Serçe / Gülümser Heper
'Kedi Anaları' öykü kitabıyla tanınan Gülümser Heper Serçe adlı sıcacık duygusal ama bir o kadar da sert gerçekçi öyküsüyle yeniden aramızda.
Ankara'nın Maltepe semtinin kokulu bir sokağında zamana direnmiş çınar ağaçlarının birindeki yuvasında doğmuş, meraklı minik bir serçeydi o. Daha bir yavruyken bile dünyayı çınar ağacının yaprakları arasında gözlemekte zorlandığında yuvanın kalın duvarlarına tırmanarak etrafına bakınmayı pek bir severdi. Gördüğü dünyanın derinliği ona tuhaf bir heyecan verir, o heyecanın kalbindeki elektriği tetiklemesinden yoğun bir haz alırdı. Kardeşleri arasında ona ötmeyi ve kanat çırpmayı ilk öğreten de işte o haz olmuştu. Annesi kızının hallerindeki farklılığı sezinleyip endişelense de sonuçta onu bir serçe olarak doğurduğuna şükreder, bir serçenin doğuştan gelen cesaretinin sınırlarını kendinden bilirdi. Bir keresinde onu yuvanın dışına kaçmış, kalın bir dalın ucunda, tam düşmek üzere bulduğunda kafasındaki serçe kimliği yerle bir olmuş ve onu bin bir zorlukla yuvasına geri döndürmeyi başarmıştı. Sonra da minik serçenin kardeşleri gibi normal bir serçe olmamasının nedenini Tanrı'dan sorgulamıştı. Demişti ki "Ey yüce Tanrı; bu dünyaya senin isteğinle geldim; iyidir kötüdür yavrularımın başını sokacağı bir yuva kurdum; neslimin devamındaki hikmet senin ise sen neden henüz uçamayan zayıf bir serçeye bu deli cesareti veriyorsun?" Yavru minik serçenin "Tanrı" ismini ilk duyması işte böyle olmuştu. Annesinin sözlerinden anladığı üzere bir Tanrı vardı ve bu Tanrı annesi şikayet etse de serçelerin özgür iradesine müdahale etmiyordu. O'na uçması için kanatlar, görmesi için keskin gözler ve hissetmesi için derin duyular vermekle birlikte onu bu koca dünyaya zayıf, çelimsiz bir bedende öylece bırakıveriyordu. Dünyanın farklı hallerini gördüğünde kalbinin neşeyle çarpmasını, daha kanatları çırpmadan zihninin yeni tecrübelere kanat açmasını neden sorguladığını bir türlü anlayamıyordu. Henüz tüylenmiş bedeninde uçmak için yeterli bir gücü bulduğu ilk fırsatta uçacağına ve doğduğu yuvayı, biçare annesini, kanaatkar kardeşlerini ardında bırakacağını gözü artık iyice kesiyordu. Dediğini de yaptı minik serçe. Bir deli cesareti ile henüz başlamış bir akşamın kızıl karanlığında yuvasından ayrıldı. Çınar ağacının en tepesindeki ince bir dala pır diye konarak, dünyayı yukarıdan izlemeye başladı. Dingin bir akşamdı ve hafif bir rüzgar ve ılık bir havanın taşıdığı rayiha kendisiyle birlikte bütün o börtü böceğin saklandıkları deliklerinden kafalarını dışarı çıkarması için yeterli olmuştu. İnsanlar ise onları fark etmeden, hissetmeden öylece yürüyorlardı. İnce bir rüzgarın usul usul salındırdığı dalın üstündeki minik serçe, evinden biraz daha uzaklaşmanın arzusuyla adeta yanıp tutuşuyordu. Uzaktan bir yerlerden coşkulu müzik sesleri geliyor, insanlar büyük seslerle kahkahalar atıyorlardı. Dikkatini seslerin olduğu tarafa yönlendirdi. Yanıp sönen ışıkların olduğu bir kapıdan dışarı taşan seslerdi bunlar. Kocaman bedenli, kırmızı ceketli bir adamın seslerin geldiği kapıda beklediğini gördü. Az sonra kapının önünde dört tekerleği olan ve adeta tekir bir kedi gibi sürünerek ilerleyen bir araba park etti. Kırmızı ceketli adam koşarak arabanın kapısını açtı. İçeriden büyük memeli, uzun boylu, uzun bacaklı, bedenlerini renkli tüllerle, saten parlak kumaşlarla sarmış, tam üç kadın iniverdi. Adam tuhaf hareketlerle kadınlara reverans yaptı; kadınlardan birisi ise adama bir kuğu zerafetiyle ellerini uzattı. Minik serçe nedense adamın kadının ellerini ısıracağı endişesine kapılmıştı ki adam kadının ellerini dudaklarına götürdü, zarif bir öpücük konduruverdi. Kadınlar saka kuşları gibi kıkırdadılar. Sonra da tüllü ve tüylü elbiselerini savurarak sesin ve dumanın oluk oluk dışarı aktığı mağara ağzı gibi bir kapıdan içeri doğru süzüldüler. Onlar içeri süzüldüğünde minik serçe bedeninde ilk kez uzaklara uçmak için o güçlü enerjiyi hissetti. Pır diye uçuverdi ve üzerinde "Gazino" yazan ışıklı tabelanın oymalı tahtasının üstüne konuverdi. Burası yeni bir hayata başlamak için ideal bir yere benziyor diye düşündü. Tabelanın arkasında sığacağı kadar bir oyuk ve yuvasını yerleştireceği kadar büyük bir genişlik vardı. Aşağıdan gelen müzik sesleri, neşeli çığlıklar, ıtırlı keskin kokular, rengarenk elbiseli insanlar, serçe yüreğinin sınırlarını zorluyordu. Tanrı'nın bolca verdiği annesinin ise yakındığı özgür iradesinin yaşattığı heyecanla içinden şarkı söyleme isteği zirveye ulaştı. İşte o an ilk şarkısını terennüm etmeye başladı. -Cik, cik, cik... Kırmızı ceketli adam onca sesin arasından onun şarkısını duymuş olacak ki kafasını yukarı cevirdi. Bir anda adamın siyah gözlerinde deli bir ışık fark etti; bu ışık birkaç dakika önce kızların gözlerine bakarken adamın saçtığı ışığa hiç mi hiç benzemiyordu. Bir yanılsama, adama karşı bir önyargı olacağına hükmederek yerinden bir milim oynamadı; şarkısını neşeyle sürdürdü. İşte o anda kaşla göz arasında adamın savurduğu bir taşın göğsünün yanından vızıldayarak geçtiğini fark etti. Minik serçe o an yaşadığı tehlikenin verdiği güçle , kendinden beklenmeye bir hızla yukarıya doğru yükselerek tek katlı binanın çatısına konuverdi. Çatıdaki kiremitlerin arasında birkaç dakika soluklandıktan sonra az biraz kendine gelebildi. Özgüveni sarsılmakla birlikte yine de merakı ağır basmaktaydı. Küçücük kafasını çıkararak çatıdan aşağı baktı. Kırmızı ceketli adam elinde koca bir taşla avına sıçramaya hazır bir atmaca gibi bekliyordu. Yüzünde taşı isabet ettirememenin derin bir üzüntüsü okunsa da bir kartal gibi gözleriyle çatıyı taramaya devam ediyordu. Minik serçeyi gördüğü anda taşı beline yapıştıracağı mutlaktı. Neyse ki tam o anda yanına kırmızı ceketinin parlaklığında yeşil bir ceket giymiş heybetli bir adam yaklaştı. Kırmızılı dikkatini serçeden ayırarak yeşilliye vermek zorunda kaldı. Minik serçe ise tam o kısa güvenli anda başını uzatarak aşağıdakilerine kulak kabarttı. Yeşilli sordu: -No o lan Halil? Ne yapıyorsun elinde o koca taşla? -Serçe kovalıyorum İsmail ağabey! -Ne işin var lan serçelerle; bırak o taşı elinden, müşterileri böyle mi karşılıyorsun? -Öyle deme ağabey, tabelanın üstüne sıçıyorlar sonra, patrondan fırça yiyorum. -Bırak lan patronu, karılar geldi mi onu söyle. -Geldiler ağabey. -Kaç karı geldi? -Üç kişiydiler. -Neee? Lan bana beş karı sözü vermişlerdi. -Üç kişiydiler ağabey. -Vay pezevenk vay. Ulan herif namusu üzerine söz verdi, beş karı dedi, üç gönderdi. Nasıl yetecek onca müşteriye üç orospu? -Ben bilmem ağabey. -Sen ne bok bilirsin ki zaten. Serçelerle uğraş sen. Bırak lan o taşı elinden. Kılığına bakan adam zannetsin. Yeşil ceketli adam söylenerek uzaklaşıyordu. Kafasını sağa sola deli gibi sallarken aynen şöyle diyordu: -Söz namustur lan namus; namus da kalmadı millette. Kırmızılı arkadaşına içerlemekle birlikte onun incindiğini fark etmiş olmalı ki ardından seslendi -İsmail ağabey, şu serçeyi kovduktan sonra herife bir telefon açayım istersen! Minik serçenin annesinden öğrendiği Tanrı kavramından sonra insanlardan işittiği ikinci bir kutsaldı "namus". Zihninde deli sorular sordu kendine. İnsanlar da kutsallarını sorguluyorlardı. Namus gibi değerler üzerine kurulu bir dünya olmalıydı insanlık! İnsanların büyüttüğü değerlerinin incinmesi onlara acı veriyordu besbelli. Yine muhtemel ki insanlar değerleri incindiğinde serçeleri unutuyorlardı. Serçeler açısından baktığında insanlığın namus isimli değerinin varlığının da yitiminin de kendine zerrece faydası yoktu. Kırmızılının her koşulda onu etrafında istemediğini anlamıştı. Güvendiği tekşey kanatlarının bizzat kendisiydi. Onu bu koca koca insanlarla birlikte yaşamak için eşitleyen sadece ve sadece kanatları olmalıydı. Uçuran da kaçıran da kanatlardı. Tanrı'nın bir kanat ile bu ince ayarı yapabilmesi nasıl da muhteşemdi. Bu Tanrı akıllı birisine benziyordu. Merakı ağır basarak geceyi çatıda geçirdi minik serçe. Her bir kiremitin altına sığdırmayı başardığı küçük bedeni için Tanrı'ya şükretti. Kısa uykucuklar uyudu. Müzik seslerinin boğuklaştığı, çığlıkların ise keskinleştiği bir anda kısacık uykusundan uyanıverdi. Aniden parlak tüllü elbiseli kadınların kapıdan hışımla dışarı çıktıklarını gördü. Ancak bu sefer kadınlar tüyleri yolunmuş bir karga gibi darmadağınıktılar. Birinin ağzından burnundan kırmızı bir kan akıyordu. Beyaz elbisesi kanla lekelenmişti. Kan olduğunu biliyordu minik serçe. Kanla ikinci kez tanışmıştı. Yaşadığı ağacın altında yaşayan tekir bir kedinin yuvadan düşen kardeşini parçalarken tanımıştı kanı! Yürüyen ve sürünen şeylerin kanla derin ilişkileri olmalı diye düşündü nedense. Kadınlardan birisi ağzındaki kanı eteğiyle silerek hemen yakındaki yine kapısında ışıklı bir tabela bulunan bir binaya doğru hızlıca yürüyordu. Diğer iki kadın ise arkasından koşturuyordu. Minik serçe adeta bir tiyatro salonunun locasından izlediği dünya görüş alanından çıktığında yine merakı ağır bastı. Artık iyice güçlenmiş kanatlarıyla kadınların yöneldiği kapıya doğru yöneldi. Kapının üstündeki metal levhaya kadınlardan önce ulaştı. Üzerinde "Acil" yazan ışıklı tabelanın üzerine konuverdi. Hakim bir görüş alanı buldu. Hem kadınların yaklaştığını görüyor hem de ardındaki cam tavandan içerisinde sıra sıra yatakların olduğu servisi gözetleyebiliyordu. Bu yürüyebilen yaratıklar gerçekten tuhaf yaratıklara benziyorlardı. Sürekli mağara delikleri gibi üstü levhalarla kaplı deliklere girip çıkıyorlardı. Muhtemel ki eğlenirlerken de dövüldükten sonra da bu binalar olmadan yapamıyorlardı. Üstünde beyaz bir önlük olan şişman bir adam kapıya yaklaşan sesleri duymuş olmalı ki masasından kalkıverdi. Serçenin ilk baktığı adamın elleri oldu. Şükür ki taş filan yoktu. İşte şimdi güvenli konforlu bir alandan insanlığın yeni bir sahnesine tanıklık edecekti. Mutlak surette ciklemeyecekti. Hatta ve hatta nefesini sıkıca tutacaktı. Acil tabelasının arkasında kalan karanlıkta bedenini gizledi; sağa sola çevirdiği küçük kafasındaki gözlerinden dünyayı yutacakmış gibi görünen ışıklar görünüyordu yalnızca. Nihayet kadınlar kapıya yaklaştılar. İçeri girmeden önce bir nebze soluklandılar. Kadının ağzından burnundan akan kırmızı kan, kendisini vurmaya çalışan adamın ceketinin renginde akıyordu adeta. Kadın konuşmaya başladı. Zarif bedenine inat ağzından çıkan ses, bir alakarganın sesi kadar sert ve duygusuzdu. -Bir sigara ver kız Buse! Buse elini göğsüne daldırdı. Bir paket sigara çıkardı. Arkadaşlarına birer tane verdi. En son kendisi yaktı. Dünyanın dumanını içine çekermişçesine üçü de derin nefesler çekti sigaralarından. Üç beş nefeste yarıladılar tütünü. Üstüne bir de soğuk bir hava çektiler dünyadan. Bir oh çektiler ve konuşmaya başladılar. -Gördün mü Buse herifin bana attığı yumruğu? -Gördüm abla. Eline yapıştım ama olan olmuştu. Kusura bakma yetişemedim. -Fakat orospu evladının elini fark edemedim. Fark etsem tutardım ama bir anlık boşluğuma geldi. -Ne yaparsın abla? Tam o anda pembe elbiseli esmer güzeli kadın konuşmaya girdi. -Şeyma kız, dişin kırılmış! Şeyma sigarasını yere attı. Kanlı parmaklarını ağzının içine soktu. Dişinin kırıldığını anlayınca böğürür gibi ağlamaya başladı. Kendini acilin kapısındaki taşların üstüne atıverdi. Ağır bir sinir krizi geçiriyor; ayaklarıyla acilin kapısını tekmeliyor; elleriyle kaldırımı yumrukluyordu. Kadın sinir krizleriyle sarsılırken durmadan bağırıyordu.. -Dişimi kırdı orospu evladı; kaç ay işsiz kalacağım; ne yiyeceğim ne içeceğim; adalet mi lan bu adalet mi? Buse ise arkadaşının ellerini tutarken bağırarak söyleniyordu. -Yapılır mı lan bu? Yapılır mı insan evladına bu? Ulan hayvan bile yapmaz. Hayvanoğlu hayvan bunlar. Adalet mi lan bu adalet mi? Minik serçe sonunda insanlığın yeni bir değeriyle daha tanışmıştı. Bu değerin adı "Adalet" olmalıydı. Ancak kadınların ifadelerinden adaletin ne olduğu konusunda kafasında tam bir yargı oluşturamıyordu. Adalet ne olabilirdi? Muhtemel ki kadının dişinin kırılmasıyla alakalıydı adalet. Ancak bu değerlerini tuhaf bir şekilde hayvanlığa bağlaması ilginçti. Hayvanlık da yetmiyordu. Hayvanoğlu hayvan olmak gerekliydi. Ancak itham ettikleri hayvan bizzat kendisiydi. Oysa Tanrı şahittir ki kadının dişini o kırmamıştı. Birkaç saat önce beraber oturdukları insan türünden insanlar kırmıştı. Ha bir de "Orospu evladı" demişti kadın. Ne demek istemişti kadın? Daha birkaç saat önce yeşilli adam kadınlar için bu terimi kullanmıştı; ancak "evladı" diye de eklemişti. Kadınların ortalıkta evlatları görünmüyordu; minik serçe içerideki koca bir adamın kadının dişini kırdığına yemin edebilirdi. Şeyma az biraz sakinlemişti. Tam o anda içeriden dışarıya çıkarılan bir sedyenin üstüne Şeyma'yı karga tulumba yerleştirdiler. Şeyma'nın çığlıkları artık minik serçenin tünediği tavanda yankılanıyordu. Bir zaman sonra haykırışları yavaşça dinmiş, kederli içli bir ağlamaya dönmüştü. Önlüklü şişman adam kadının kanayan burnunu sıkıyor; serçe kadar küçük bir kız ise Şeyma'nın koluna iğneler sokuyordu. Sonunda kanama durmuş Şeyma patlamış dudağının arasından fark edilen kırık dişiyle darmaduman olmuştu. Şişman önlüklü adamın işi bitmiş görünüyordu. Alnından yüzüne akan terleri silerek uzaklaşırken birden yukarıdan gelen bir karartının hareket ettiğini gördü. Kafasını yukarıya çevirdiği anda bakışları minik serçeninkilerle çakıştı. Minik serçe merakla onu izliyordu. Yanındaki hemşireye serçeyi işaret etti. Hemşire heyecanla -Ayy, çok küçük, nasıl gelmiş buraya, dedi. Beyaz gömlekli adam gülümsedi -Kanatlarıyla, dedi. Küçük kız kanatlarıyla kelimesinden etkilenmiş olacak ki cevapladı. -Keşke benim de kanatlarım olsaydı! Adam küçük kızın yüzüne içtenlikle baktı ve sordu, -Söyle, nereye uçmak isterdin? Minik kızın yüzünde kısa bir tereddüt okundu. Sonra, -İnsanların olmadığı bir yere, diye cevapladı. Gün ışıyordu. Binaların arasından kaçmayı başaran bir ışık huzmesi minik serçenin gözlerinde yansıdı. Midesinde tuhaf bir guruldama hissetti. Belli ki acıkmıştı. Çöp tenekesinin yanında duran ufak bir simit kırıntısını gözüne kestirdi. Güvercinler fark etmeden kapmayı kafasına koydu. Bir çırpıda daldı; parçayı kaptı ve hızla çatıya tırmandı. Saniyeler içinde midesine indirdi. Tam ayrılacaktı ki Şeyma'nın yanında iri bir adam gördü. Adam Şeyda'ya bir şeyler içiriyordu. Şeyma ise biraz buruk olsa da içmeyi reddetmiyordu. Sonra adam ağzını Şeyma'ya iyice yaklaştırdı. Bunu aklına kazı der gibi bir halleri vardı. -Seviyorum kız seni, seviyorum anla, kıskandım da ondan yaptım. Minik serçe zihnen iyice yorulmuştu. İnsanların namus, adalet gibi kavramlarını henüz analiz etmeyi tamamlamadan şimdi de "sevgi ve kıskançlık" gibi iki büyük değerini yorumlayacak gücü kalmamıştı. Pırrr diye göklere uçuverdi. Dünya çok güzeldi ve Tanrı mutlak surette iyi ve özgürlükçü birisiydi. Gülümser Heper
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR