Şaman halktan biri değildir devlet adamı da değildir / Hüseyin Ferhad
Yaşar Miraç hece ölçüsüne, Halk şiirine sırtını dönenlerden intikâm almak için yeryüzüne gelmiş gibidir...
Halk ağuyla beslenir, acıyla, gözyaşıyla. En yahşi Halk şiirleri ağıtlardır, sagular. Şeyh Bedreddin asılmasaydı, bir destanla taçlandırılmasaydı adı anılır mıydı bugün tartışma götürür. Varidat yalınkat bir tebliğdir, sûfi derinlikten, sofistike görkemden yoksundur. Cem Sultan boğulmasaydı Ana Britannica’ya madde olur muydu; -sanmıyorum. Korkak, taht düşkünü bir şehzadeydi. Adnan Menderes öldürülmeseydi, hâlen de yaşıyor olsaydı, büyük bir olasılıkla kutsal topraklarda seyahatte olurdu şimdi. Ama onu tanıyanların sayısı, Mehmet Fuad Köprülü’yü, Samet Ağaoğlu’nu, Faruk Nafiz Çamlıbel’i sokakta teşhis edebileceklerden daha fazla olmazdı. Türkiye tuhaf bir ülkedir. Umarım rüyalarını Türkçe görüyordur. Halk yaleyl makamında ısrar ediyor çünkü. Hayır, şaman halktan biri değildir. “Devlet adamı” da değildir. Semavî dinlerde ‘resul’, ‘halife’ diye tabir edilen kurumsal kişilerden de değildir. ‘Aydın’ diye tabir edilen o ne idüğü belirsiz lâf cambazlarından da değildir. Şamandır, o kadar. Bir gölge, ‘bir bilen’. Folk veya halk flu bir terimdir. Batı’da XVIII. yüzyıla dek çalışan kesim için kullanılmıştır: soylu ve ruhbanlar haricindekiler için. Ortadoğu ve Orta Asya’da aristokrasi olmadığından, hiç değilse aileye, kabileye dayalı bir sınıf olmadığından, halk kelimesi karşılığını bulamamıştır. Aynı belirsizlik Osmanlı’da da devam etmiştir. Âl-i Osman dışındakiler teb’a olarak nitelendirilmiştir: kul, ümmet tabirine yakın mealde. Sadece Moğollar, “devlet”i tanımlamak amacıyla (ki devlet Cengiz Han hanedanıdır, onun yakın çevresidir, ulema ve üst rütbeli erbaşlar), devlet haricindekileri ‘adî halk’ diye tanımlamayı yeğlemişlerdir. Folklor veya halkbilim, belki de bu etimolojik belirsizlikten ötürü, anonim eserleri, batınî dansları, ezgileri irdeleyen bir disiplin olarak doğmuş ve o mealde de kalmıştır. Bugün folk/halk kavramı ulusun alt kimliği olarak dolaşımdadır. Bir anlamda etnik grupların tanımıdır demek de mümkün. Aslında folklor veya halkbilim, ‘birey’in aidiyet duygusunu pekiştirmek, ulusal kimlik hususundaki tereddütlerini gidermek amacıyla ortaya atılmış bir “bilim dalı”dır. XIX. yüzyılda İngiltere’de, daha sonra Almanya’da birçok antropolog ve edebiyatçının ilgisini çeken, birçok masal, ballad, atasözü, bilmece ürünlerinin derlenmesi ve arşivlenmesiyle sonuçlanmış bir aksiyon. Doğrusu ya, derlemeler, özellikle halk oyunları ulusların oluşmasında etkin rol oynamış, hiç değilse kan ve gözyaşıyla ırgalanan kapitalistleşme sürecine ‘renk’ katmıştır. Aynı şey, bizler için de geçerlidir. XIX. yüzyılda Ahmet Vefik Paşa’yla, Ahmet Mithat Efendi’yle ilk örneklerini veren folklor araştırmaları, 1932’de kurulan Halkevleri’yle zirveye tırmanmıştır. Ancak bırakın Türk şiirine, Türkçe şiire katkısını, şuarâ meclisine resmen nifak sokmuştur. Hoş, pek itibar eden de olmamıştır. Orhan Veli, Attilâ İlhan, Cahit Külebi; o kadar. Üç beş şiir, tadımlık kabilinden onlar da. İkinci Yeni zaten düşman kefesine koymuştur folkloru. Genç kuşak dersen, “Folklor Şiire Düşman” serlevhasını handiyse şiar edinmiştir. Ne Nâzım Hikmet’in ‘türkü’lerini (ki “Kızçocuğu”, “Japon Balıkçısı”, “Karlı Kayın Ormanında”; düz ve mecaz anlamda birer türküdürler) kaale alan olmuştur, ne de Cemal Süreya’nın söz konusu serlevhaya dair ‘zeyl’ini. Sonuç malûm: Türk folklor araştırmaları Federico Garcia Lorca ayarında bir şair yetiştirememiştir. Antr parantez, Yaşar Miraç bu mealde bir intikâm meleğidir. Hece ölçüsüne, Halk şiirine sırtını dönenlerden intikâm almak için yeryüzüne gelmiş gibidir. Saf gümüşten, som ipekten bir melodi, bir Laz türküsü halinde ağmıştır Türk şiirine. Demir yürekli, dili paslı ‘eski tüfekler’, Bedri Rahmi’nin “Ne zaman bir türkü duysam / Şairliğimden utanırım” dizelerini diline pelesenk etmiş Cumhuriyet “aydın”ları, ‘muhacir’ entelektüeller, vecdle gözlerini yummuşlardır Yaşar Miraç ‘şiir söyler’ken. Dün gibi aklımda: Ankara’dan İstanbul’a, Yunanistan’a, Almanya’ya taşan bir türkü seli, ses kasırgasıydı Yaşar. Hemen herkes çın kesilmiş onu dinliyordu. İnsan belleği unutkandır, hele Türk belleği beşer içinde en unutkanıdır, bu sözlerim rivayet gibi gelecektir birçok kişiye, Yaşar Miraç o dönem şairlerin hemen hepsini ‘derinden’ etkilemiştir. Usta veya kalfa, yaşlı veya genç. İnanmayan o yıllarda yazılmış şiirleri karşılaştırabilir. Ondan, yarattığı sinerjiden hiç etkilenmeyen, seremoniyi yakından fakat şaşkın gözlerle izleyen gençler de vardı elbette. Oluşum, Yazı, Gergedan, Tan çevresi: Mehmet Taner, Enis Batur, İzzet Yasar, Bilgin Adalı… Bizler içinse enikonu bir handikaptı Yaşar. Bıyıkları yeni terlemiş bir Bedreddin, Laz kökenli bir Pîr Sultan, curasını kemençeyle değiştirmiş bir Karacaoğlan, bir Şiî dost, bir Sünnî derviş, düz ve mecaz anlamda bir yoldaştı. O kadar. Aramızdaki poetik mesafe hiç daralmamıştır. Adnan Özer’in Ateşli Kaval’ını saymazsak, türküye yüz verenimiz de olmamıştır. Gerek üç sayı çıkan Yeni Türkü şiir gazetesinde (1978), gerek Yeni Türkü Yayınları’nda yayımlanan ürünler yan yana konulduğunda bu mesafe kolaylıkla görülebilir. Bir Ahmet Erhan’ı, Haydar Ergülen’i düşünün, bir Behçet Aysan’ı, Turgay Fişekçi’yi, Barış Pirhasan’ı, Adnan Azar’ı… Ali Günvar bir söyleşisinde (Varlık, Haziran 2005), “şiirin ve dilin dibe vurması ve adeta anlatımsızlığa doğru sürüklenmesi” diye tanımlamıştır Yeni Türkü’yü. İtiraz ne mümkün. Lakin hırsızın hiç mi kabâhati yoktur? Folklor veya halkbilim, arkeolojik, etnolojik, antropolojik verilerden hareketle kadim halk ürünlerini, mitolojik, komünal eserleri, geçmişimize ışık düşüren, bilgi taşıyıcı ayinleri, söylenceleri ortaya çıkarmak, modern sanat/edebiyatın hizmetine sunmak mıdır bugün? Hayır; halk danslarının, anonim müzik eserlerinin, saz sanatçılarının umumî adıdır. Yaşar Miraç bu mealde bir intikam meleğidir, evet. Türk şiiri, Türkçe şiir, şimdi onun ‘bin küsur yıl uzağında çırpınıyor’ olsa da Sezar’ın hakkı mahfuzdur. Belki söylemek bile fazla: bir Yunus Emre’yi, ‘reaya şairi’ diye tabir edilen bir Pîr Sultan’ı, bir Dadaloğlu ve Karacaoğlan’ı ortaya çıkarmak hüner değildir. Onlar zaten “cönk”lerde mevcuttular. Mit, mythos veya mitos, söylenen veya duyulan söz demektir: efsane, masal, hikâye. Ama sözü şiir katına çıkaran ‘epos’tur: “belli bir düzen ve ölçüye göre söylenen, okunan söz”; -epope. Azra Erhat’ın tarifine göre mit şiirin özü, epos da biçimidir, formu (Mitoloji Sözlüğü, 1972). Bu, şu demektir: bir dönem bas bas bağırdığımız ‘öz ve biçim birlikteliği’nin bizden iki bin küsur yıl önce tespit ve teyid edildiğidir. Evet, epope veya epik şiir, poetik tasavvurun ilk formudur. Büyüyle, büyüleyici sözle, ilâhilerle bire bir bağıntılıdır. Öznel bir gerçeklik içerir. Claude Lévi-Strauss’un deyimiyle (Mit ve Anlam, Çev. Ş. Süer – S. Erkanlı, 1988), şiirsel tasavvur, “insana, çok önemli bir şeyi, evreni anlayabileceği ve evreni anladığı yanılsamasını vermiştir.” Şiir de bu yanılsamanın bizatihi kendisi, ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Hilmi Yavuz, Söylen Şiirleri’ne (1989) Behçet Necatigil’le Lévi-Strauss’dan sunu mealinde iki alıntıyla başlar. “Batı şiiri hiçbir zaman mitolojiden ayrılmamıştır. Bugün Avrupa şiirinde, bütün Batı şairlerinde mitos imajlarına rastlarsınız. Bizde niye olmasın bu? Serâpâ istiâreler dünyasıdır menakıpnâmeler, dervişlerin hayatları. Modern şiir Batı’da Hıristiyan mitoslardan, yahut Yunan mitoslarından yararlanıyor. Bizde bâkir ne kadar çok değerli menkıbeler var. Kerametleri, dervişleri düşünün.” der Behçet Necatigil. Bu, bir ‘tespit’ten, ‘Batı gözlüğü’yle Doğu’yu okumaktan çok, bir ikazdır, çocuksu, gülünesi tartışmalara bir itiraz. Yoksa Türk şiiri de mitolojiden kopmamıştır hiçbir zaman. Nâzım Hikmet dahil, Ahmet Haşim’den, Yahya Kemal’den, Necip Fazıl’dan, özellikle Asaf Hâlet’ten yığınla örnek göstermek mümkündür. Söylen Şiirleri, Behçet Necatigil’i teyid eder erktedir, işmar üzre Doğu ve Batı mitoslarını birlikte okuma girişimidir de denilebilir. O kadar. Zira tematik kaygısı hiç olmamıştır Hilmi Yavuz’un. Alıntı’lar’dan kastı da ne referanstır, ne de muhtemel eleştirilere bir adres göstermek. Ne yalan söyleyeyim, ben bu tür alıntıları hep bir zırh, maske addetmişimdir. Dünyanın en önemli siyasal örgütlerinden ilki Greko-Latinlere aittir, diğeri Osmanlılara. Her iki imparatorluktan da ait oldukları kültürlere yaraşır şairler yetişmiştir, ürünleri şimdinin, geleceğin poetik haritasını çizmiştir. Gelgelelim dönemin (dönemlerin mi demek gerekir bilmiyorum) siyaset bezirgânları şuarâ meclisini sine-i millete dönmeye mecbur kılmıştır. Maalesef halen keyfiyet de bu mealdedir. Modernizm, postmodernizm, görece, dışarılık terimlerdir; hiç değilse şiir bazında. Homeros’la, İmri’u’l Kays’la, Yunus Emre’yle, Fuzûlî veya Şeyh Galib’le aramızdaki mesafe salt “bir nefes”tir, bir kurşun atımı. Epope hâlâ yürürlüktedir, gazel, kıt’a, sonnet. Örneğin Ataol Behramoğlu 64. doğum yıldönümünü sonnetlerle taçlandırmayı yeğlemiştir (Yasakmeyve, Eylül-Ekim 2006). Şiiri önemli kılan esansıdır, kokusu, taşırdığı misk ü amber. Paganizm dahil, siyasal iktidarlara taraf veya muhalif dinler de büyük şairler yetiştirmişlerdir. Şiirin geleceği yaban, barbar dinamiklerinde gizlidir. Mitologya kadim bir o kadar bâkir alandır, evet. Ama görmek için bakmak şarttır! Her şiir bir ‘benlik tasarımı’dır. Şair ne kadar geride dursa, saklansa, id’ini yazdıklarından muaf tutsa da, şiir nihayet o’dur, şairin bir silueti, yaşam öyküsü, bir kimlik arayışı. Bu, her şair için geçerlidir: ya şiiri kendisidir veya kendisi şiirine dönüşür. Siyasal iktidarların müdahalesi, şairleri yakın takibe alması, ısrarla Batı’yı, Yunan mitologyasını işaret etmesi, içine doğduğumuz kültürle yüzleşmemizi geciktirmiştir. Aslında Cemal Süreya’nın söz konusu yazısının muhatabı ‘mitoloji havarisi’ diye nitelediği Oktay Rifat’tır, “Agamemnon”un şairi genç Oktay Rifat. Gerçekten de onu önemli kılan son dönem ürünleri, Osmanlı’ya, şehr-i Stanbul’a dair sonnetleri olmuştur. Ben, içimdeki Ben, bencileyin hâkir midir emin değilim ama mitologya, içine doğduğum kültüre ait ‘eski’ metinler (esatîr, destan, menkıbe, mesel; ne buldumsa!) tinsel evrenimin hudut taşlarıdır, hudut taşları olmuşlardır. Nitekim ilk yazılarımdan biri “Şiir ve Mitologya”dır (Bilim ve Sanat, Temmuz 1981). Tuhaftır o yazıyı niye ve kimlere öykünerek yazdımdı, bilmiyorum. Bilmiyorum zira Sol’un dudak büktüğü, hemen tümüyle Sağ’a terk ettiği bir alandı ‘etnisite’. Çevrem, hiç değilse benim çevrem, etnik, moral değerlerimizden bîhaberdi. Üstüme gülündü, şiirlerimdeki türkesk terimlerin kefaretini bizzat ödedim, -ödettirildi. Teyid ve takdir Tarih’e aittir; inat bu ya, ömrümün ikinci çeyreği o ‘genç şaman’ın ayak izlerini sürmekle geçmiştir. Ona göre, yani içimdeki Ben’e göre, günümüz şairinin konumu, şamanın bildik ‘toplumsal duruş’una benzemektedir. Asaleti kendinden menkul olsa da, yeri, hep bir ‘yüce’liği, mistik bir gücü ifade etmektedir. Tuhaftır, Osmanlı hanedanı kendini hep “bâb-ı âli”, gündelik deyimle “yüce devlet” diye tabir etmiş, tarihin derinliklerinden gelen şamanın gücünü kerhen de olsa kendi benliğiyle birleştirmeyi denemiştir. Kim bilir belki de altıyüz yıllık iktidarını altı şamanın nefesine borçludur. Cemal Süreya, “Kehanet 1985” başlıklı şiirinde ne diyordu: “Lokman şair senin hayatın Yedi kırlangıcın hayatı kadar Altısını ardı ardına yaşadın Bir kırlangıcın daha var.” Kıssadan hisse: Herkes’e. Hüseyin Ferhad (Kasım 2006) Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR