Ruhu ütüsüz ve buruşuk bir şair: Didem Madak / Halit Payza
1970 doğumlu, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmesine karşın, tezgâhtarlık, sekreterlik, anketörlük gibi eğitimi ile hiçbir ilgisi olmayan işlerde çalışmak zorunda kaldı.
Nereye baksam hep aynı söz: “Ruhunu ütüsüz ve buruşuk gezdirmeyi sevdiğinden hiçbir zaman yeterince ‘düzgün insan’ olamadı.” Her söylenileni söylenildiği gibi algılamamalı insan, çünkü insan olmanın bilinci biraz da buruşuk ve ütüsüz ruha sahip olmakta gizli. El değmedik bir ruh için olduğu gibi kalmak, yaşadığı gibi ölmek herkesin kolayca sahip olabileceği bir erdem değil. Evet, saf ve katışıksız olmak için ruhlarımızın ütüsüz ve buruşuk olmaları asıldır. Ruhunu ütületmiş, kırışıklıklarını açtırmış bir insan ruhsuzdur. Yaşamın ortalarında güzel bir kadın, yaşama böylesi tutunan ve onu olduğu gibi yaşamak için/yaşatmak için ütüsüz ve kırışık yaşamayı göze alan… “Gözyaşlarım bitse tespih tanelerim vardı/tespih tanelerim bitse gözyaşlarım…” Yerine koyabileceği hep bir şeyler kaldı geride. Hep böyle gözyaşlarının ardından mı gördü dünyayı? “Saydım,” diyordu, “insanın doksan dokuz tane yalnızlığı vardı.” Bir yalnızlık biliyorduk baş edemediğimiz, doksan dokuza çıkardı. Didem Madak yok, bu da yüzüncü yalnızlığımız. Şimdi kim asacak, balkonuna uçlarından çile damlayan yorgun çamaşırları? 1970 doğumlu, Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmesine karşın, tezgâhtarlık, sekreterlik, anketörlük gibi eğitimi ile hiçbir ilgisi olmayan işlerde çalışmak zorunda kaldı. Suç ve Ceza’yı bütün kalbiyle severek okumuş birinin iyi bir avukat olabileceğine inanmıyordu. Şiir tutkusu oldu. Ludingirra, Öküz, Sombahar dergilerinde yayımladı aykırı, ayrıksı, lirik şiirlerini. İzmir’in imbatı şiir taşıdı ona, martı kanatlarında, balıkların pullarında, denizin yakamozlarında. Çocuksu yanı, çocukluğundan değil, annesindendir. Onu yazınla tanıştıran da annesidir. Çocuk romanları okuyarak çocuk kalmasını bilmiştir. Çocuk romanlarını mutlulukla anımsaması da bundandır. Annemli İlgili Şeyler’de “Yaşasaydın, hayatımın ortasına/Güller yığan bir adam olsun isterdim babam./Sen bir çocuk romanı annesi ol isterdim./Ölü mısır tarlaları hışırdıyordu/Ve kalbimde çıngıraklı yılan sürüleri/diye başlayan bir çocuk romanında…/Şalına sarınırdın, toprağa sarınır gibi/Erken öleceğini biliyordum bana bırakmak için,/bu acımasız ölü anne sesini” diyordu. Şair oluşunu, evden kaçarak yaptığı, mutsuzlukla bitirdiği evliliğine borçlu olduğunu söyler. Mutsuz bir evlilikten şair olarak çıkılması işten bile değildir. Bodrum katında geçirdiği ‘buhranlı’ günlerden sonra kendini Dostoyevski’nin roman kahramanlarından biri olarak duyumsar. O bir ‘olağanüstü hâl’ şairidir. Salya sümük ağlayarak yazar çoğu şiirlerini, küçük bir yelkenli değil, ağır bir transatlantiktir. Bir buz dağına çarpıp parçalanmak, bir karşı efsane olarak batmak ister. Sabahları şiirlerini yazdığı kâğıtlarla uyanır, yitmemeleri için dergilere gönderir onları. Yazdıklarını şiir olarak görmez, ‘nedense yine de şiir’ olarak görür. Kendisi ile yapılan söyleşide -Bora Aras’ın sorularını yanıtlarken- bir birahanede genç bir kızla, bir delikanlının konuşmasına tanık olduğunu söyleyecektir. Kız, ‘Hayat yalan be oğlum!’ diyerek, ağlamaktadır. “Bir kere o kız kadar içten hayat yalan be oğlum diyebilseydim hemen yazmayı bırakırdım. Hayatın bir yalan olmadığına kendimi ve başkalarını ikna etmeye çalışıyorum.” Kendini inandıramamış olacak… İris’in Ölümü’nde; “Ben ne zaman öleceğim tanrım!/Sabah olunca mı?/Keşke birkaç dakikayı ipek mendillere sarıp saklasaydım” diyerek soracaktır. Aklıyla değil, sezgileriyle yaşadı. Yaklaşan ölümünü de aynı duyarlılıkla yakaladı. Öleceğinin bilinciyle, hep yaşayacakmış gibi yaşadı. Yanlış ata oynadı ve yitirdi. Zaten yitirmek için yarışmıştı. Dikenleri hep kendine batan sevimli ve güzel bir kirpiydi. Kalbi yokmuş gibi yaşaması o dikenler yüzünden. Şiirini İkinci Yeni’ye benzetenler için, aynı söyleşide kendine sorulan soruyu “İkinci Yeni’ ismiyle anılan şiir kuşkusuz pek çok ana çizgisiyle bizler ve günümüz şiiri için bir olanak olarak belirmiştir. Ancak kendi serüveninin peşine düşmüş, ‘öznel’, ‘bireye ilişkin’ şiir yazan ve şiirinde ana öğe olarak imgeye yer veren her genç şairi ‘ikinci yeniden ses taşıyor’ yargısıyla baş başa bırakmak bana kolaycı bir yaklaşım gibi geliyor. Artık bu gün yazılan şiiri değerlendirmek için daha başka ölçüler de bulmak gerek. Düşündüğümde onlara göre daha kendiliğinden, daha paldır küldür bir şiir yazdığımı düşünüyorum. Daha az şair bir edam, daha iddiasız bir tavrım var” diye yanıtlayacaktı. Yine de bütünüyle dışlamaz, Edip Cansever’in şiirine benzetir şiirlerini. Ağrı şiirinde belki de ölümünün gerekçelerini yazar dizelere; “Sonbaharın kralı gelirmiş meğer İstanbul’a/Ciğerlerimin filmini çektiler/Ciğerlerim artiz oldular icabında/Akut alevlenmiş kronik bir sonbahar gibi bakıyordu/Sigara figüran falan./Ben kırmızı bir yaprağı oynuyordum esas kız olarak" Gökkuşağının altından geçemeyeceğini düşünüyordu. Geçmeyi becerdi. Belki en büyük yanılgısıydı. Susuyorum. Şimdi bir şiire uyuyacak. Halit Payza
Annesinin ölümünden sonra terk edilmiş duyumsadı kendini. Ruhunun ütüsüz ve kırışık kalmasının nedenidir. Yaşamı hep bir “üvey anne” gibi gördü.
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR