bilmekteydi. Annem Ayşe Celile Hanım Lamartine’i ezbere bilen bir ressamdı. Ben çok donanımlı bir sanat ortamında yetiştim. Edebiyatla pek ilgisi olmayan Hikmet Bey, bana Tevfik Fikret’i coşkuyla okurdu. Fikret’i okumadan şiir yazanlara oldum olası şaşmışımdır. İlk şiirlerimde Fikret’teki ölçek ve uyak seçimleri, bunların tema ile uyumu açıkça görülmektedir. “Geçer boş sokaktan, hayalet gibi/ Şitabân ü püşideser bi sabi.” Benim “Yangın” şiirimde şöyle bir ikilik yer alır: “Semaya kalkmış istimdâd eden eller/Validesiz pedersiz kalmış masumlar” senin de anladığın üzre bu şiirin sözcük ekonomisi dize söyleyişi tümüyle Servet-i Fünun’dur. Şiirlerimin üzerinde oldukça çok çalışıyordum. “Hâlâ Serviliklerde Ağlıyorlar mı?” adlı şiirimi Ümit dergisinde ikinci kez yayımladım. Bir dönem şiir yazmaktan çok, şiir üzerine düşündüm. 1918’de yazdığım şiirler genellikle mistik, dinsel, milliyetçi olduğu kadar şoven öğeler de taşır. Bu öğeleri özellikle Kitap dizisinde yayımlanmış şiirlerimde bulabilirsin. Ben Vâlâ Nurettin’in sınıf arkadaşıyım. Vâlâ Nurettin’in çıkardığı Üçüncü Kitap dergisinde iki şiirim yayımlandı. Bu şiirim mistik havadan kurtulmuş, özgün bir yapıya bürünmüş, kendi özelini bünyesinde barındıran bir şairin şiiridir. Yaşamın içinde hemen her gün yaşanan bir durumu anlatıyor. Yani: yaşamı ve yaşamın gerçeklerini kıskıvrak yakalıyor.
Sevgili dostum senin Türk yazınında “Putları Yıkıyoruz” kampanyası düzenlediğini biliyorum bu konuda neler söylemek istersin?”
Sevgili Bedriye, Cumhuriyet’in ilk on yıllarında yeni-eski kavgası toplumun hemen her katmanında kendisini gösteriyordu. .Bu tür kavgaların ve tartışmaların edebiyatımızı daha çok çıkmaza sürükleyeceğini düşündüm. Bu tartışmadan belli sonuçlara ulaşabilmek için geçmişe savaş açmak kaçınılmazdı. Türkiye’de toplumcu gerçekçi bir sanat anlayışını egemen kılmak için “Putları Yıkıyoruz” kampanyasıyla farklı bir edebiyat ortamı yaratmayı denedim. konstrüktivizm ve endüstriyalizm, Cihan Harbi ve onu izleyen yıllarda sanatta ve edebiyatta köklü dönüşümlere neden olmuştu. Bu gelişmeler Türkiye’de de yeni bir oluşum kendi kendini hissettirmeye başlamıştı. Muhsin Ertuğrul’un sahne kurguları modern Rus tiyatrosunun öncüleri Stanislavski ve Meyerhold’dan esinlenerek sahneleniyordu. 1923’te Mayakovski’ye özenerek yazdığım “Makinalaşmak İstiyorum” adlı şiirim sanatta yeni bir çağa girildiğinin kanıtıydı. 30’lu yılların başında benim gibi Türk edebiyatına gönül vermiş olanları kalıplaşmış edebiyatın etkisinden kurtarmaya çalışan yazarlarla bir işbirliği içine girdim. Sabahattin Ali, Sadri Etem, İlhami Bekir, Suat Derviş, Mahmut Yesari, Nizamettin Nazif, Vâlâ Nurettin, Münire Handan, F. Celalettin, Peyami Safa gibi genç yazarlardan oluşan yeni bir yazar kitlesini okura kazandırdım. Bu genç yazar kitleleri sayesinde Türk edebiyatı daha çok toplumcu gerçekçi bir çizginin etrafında toplandı. Yeni yetişen yazarlar da bizim yolumuzda ilerledi.”
Haziran 1929’da başlattığımız Putları Yıkıyoruz kampanyasına dergi sayfalarında oldukça geniş yer verildi. Hedefteki ilk “put” Abdülhak Hamid idi. Dergi başyazarı Zekeriya Sertel “Baş Muharririmiz Diyor ki” başlıklı köşesinde “Yeni bir mücadeleye başlıyoruz. Putları yıkacağız” diyordu. Amaç, layık olmadıkları halde, sırf sürekli bir propaganda etkisiyle insanların kendilerine put yapıp taptıkları kimseler üzerindeki kutsal örtüyü kaldırmak ve Türk gençlerini yanlış putlara tapmaktan kurtarmaktı.
Sevgili dostum sen hangi suçlardan dolayı yargılandın ve kaç yıl hapis yattın?
1925 yılından başlamak üzere şiirlerim ve yazılarım yüzünden birçok kere yargılandım. 1938 yılında orduyu ayaklanmaya kışkırtmaya çalıştığım gerekçesiyle 28 yıl 4 ay hapis cezasına çarptırıldım. İstanbul, Ankara, Çankırı ve Bursa cezaevlerinde 12 yılı aşkın süre hapis yattım. 1950 yılında bir af yasasıyla hapisten çıktım. Ancak sürekli izlendiğim ve çürüğe ayrıldığım halde 48 yaşında yeniden gelen askerlik çağrısının yanı sıra öldürüleceğim yolundaki duyumlar üzerine yurtdışına kaçtım. 25 Temmuz 1951 tarihinde Bakanlar Kurulu tarafından Türk vatandaşlığından çıkarıldım. Yurtdışında sürekli olarak Bulgaristan, Rusya, Polonya'da yaşadım.
1949 ortalarına doğru Ahmet Emin Yalman'ın Vatan gazetesinde yazdığı bir dizi yazı ve gazetenin, avukatı Mehmet Ali Sebük'e yaptırdığı on yazıdan oluşan bir inceleme sonucunda, kamuoyunda Nâzım Hikmet'in bir "adli hata" yüzünden cezaevinde olduğu görüşü ağırlık kazandı. Ankara'da avukatlar, İstanbul'da aydınlar topluca imzaladıkları dilekçelerle cumhurbaşkanına başvurdular. Yurtdışında da sanatçıların, hukukçuların öncülüğü ile benzer girişimler yapıldı. Bu arada Birleşmiş Milletler Örgütü'nün danışma organlarından olan Uluslararası Hukukçular Derneği 9 Şubat 1950'de Nâzım Hikmet'in serbest bırakılması dileğiyle Büyük Millet Meclisi başkanına, milli savunma ve adalet bakanlarına birer mektup gönderdi.
Peki, tüm bu girişimler amacına ulaştı mı? Bu konuyu biraz daha açar mısın?
Bütün bu girişimlerden bir sonuç alınamadığını gördüğüm için 8 Nisan 1950'de açlık grevine başladım.14 Nisan 1950 seçimlerini kazanan Demokrat Parti'nin çıkardığı af yasası, Büyük Millet Meclisi'nde tartışılırken, benim bağışlanmamam için çok tatsız ve çok üzücü konuşmalar yapıldı. Sonuçta gergin bir ortamda çıkarılan yasa beni doğrudan bağışlamıyor, yalnızca cezamın üçte ikisi indirim kapsamına alıyordu. 12 yıl 7 ay hapis yatmıştım. Cezamın geri kalan kısmı bağışlanıyordu. 15 Temmuz 1950'de, artık serbest olduğum bana avukatlar tarafından bildirildi.
Peki, yurtdışına kaçışının öyküsünü benimle paylaşır mısın?
“Sevgili Bedriye 17 Haziran 1951 sabahı, askerlik işini düzeltmek amacıyla Ankara'ya gideceğimi söyleyerek evden ayrıldım ve 20 Haziran 1951'de Romanya'ya vardığım Bükreş Radyosu'ndan öğrenildi. Akrabam olan Refik Erduran'ın kullandığı bir sürat motoruyla İstanbul Boğazı'ndan Karadeniz'e açılmıştık, Bulgaristan sahillerine çıkmayı amaçlarken, yolda rastladığım bir Rumen şilebiyle Romanya'ya gittim. Oradan Moskova'ya geçtim. Sürgündeyken birçok uluslararası kongreye katıldım, çeşitli ülkelere yolculuklar yaptım. Oralarda da ünüme ün kattım. Yapıtlarım o yıllarda çeşitli dillere çevrildi. Pek çok kitabım yayımlandı.
Ocak 1962'de Kruşçev'in aracılığıyla bana Sovyetler Birliği pasaportu verildi. Şubatta, Vera'yla birlikte, Asya ve Afrika Yazarlar Birliği Kongresi'ne katılmak üzere Mısır'a gittik. Sağlığımın gittikçe bozulmasına karşın, 1962'de Prag, Berlin, Leipzig, Bükreş'te yapılan toplantılara katıldım.
Kasım 1962'de Vera'yla birlikte gezmek, dinlenmek için İtalya'ya, oradan da Roma’ya gittik. Oradan, yeni yılı Dino'larla birlikte karşılamak için Paris’e geçtik. Türkler, Türk yemekleri, Türk dili en büyük dinlenme, arınmaydı benim için. Karımı da tüketim toplumlarının göz kamaştırıcı alışveriş olanaklarıyla mutlu ettim. 4 Ocak 1963'te gene Moskova'ydık. Şubat 1963'te Asya ve Afrika yazarlarının Tanganika'daki toplantısına katıldım. Mart ve Nisan aylarında Berlin’deydim. Nisan sonunda Moskova'ya dönünce "Cenaze Merasimim" adlı şiirimi yazdım. Mayısta, oturduğumuz apartman dairesi temizlenip boyanırken, Staraya Ruza'daki bir daçada kaldık Vera ile. Staraya Ruza'dan döndükten kısa bir süre sonra ise, 3 Haziran 1963 sabahı, bir kalp krizi sonucu Moskova'daki evimde öldüm. Yazarlar Birliği'nin düzenlediği bir törenle Novodeviçiy Mezarlığı'na gömüldüm.
Şair olarak nasıl ünlendin Türkiye’de?
Sevgili Bedriye, Resimli Ay’da yazmaya başladıktan sonra birçok insanın izlediği ve etkilendiği bir şair konumuna gelmiştim. Güzel Sanatlar Birliği Genel Sekreteri olan Peyami Safa Bey Alay Köşkü'nde düzenlenen toplantılarda, şiir okumam için beni izleyicilerin önüne çıkarırken "büyük şair" diye tanıtıyordu. Peyami Safa ile dostluğumuz Cumhuriyet gazetesindeki bir olay sonucu başlamıştı. Ben Ankara’da tutukluyken gazetenin edebiyat sayfasını yöneten Peyami Safa, benim "Yanardağ" adlı şiirimi üç sütun olarak çerçeve içinde yayımlamıştı. Şiirimi yayın kurulunun izinin almadan yayımladığı için gazete yöneticileriyle aralarında küçük çapta bir tartışma çıkmıştı. Ben İstanbul’a geldiğimde benim şiirim yüzünden gazete yönetimiyle arası açılan Peyami Safa ile dostluğumu ilerlettim. Alay Köşkü'nde düzenlenen toplantılarda birlikte şiir okuduğumuzda Necip Fazıl (Kısakürek) ile Bahriye Mektebi'nde başlayan yarışmalı dostluğum da o dönemde sürüyordu.
Ahmet Halit Kitabevi'nin 1929 Mayısında yayımladığı 835 Satır adlı kitabım ise çok büyük bir ilgiyle karşılandı. Nurullah Ataç'la başlayan övgüler, ABD'de öğrenim gören Nermin Muvaffak'ın (Menemencioğlu) imzasını taşıyan "Yeni Türkiye'nin Şairi" başlıklı bir yazıyla, New York'ta yayımlanan The Bookman adlı dergiye kadar uzandı. Alay Köşkü'ndeki toplantılarda ise, eski yeni birçok ünlü şair şiirlerini okuyor, en çok alkış alan benim şiirlerim oluyordu. Benim şiirdeki hızlı yükselişim birçok şairi rahatsız etmişti. Bizim gibi genç kuşak şairler hakkında olumsuz yazılar yayımlanmaya başlandı. Bu yazılar bizi etkilemediği gibi kendi yolumuzda daha emin adımlarla yürümemizi sağladı. Yakup Kadri yeni kuşağa yönelttiği eleştirileri çok daha acımasız yazılarıyla sürdürmeye devam ediyordu. Bu eleştiriler bizim Türk edebiyatında daha çok tanınmamıza yol açtı. .
Peyami Safa’nın on beş günde bir çıkardığı Hareket adlı dergi ile Resimli Ay’la bu saldırıyı birlikte karşılama kararı aldık. Yakup Kadri Ankara'ya yakın, Mustafa Kemal Paşa’nın sofrasında yer alan bir yazardı. Dikkatli davranmalıydık. Çıkan tartışmaların üzerine ben Resimli Ay’ın Temmuz 1929 sayısında "Cevap" adlı şiirimi yayımladım. Değişik sesiyle belleklere kazınıp dillerden düşmez olan bu yergi şiirimle eleştirilere hatırı sayılır bir yanıt vermiştim
Sevgili dostum senin Anadolu’ya nasıl geçtiğini merak ediyorum. Beni bu konuda aydınlatır mısın?
Bu sürece değin şiirlerim belli aşamalardan geçti. Devrimci şairliğe de geçişim öyle kolay olmadı. Her duygunun insanın içinde olgunlaşması için belli bir zamanın geçmesi gerekiyor. 1 Ocak 1921’de Yeni Dünya vapuruyla Anadolu’ya geçtim. Şiirlerimdeki radikal değişiklik ben Anadolu’ya geçtikten sonra başlamıştır. Yurdumuzun her yerden işgale uğraması ruh dünyamda hatırı sayılı fırtınalar yarattı. 28 Ağustos 1090 günlü Alemdar’ın “Nusha-i Edebiye’sinde yayımlanan “Efe’nin Nasıhatı” adlı şiirim, Anadolu’nun işgal altında olmasından ne kadar rahatsız olduğumu kanıtlıyor. “Fani enginlere atıp ruhunu/ Bir nura yürüyen ölüleriz biz!/ Mukaddestir bizim son harabemiz/Çekil yolcu! Çekil çiğneme onu!/Beyninde ademin şimşeği çaksın/ Bu yerler tarihi kanla yenmiştir/ Yolcu! Gafil yolcu! Çarpılacaksın! Bu şiir daha sonra yazacağım Kurtuluş Savaşı gibi şiirlerimin ilk durağı oldu. Bu şiirim birincilik ödülü aldı. Benim ailemin dinsel inançları sağlamdı. Dedem Nazım Paşa bir Mevlevi idi. Ben gençliğimde gerçek bir Mevlana hayranlarından birisiydim. Ümid dergisinin 11. sayısında “Büyük Babama” ithaf ettiğim “Dergâhın Kuyusu” adlı şiirimden tasavvufa duyduğum ilgi ve dedeme duyduğum saygı net bir şekilde anlaşılır. “Yarabbi, ne içten anıldı adın!/ Ölmeden öl! Diyen bir itikadın/ Gönülden duyarak ulu sesini/ Ruha şifa sunan felsefeni /Biri zikrediyor Dergâhta işte/ O Yalvaran sese ilerliyorum/ Benliğim ölmeden öldü!” diyorum.”
Yanılmıyorsan senin milliyetçi ve dinsel konular içeren şiirler yazman konusunda Ahi Sadık seni uyarıyor. Senden gayeli temaları içeren şiirler yazmanı istiyor. Bu konuda ne dersin sevgili dostum?
Sevgili Bedriye Ahi Sadık’ın benim hayatımda çok önemli bir yeri vardır. Bir bakıma benim Şemsim olmuştur. Bana ”Böyle bir boyun atkısı takıp ihtilâl nutukları söylemek, ihtilâl şiirleri okumak senin tipine ve manevi bünyene ne kadar yakışacaktır Nazım” dedi. Bu söyledikleriyle benim dünyaya bakışımı değiştirdi. Ahi Sadık salt bana düşünceleri anlatmadı. Toplumcu bir şairin tavrının nasıl olması gerektiği konusunda da beni aydınlattı. Ezilen halkın sorunlarını dile getirmenin yeterli olmadığını, bir ulusun kendi içinde barındırdığı zalimleri de görmek gerektiğini anlattı. Bir şairin, zülüm gören ve ezilen halkın sorunlarını egemen güçleri karşısına alarak dile getirmesinin önemini anımsattı bana. Ben de o an bir şairin önce insan sonra şair olması gerektiği gerçeğini kavradım. Ezilen insanların sorunlarını dile getirmeyi bir insanlık sorunu haline getirdim. Yaşama bakışım ile yaşama biçimimi değiştirdim. İçimde geçirdiğim değişimler sayesinde ruhumdaki hırçınlığın yerini kahramanlık aldı. Artık tam anlamıyla savaşçı bir ruh taşıyordum. “Alnımızda yanar gençliğin tacı yorgunluğun anasını satarız!/ Elimizde neşemizin kırbacı/ Ufukları önümüze katarız” (Yol Türküsü’nden.)
Bu şiirim Mayıs 1921’de Yenigün gazetesinde yayımlanmıştır. Ben yirmi yaşında Türkçenin tüm olanaklarının farkına varmıştım. Ben aynı zamanda Türk yazınında ”Köylülük psikolojisini” ilk sezmiş şairim. Benim şiirdeki deham Milli Edebiyat akımında sezilmiştir. Alemdar’ın 6 Kasım 1920 günlü sayısında Yusuf Ziya’nın (Ortaç) “Milli Edebiyat” başlıklı yazısında bana dair övgü dolu sözleri var. Aynı sayıda benim “Ocak Başı” adlı koşuklu oyunumdan bir bölüm var. Oyunumda insanlığın önemli ve oldukça güncel bir sorununu tartışmaya açtım. “Şimdi seviyorum ocak başını/ Bizlerin bu en son arkadaşını.” O güne değin benim dışımda hiçbir şair böylesi insani konuları şiirine taşımamıştır.”
Sevgili dostum, kişiliğinin en belirgin bir yanı da dostluklara /dostlarına olan bağlılıklardır. Bu konuda neler söylemek istersin?
Sevgili Bedriye ben hayatımda hiçbir dostumu yarı yolda bırakmadım. Onlara ihanet etmedim. İnsanlarla aramızda süre gelen yegâne tartışmalar ideolojik görüş farklılığından doğan düşüncelerimizden kaynaklanmıştır. Hayatımda çok değer verdiğim dostlarım oldu dava arkadaşlarımın içinde. Bu dostluklarla her zaman gurur duyarım.
Şiirinin çizgisini 1921’de değiştirdiğin söyleniyor. Bu konuda neler söylemek istersin?
Sevgili Bedriye, Anadolu’da yaşayan emperyalist işgal, benim ulusal seslenişlerimi değiştirmemde hatırı sayılır bir rolü oldu. Ahi Sadık’la tanışmam, yeni düşünce dünyalarını öğrenmem bakımından bana birçok farklı pencere açtı. Ben İnebolu’dan sonra tam bir yurtsever oldum. 4 Mart 1337 günlü Yeni Gün’de yayımlanan “Vasiyet” yurtseverlik konusunu en coşkulu bir biçimde işlediğim şiirdir. Şiir şöyle: “Bu güzel memlekete doyamadan ölürsek/ Dünyaya açık olan gözlerimiz kapanmaz/ İstemezseniz eğer böyle gam/ Doymadan öldüğümüz Anadolu’da bizi /Evliyalar mezarı tepelere gömünüz/ Bir şefaatçi bulur ahrette gönlümüz.” Benim ilk söylediğim şiir “Yangın”dır. Ankara’da ve Bolu’da yazdığım şiirleri içeren defter Münevver Andaç tarafından Peride Celal’e veriliyor. Polisten kaçırılmak istenen defteri Peride Celal’in ablası yakıyor.
Hece şiirlerinden Bolu’da vazgeçtim. Bu şiirlerin hem içeriğini hem de sözcük ekonomisini değiştirdim. Benim şiir çizgimin değişmesinde dönüm noktası Ahi Sadık, Mehmet Akif’le tanışmamdır. Akif, “Şiirleriniz güzel ama gayeli şiir yazınız” dedi bana. Valâ Nurettin’in de şiir çizgimin değişmesinde hatırı sayılır bir katkısı oldu. Yunus Nadi, Taninci Muhittin (Muhittin Birgen) Kâzım Nami Duru ve daha birçok insanın dünya görüşü şiirlerimin değişmesinde etkili oldu. Muhittin Birgen aracılığıyla Mustafa Kemal’e takdim edildim. Kurtuluş Savaşı’nda 1 Ocak 1921'de Mustafa Kemal'e silah ve cephane kaçıran gizli bir örgütün yardımıyla dört şair, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Nâzım Hikmet, Vâlâ Nureddin, Sirkeci'den kalkan Yeni Dünya vapuruna gizlice bindik. İnebolu'ya varınca, Ankara'ya geçebilmek için beş altı gün, izin ve yol parası beklememiz gerekiyordu. Ama Ankara'dan yalnız bana ve Vâlâ Nureddin'e izin çıktı. Mustafa Kemal Valâ Nurettin’le birlikte bana çok yakın ilgi gösterdiler ve şu öğüdü verdiler: “Bazı genç şairler modern olsun diye, mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiir yazınız.”
Sevgili dostum, şiirlerindeki insan sevgisi hakkında neler söylemek istersin?
“Sevgili Bedriye, ben şiirlerimde insan sevgisini merkeze aldım. Şiirlerimin içeriği değiştikçe dünyaya bakışım da değişiyordu. Öncelikle evrensel insan sevgisini benimsedim. Şu dizelerimde net bir şekilde anlaşılıyor: “Gelecek günler için/ gökten ayet inmedi bize.” İnsanın güzel günlere ulaşabilmesi için kendisinin mücadele etmesi gerektiğini önceledim. Böylelikle bir tabuyu da yıkıyordum. İnsanların oturdukları yerde kutsala inanıp güzel günlerin geleceğine dair kör inancın karşısındaki yerimi aldım. Şiirlerimin içeriği sosyalizme kayınca insanın sistem tarafından un ufak edilmesine karşı içimde tarif edilmez bir karşı koyuş hissettim. Kalıpları yıkıp insan onuruna yakışır bir hayatı bir sancak gibi insanlığın göğüne dikmeden ruhum huzuru bulmayacaktı. Şiirleri okuyan okuyucuda sınıf bilincini oluşturmaya özen gösterdim. Benim en belirgin özelliğim yurt sevgisidir. Halkımı bu bilinçle sevdim. İnsan sevgisi gerçek bir sosyalist için olmazsa olmazdır. O sevgiyi yüreğinde hissetmeyen bir insan bana göre ne insan bilincine erişebilir ne de insanları tüm hatalarıyla sevebilir. İnsanlar arasında tam bir eşitliğin olması için yüreğinde kurulu sistemin karşısına geçecek gücü ve kültürel birikimi olmalıdır. Benim şiirlerimde insan sevgisi bir temadan öte gerçekleri, ille de sevgiyi bünyesinde barındıran bir özdür. Şiirlerimde her sözcüğün ve her imgenin bu özü açığa çıkarmasına özen gösterdim. Sevgim yüce olan tüm değerleri de beraberinde taşıyordu. İnsanoğluna yakışır tüm iyi değerlerin özümsenmesini amaçlayan bir sevgiden söz ediyordum ben. Bu insanlar elindeki rızıklarını başkalarıyla paylaşmaktan tereddüt etmeyen emeğin insanlarıdır. Yurtları için girdikleri bir kavgada kaybedeceklerini düşünmeyen has insanların sevgisidir şiirimi besleyen ana kaynak. Dünyanın neresinde faşistler tarafından kurşuna dizilen insanlar varsa onların dramlarını yazdım yüreğim kan ağlayarak. Bu tarzda yazdığım şiirlerimde olağanüstü bir duyarlılıkla birlikte olağanüstü şiirsel bir lirizm de doruklara çıkmıştır. Bu tür şiirlerim her dilde çevirileri dahi aynı duyarlılıkla okunabilecek şiirlerdir. Benim şiirlerim din, dil, ırk ayrımı tanımayan insanlığın şiirleridir.
Nerede bir zülüm varsa, nerede bir insan acı çekiyorsa şiirlerim onların yaralarına merhem olmuştur. Dünyanın herhangi bir ülkesinde benim için anma programı düzenleyenler şiirlerimi başka bir dilden okumalarına karşın, Türkçeyle aynı lezzeti aldığımı belirtmek isterim. Benim şiirlerimin bir başka işlevi de dünya insanlarını evrensel sevgi ışığı altında toplama misyonudur. Vera, benim için düzenlenen anma toplantılarında şiirlerimin ışığıyla insanlığa açılan evrensel sevgiden payını alan insanların sevgilerine tanıklık etmiştir. Kız kardeşim Samiye de ölümümden sonra benim arkamdan bıraktığım sevgi sarmalından payını alan insanlardan birisidir. Dünyanın her yerinde sosyalizmi / barışı ve dünya kardeşliğini savunan her insan benim kadim dostumdur. Ben iyileri anlatırken sözcüklerin en yumuşağını tercih ederim; tıpkı kötüleri anlatırken sözcüklerin en sertini tercih ettiğim gibi. “Dünya Dostları” ile “ Sen ve Toprak” adlı şiirimden şu dizeleri okumak isterim sana: “Çin’den İspanya’ya Ümid Burnu’ndan Alaska’ya kadar/ Her mil-i bahride, her kilometrede dostum ve düşmanım var/ Dostlar ki bir kere selamlaşmadık/ Aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz/ Düşmanlar ki kanlarına susamışım, kanıma susamışlar/ Benim kuvvetim/ Bu büyük dünyada yalnız olmayışımdır.”
Sabahattin Ali ile tanışmadan önce sadece hikâye yazıyordum Bedriye. Sabahattin Ali beni roman yazmaya yönlendirdi. Orhan Kemal’in roman ve hikâye yazması için bizzat teşvik eden de benim. Burada salt eserlerin değil yazarların da başka yazarlar üzerinde etkili olabileceğini açıklamaya çalışıyorum. Roman ve hikâyelerimde gerçeği yansıtma metodumu şöyle açıklayabilirim sana: Edebiyatta o dönemde önemsediğim modern realizmde bilinçli olarak diyalektik materyalizmin olanaklarından faydalandım. Başka edebiyatçılara da örnek oldum. Yazdığım dönemi baz alarak rahatlıkla şunu söyleyebilirim: Ben sadece şiirlerimle değil roman ve hikâyelerimle de kendime özgü bir tarz yaratarak öykü ve romanın önünü açtım. Kendi tarzını yaratan Türk ve dünya edebiyatçılarıyla beni karşılaştırırsan Türk yazınına ölümsüz katkılarımı daha kolay algılayabilirsin. Bu anlamıyla okuyucuya nasıl bir hayat yaşaması gerektiği konusunda yol gösterici bir misyonu vardır/ olmalı da. Ben yazdıklarımda her şeyden önce okuyucudan özü kavramasını istedim. Ama özün kavranması için zayıf yapıtlar yazmaktansa hiç yazmamayı yeğledim. Özün kavranması benim dünya görüşümü de, yazar olarak farkındalığımı da tüm çıplaklığıyla ortaya koyan gerçeğin ta kendisidir. Bu gerçekle yazdığım için hikâye ve romanlarımda biçim sorunları işledim.
Ben gerek şiirlerimde gerekse roman ve hikâyelerimde biçimsel olanakların sınırlarını zorladım. Türler arasındaki asıl ayrımı kemiyette değil, keyfiyette gördüğümü söylemem öylesine söylediğim bir şey değildir. Benim yazınsal gerçeklerimin bir aynasıdır. Bu yüzden yazdığım hikâye/romanlarımın biçim olanakları açısından şiirlerimle ortak benzerlikler vardır. Ben bu konuya ait duygularımı şöyle açıklamıştım: ”Hatta değil yalnız büyük, küçük hikâye ve roman bunlarla şiir arasında esaslı farklar da böyle. Zaten şiir ile diğer edebiyat nevileri arasındaki farkı böyle görmeye başladığım için, her şeyden evvel bence bir kemiyet meselesi olan lisan meselesindeki ayrılığı kaldırmaya çalışıyorum.” Bu bakış açısıyla yeni şiirsel platformum biçim ve öz biçimini yeniden yapılandırırken ortaya çıkan sorunların aynısı ya da bir benzer biçimi hikâye ve roman yazarken de ortaya çıkıyordu.” Bu konuyla ilintili yaptığım bir diğer saptamam da şöyle: “Aynı mevzu, romanda birçok kalın hatların kuvvetle inkişafı ve mimarisi demektir. Hâlbuki hikâyede bir tek kalın hat etrafında ince ince çizgilerin sarmaş dolaş olmaları var. Tek kalın hattın mimarisiyle kurulan mevzu, kaç sayfada işlenirse işlensin hikâyedir. Buna mukabil birçok kalın hatların mimarisiyle kurulan aynı mevzu aynı sayfa içinde de olsa – bu sayfa miktarının asgari haddi vardır elbette romandır. Konkre konuşalım. Roman, hikâye, küçük hikâyedeki müşterek vasıflardan biri de merakla okunabilmesidir. Yani, nefes alabilmek yaşamanın nasıl en iptidai ve bahse dahi, münakaşa dahi değmez malum şartı ve hakikati ise hikâye ve romanın bizi alakayla sürüklemesi de öyledir. Bu alaka bu merak sade, yalnız ve mutlaka polisiye bir entrika olmayabilir. Vaka ve hadise/ insanlar ve bunların terkibi o surette kurulabilir ki, sürprizli, esrarengiz kaziyeler ve dönüm noktaları olmadan da, daha ilk satırda yahut ilk dönemeçte bize ‘Ha sonu malum dedirtmeden kendini okutabilir”.
Kemal Tahir’e Sağırdere’den şöyle söz ettim: “En bariz taraf, en güzel hususiyet, muhaverelerdeki üsluplaştırmadır. Çankırı köy konuşmasını mükemmelen taklide, meddahlığa düşmeden vermişsin. Bu büyük bir zorluğu yenmek olduğunu söyledim ve sözlerimi şöyle sürdürdüm: Argoyu, galat sözleri nasıl bir unsur olarak, gerekince ve çok defa geniş manada stilize ederek kullanıyorsak, şiveyi de öyle, ancak bir unsur olarak kullanabiliriz. Kullanmağa mecbur değiliz ama kullanabiliriz.”
Üslup konusundaki düşüncelerimi de şöyle açıkladım: “Fakat bu iş (yani üslup kurma) bir inkişaf merhalesinde zıddına dönüyor ve kötü manasıyla üslupkârlık üslupçuluk oluyor… Bugün artık romanda ve hikâyede parlak pasaj, parlak cümle telakkisi ölmüştür. Tolstoy’un Harp ve Sulh’ünde Anna Karenina’da parlak ve temayüz eden pasajlar vardır, fakat Tolstoy romanını kurarken bu pasajlar için kurmamıştır.”
Romanlarımın ve hikâyelerimin sosyal içerikli olmalarına özen gösterdim. Bu özeni bazen gereğinden fazla abarttığımı düşünüyorum. Bu yüzden edebiyat açısında belli bir özelliği olup olmadıklarını bilinçli bir şekilde göz ardı ettim. Bu yüzden de yazdığın diğer ürünlerdeki gibi düşüncelerimin biçimsel açıdan tüm zenginliklerini hikâyelerimde ve romanlarımda yazamadım. Bu anlamda Hulki Aktunç’un şu saptamasını yerinde buluyorum: “Hikâye ve roman üstüne, hikâye ve roman için değil şiiri yararına düşünmüş adeta. Özellikle de “realitenin vesikalarından kompozisyonlar, terkipler ve besteler ve gerçeklerin abidesini yapmak için ulaştığı göz kamaştırıcı yer: Memleketimden İnsan Manzaraları” yararınadır.” Bunun dışında bir gerçeği daha belirtmek isterim ki benim hayatımda aşk da ideolojim kadar kişiliğimi belirleyen bir unsurdur.
Sevgili Bedriye, seninle sohbet etmek gerçekten de keyifliydi ancak bana ayrılan süre dolduğu için senden ayrılmak zorundayım. Bir başka sohbette buluşmak umuduyla… Sevgili Nâzım, bir başka sefere buluşmak üzere seni sevgiyle hasretle kucaklıyorum.
Not: Yazımda yer alan bazı tarihleri ve isimleri yazıldığı gibi değiştirmeden yazıma aktardım.
“Nazım'a Özgürlük” adı altında birçok girişimde bulunuldu. Bu konuda ne söylemek istersin?
Sürgün hayatının son günlerini, nasıl öldüğünü anlatır mısın bana?
Şiirlerimin konusu insanın karşılaşmış oldukları zorluklarla adaletsizliklerdir. Benim mutluluk anlayışım bireysellikten çok toplumsal olmuştur. “Umut” şiirimin sonlarında “ve güneş doğarken hiç umut yok mu?” diye sorarım. “Umut, umut, umut/ umut insanda” diyerek de kendime sorduğum soruyu yanıtlarım. “Memed’e Son Mektubumdur” adlı şiirimde oğluma şöyle seslenirim: “Tohuma toprağa denize inan/ İnsana hepsinden önce/ Bulutu, makineyi, kitabı sev/ İnsanı hepsinden önce/ Kuruyan dalın/ Sönen yıldızın/Sakat hayvanın duy kederini/ Ama hepsinden önce de insanın/ Sevindirsin seni cümlesi nimetlerin/ Sevindirsin seni karanlık ve aydınlık/ Sevindirsin seni dört mevsim/ Ama hepsinden önce insan sevindirsin seni.”
Benim gerek hayatımda gerek şiirlerimde insan sevgisi belirleyici olmuştur. Hiç unutmam Süveyş Kanalı emperyalistlerce bombalanmıştı. Okuduğum bir gazetede bir fotoğraf gördüm. Port Said kentinin yıkıntıları arasında ölmüş bir çocuk fotoğrafıydı gördüğüm. Çocuğun adı Mansur’du. Ona şu şiiri yazdım: “ Mansur kara kuru/ Hurma çekirdeği gibi/ Mansurum tatlı/ Mansurum hep aynı şarkıyı söyler/ Ya ayni, ya habibi.” Ayakkabı boyacısı Mansur’a yazdığım şiir senin de takdir ettiğin gibi sıradan bir ağıt değildir. Şiirimde sömürgecilerin silahlarından söz etmiyorum ama şiiri okuyanların kalbimde sömürgecilerin acımasızlıkları ve çıkarları söz konusu olduğu zaman insan öldürmenin onlar için ne kadar kolay olduğunu imliyorum. ”Memleketimden İnsan Manzaraları”, “Kurtuluş Savaşı Destanı”ndaki şiirlerimde de insan sevgisi belirleyicidir. Ben Anadolu insanının gerçeklerini şiirlerimde yazmıyorum; onların tüm duygu ve düşüncelerini yüreğimin derinliklerinde hissediyorum. “Topraksız öğrenip/ Kitapsız bilendir” dizelerimde anlattığım gibi. Bir diğer şiir dizemse şöyledir: ”Yarısı buradaysa kalbimin/ Yarısı Çinde’dir. /Sarı Nehre doğru akan/ Ordunun içindedir.”
Ölümümün akabinde Vera’nın beni anlattığı anılardan oluşan “Nazım’la Söyleşi” kitabının son bölümünde bana şöyle seslenir Vera: “Bizim öykümüz bitti Nazım. Senin yaşamın yeni başlıyor. Seni doğuran ülkenin önünde saygıyla eğilerek büyük insanlık geleceğe doğru taşıyıp götürecek sana, inanıyorum. Şimdi evimizin eşiğinde duruyor, ardın sıra bakarak diyorum ki: “Mutlu ol Nâzım Hikmet!”
1964’te Türkiye’de yirmi altı yıldır yasak olan yapıtlarımın yayımlanmaya başlamasından sonra sanatın üzerine araştırmalar ve incelemeler yapılmıştır. 1963’teki ölümümden sonra yapıtlarım tek tek yayımlandı ve yabancı dillerde çeşitli baskıları yapıldı.
Bana aşklarından da kısaca söz eder misin?
En büyük aşkım Piraye’dir. 1930’da tanışıp 1931'de evlenmeye karar verdiğimiz halde kovuşturmalar, tutuklamalar yüzünden buna olanak bulamadığım Piraye Altınoğlu ile 31 Ocak 1935'te evlendim. Ben daha önce de Sovyetler Birliği'nde iki kez evlenmiştim: Birincisi orada görevli bir Türk ailesinin kızı olan Nüzhet Hanım ile yaptığım kısa süren bir evlilikti, ikincisi ise bir Rus kızı olan Dr. Lena ile memleket hasreti yüzünden sona eren bir evlilik... Piraye Altınoğlu'nun ise ilk kocasından iki çocuğu vardı. Bu evlilikle ben dört kişilik bir ailenin sorumluluğunu yüklenmiş oluyordum. Ben cezaevindeki son iki yılıma girerken görüşmecim olarak gelen dayı kızı Münevver Berk'e âşık oldum. Cezaevinden çıkınca eşim Piraye’den ayrıldım. Kadıköy’de, önce annemin Cevizlik’teki evinde, sonra bir apartman katında Münevver Hanım’la yaşamaya başladım. Gene İpek Film Stüdyosu'nda çalışıyordum. 26 Mart 1951'de bir oğlum oldu. Adını Memet koydum. 1955 yılı sonlarına doğru, yurtdışındayken Soyuz Multifilm Enstitüsü'nden Arnavut giysileri konusunda bilgi almak üzere beni görmeye gelen Valentina Brumberg'in yanında, Vera Tulyakova adında genç bir kadın yardımcısı vardı. Ona âşık oldum bu kez gönül verdiği genç kadının evli olduğunu, bir de kızı bulunduğunu bir yıl sonra öğrenecektim.
Sevgili dostum seni ölümsüz kılan şiirlerindir. Şiirinin yanında bir oyun yazarlığın, bir de romancı yanın var. Bana hikâye ve romanların hakkında neler söylemek istersin?
Sevgili Bedriye, müzikten tiyatroya, gazetecilikten resim sanatına ideolojik düşünce üretiminden siyasal eylemciliğe kadar geniş bir alanda var oldum. Ayrıca hikâyeci ve romancı yanlarım da vardır. Günümüz anlatı sanatı ile karşılaştırıldığında hikâye ve romanlarımın çok fazla bir önem arz etmediklerinin farkındayım. Romanlarımı ve hikâyelerimi şiirlerim çerçevesinde değerlendirdiğinde önemini daha iyi anlarsın diye düşünüyorum. Elinizdeki mektuplarla anılarım sana hikâye ve roman çizgim hakkında hatırı sayılır ipuçları verecektir. Ben şiirlerim kadar roman ve hikâyelerime de çok kafa yordum. Şiirlerimde izlediğim Marksist sanat felsefesini kendime özgü bir anlatım şekliyle romanlarımda da kullandım. Benim kafa yorup yazdığım yazınsal üretimlerim içinde hikâye ve romanlarım önemli bir yer tutar. Roman ve hikâyelerin benim edebiyatçı kimliğimi bütünleştirdiğini düşünüyorum.
Bedriye Korkankorkmaz
GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR