Tamer’le arkadaşlığımız eskiydi. Birbirimizi ilkokuldan beri tanıyorduk. Zaman zaman uzak kalsak da, birbirimizden haber alamasak da, hiç kopmamıştık… Dostluğumuz eskimedi. İlk buluşmamızda, kaldığımız yerden sürdürdük ilişkimizi. Araya giren uzaklıklar, beraberinde unutulmayı getirmedi.

Görüşemediğimiz zamanlarda, içimizdeki özlem hep sıcak kaldı!

Son yıllarda işlerini yoluna koymuştu Tamer. Özel bir okulun kantinini işletiyor, geçim sıkıntısından, gelecek kaygısından kurtulmuş görünüyordu. Sık sık buluşup görüşemesek bile, birbirimizi telefonla arıyorduk. Ya o, ya da ben, bir hafta değilse ertesi hafta mutlaka arayıp durumumuzu öğreniyorduk.

Fırsat buldukça bir araya gelip söyleşiyorduk.

Yakın yıllara kadar birçok işe girip çıkmıştı Tamer. Giriştiği işlerde para batırdı, ortaklık ettiği kişilerce aldatıldı, karşılıksız çek vermekten başı derde girdi. Karısı, kızı ve oğlu, onun başarısızlıkları yüzünden sıkıntılı dönemler yaşadı.

Babasına ve ablalarına küskündü Tamer. Ayakta durması için zaman zaman kendisine destek olduklarını biliyordum. Ancak üst üste yaşadığı başarısızlıklar yüzünden onu eleştiriyor, hatta beceriksiz olmakla suçluyorlardı! Yardım etmek yerine öğüt vermekle yetiniyorlardı. Kızlar, babalarını da etkiliyordu bu anlamda...

Sonunda karşılıklı olarak köprüleri attılar! Anneleri ölmüştü. Yaşlı babaları da kızların yanında kaldığı için Tamer babasını da göremiyordu uzun zamandan beri.

Özellikle Tamer’in küçük ablası çok varlıklı bir kadındı. Öğretmen okulunu bitirdikten sonra meslektaşı biriyle evlenmişti. Eşi de kendi gibi matematik öğretmeniydi. Okullar tatile girince, matematik dersinden bütünlemeye kalmış öğrencilere ders veriyorlardı önce. Sonra işi ilerletip bir dershane açtılar. Daha sonra da büyük kentlerde dershanenin şubeleri açıldı… Birkaç yıl içinde dershaneleri özel okula dönüştürerek eğitim alanında ünlü bir kurum yarattılar.

Bunları yaparken, iki kız kardeş ve iki damat birlikte hareket ediyorlardı. Tamer’in büyük ablası da çalıştığı bankanın müdürüyle evlenmişti. Dershaneleri okula dönüştüren kardeşine, uygun koşullarda borç vermişti çalıştıkları banka.

Ben bunları nereden mi biliyorum? Tamer’den işitiyordum elbet. Küçük ablası Tamer’i de çağırmış, yanlarında aylıkla çalışmayı önermişti ona. El gibi, aylıklı çalışmayı içine sindiremeyen Tamer, yapılan öneriyi geri çevirdi: “Aybaşı gelince gidip ablamın muhasebecisine el mi açacağım? Eksik olsun! Ben kendi başımın çaresine bakmayı bilirim elbet!”

Ablalarına ve eniştelerine karşı Tamer’in kendini kanıtlama çabaları çoğu kez zararla noktalandı. Ama yılmadı o, umudunu yitirmedi. Har defasında düştüğü yerden kalktı, yoluna devam etti.

Ta ki, şu virüs salgını çıkıncaya dek… Onu hiç bu kadar umutsuz ve çaresiz görmemiştim!

Sevgili arkadaşım hiç hesap edemediği bir vurgun yemişti! Salgın nedeniyle okullar kapatılınca ortada kaldı! Haftalar, aylar geçtikçe durumu daha da güçleşti. Arabasını sattı. Elinde avuncunda ne varsa tüketti. İki çocuk, çalışmayan bir eş… Oturduğu evin kira borcu aydan aya katlanıyordu… Kış soğukları da bir yandan…

Telefon edemez diye, ben kendisini arayıp soruyordum günaşırı. Sesi umutsuzluktan, çaresizlikten titriyordu. “Ne yapacağım ben?” diyor, başka söz etmiyordu. Onu ağlamaklı bir ses tonuyla dinlerken elim ayağım buza kesiyordu. Tek başına olsa, alıp evime getiririm diye aklımdan geçiyordu. Ama o zaten kendine kıyar, yine başka birinin evine sığınmazdı. Öylesine gururlu bir insandı. Yıllardır tanıyordum işte… Sözle avutulma çizgisini çoktan geçmişti. Benim aklıma gelen, mutlaka onun da kafasının bir yerinde duruyor, zayıf bir anını kolluyordu. Bu bunalım içinde canım arkadaşım kendine kıyabilirdi! Bütün korkum buydu!

Yine bir konuşmamızda, söz arasında, “Babanı bir arayım, hatırını sorayım, bakalım beni tanıyacak mı?” diyerek ablasının telefonunu istedim. Yazdırdı numarayı.

Ertesi gün Tamer’in küçük ablasına telefon ettim.

Elbet beni tanımıyordu kadın. “Babanız öğretmenimizdi, siz de öğretmen okulunda okuyordunuz…” deyince, ilgiyle karşıladı. Kısaca hal hatır sorduk karşılıklı. Hemen ardından asıl konuyu açtım: “Ben Tamer’in arkadaşıyım,” dedim. “Tamer’i hiç aradınız mı son günlerde?”

Soğuk bir sesle: “Hayır,” dedi kısaca. Biraz da suçluluk duygusu mu vardı ne, bu soğuk yanıtta?

“Kardeşiniz bunalım içinde,” diye sürdürdüm. “Tanrı korusun kendine kıyabilir! Çok kaygılıyım… Yarın geç kalmış olabilirsiniz!”

Telefonun öte ucunda, korka korka: “Niye ki?” diyebildi.

“Salgın nedeniyle okullar kapandı. Bildiğiniz olay! Tamer’in evi kira, iki çocuğu var…”

Necati Güngör

Karşımdaki ses, sanki yarasına basılıp deşilmiş gibi acılı bir sesle konuşmaya başladı:

“Kardeşim!” dedi. “Siz bilmiyorsunuz. Biz onu işe almak istedik. Bizimle çalış dedik. Gurur yaptı. Gitti birtakım işler açtı başına! Biz kardeşimizin perişan olmasını ister miyiz? Aramıyor, sormuyor; telefonlarımıza çıkmıyor. Babamızı bile ziyaret etmiyor. Bize karşı bir öfkesi var sanki… Onun iyiliği için söylenmiş her öğüdümüz gururunu yaralıyor.”

“Bakın Hanımefendi!” diye sözünü kestim. “Konumuz geçmişte olup bitenler değil. Tamer’i, çok eskiden tanıyorum. Çocukluktan beri… Gururlu yanları da vardır, doğru; ama asıl onurlu bir insan o! Onursuz, arsız, kapıdan kovulsa bacadan giren bir kardeşe sahip olsanız daha mı iyiydi?”

Kadın derin bir iç geçirdi. Bu, bana hak verdiği anlamına mı geliyordu, bilemiyorum. Sözümü sürdürdüm:

“O şimdi yardıma muhtaç! Kardeşlik böyle zamanda belli olur. Siz, yaşam deneyimleri küçümsenmeyecek bir öğretmensiniz. Topluma insan yetiştiriyorsunuz! Yardımlaşmanın,  dayanışmanın nasıl insanca bir erdem olduğunu size anlatmam gereksiz diye düşünüyorum… Lütfen şimdi arayın kardeşinizi! Onun kalbini kazanın. Abla, kardeş olduğunuzu gösterin… Bir ailesi bulunduğunu unutmamacasına anlasın! Ama hemen, şimdi yapın bunu. Yarın geç olabilir...”

“Peki…” dedi. “Ona bir şans ver diyorsunuz. Ararım…”

“Lütfen!”

“Hiç kuşkunuz olmasın. Madem zor durumda, elbette ararım. Hepimiz ararız…”

Telefonu kapatmadan önce teşekkür etti, kendisini uyardığım için. Son olarak; “Bağışlayın!” diye ekledi. “Ben şimdi kiminle görüştüm? Babamın öğrencisi olduğunuzu söylediniz. Adınız neydi?”

“Adım önemli değil,” dedim. “Ben bu hikâyenin yazarıyım. Bu kadarını bilin yeter.”

“Öyle ya, bu bir hikâye…” dedi. Başka soru sormadı.

Telefonu karşılıklı kapattık. 

*

Tamer’in babası ilkokul öğretmenimizdi. Babasının küçük oğluydu. Bizimle yaşıttı. Aynı okulda, ama başka bir öğretmenin öğrencisiydi o. Teneffüs zili çalar çalmaz yıldırım hızıyla koşar gelir, babasından bir şeyler ister; dediğini yaptırmadan ondan ayrılmazdı. Babasının da bir yakınması olmaz, oğlunu, saçma bir istekte bulunsa bile, hiçbir zaman terslemezdi. Başka öğretmenlere karşı da babasının varlığından güç alırdı sanki. Biz öğretmenimizden korkar, çekinirdik ama onun çekinmesi söz konusu bile değildi. Öğretmenimiz, biz öğrencilerine olmadığı kadar, oğluna karşı anlayışlı ve sevecendi. Dedim ya, çocuklarının en küçüğüydü Tamer. İki kız çocuğundan sonra dünyaya gelmişti o.

Öğretmenimizin büyük kızı ticaret lisesinde okuyordu. Kimi gün babasına uğruyor, bir köşede durup aralarında bir şeyler konuşuyorlar, sonra çekip gidiyordu. Babası onunla konuşurken yüz ifadesi daha ciddi görünüyordu. Uzaktan bakınca bile anlıyorduk tutumundaki katılığı.

Bir de öğretmen okulunda okuyan bir kızı vardı öğretmenimizin. O da arada bir babasına uğrar, ayaküstü bir şeyler konuşur, sonra dönüp giderdi. Kendi mesleğini seçtiği için bu kızına karşı daha bir hoşgörülüydü sanki.

Tamer’le ortak bir yanımız vardı: O da benim gibi bir çizgi roman tutkunuydu! Hepsine verecek paramız olmadığı için, arkadaşlarla farklı çizgi romanlar alır, değiş tokuş ederdik. Tabii bu işi öğretmenimizden gizli yapardık. Okul çıkışında kuytu bir yer bulur, orada kimse görmeden alıp verirdik okuduklarımızı. Böylece bir çizgi roman parasıyla birçoğunu okumuş olurduk.

Bu çizgi romanları evde de gizli gizli, ders kitaplarının arasında, ana babamıza göstermeden okurduk. Çünkü öğretmenimiz bu yayınları zararlı bulduğundan okumamızı yasaklamıştı. Ana babalarımızı da, çocukların zararlı yayınlar okumasına izin vermeyin diye öğütlerdi.  “Bunları okuyup da haylazlık öğreneceğine, ders kitaplarını okusunlar!”  dediğini sık sık işitirdik.

Bizlerse masal okuma çağından henüz çıkmış çocuklar olarak bu kolay okunur kitapçıklarda anlatılanların büyüsüne kaptırırdık kendimizi. Bir bakıma, masal dinleme, masal okuma alışkanlığımızı keyifle sürdürürdük. Sanırım, bunları gizlice okumanın da bir serüven tadı vardı.

Gizli okumalar bizim için bir başarıydı belki ama… Her zaman başarılı olduğumuz söylenemezdi.
Bir gün derste, Tamer’den ödünç alıp çantamda sakladığım çizgi romanı çıkarıp sıranın gözüne koymuş, kimseye göstermeden sayfalarını karıştırıyordum. Kendimi kaptırmış olmalıyım ki, öğretmenimizin, sıranın içinde bir şeyler karıştırdığımı anladığını fark etmedim. Beni ürkütmeden, sanki öyle kendi halinde bir şeyler düşünerek dolaşıyormuş gibi, sessizce arkalara doğru yürüyüp oradan göz hapsine almış. Sıranın içinde, ders kitabı dışında bir şeyler karıştırdığımı görmüş. Ben karıştırdığım kitabın resimlerine dalmışken, ansızın elini uzatıp yakalaması bir oldu… Her şey bir saniye içinde olup bitmiş; suç aracıyla birlikte yakalanıvermiştim!

“Yakaladım seni!” dedi öğretmenimiz. “Hem de derste okuyorsun bunu, değil mi?”

Bütün sınıf susmuş, bize bakıyordu o anda. Suçüstü yakalanmıştım! Kimi arkadaşlarım acıyarak, kimileri de ne ceza alacağımı merak ederek bakıyordu.

Oturduğum sıranın önünde durmuş, yüzüme bakıyor, elindeki suç aracını sallıyordu; bir yandan da suçluyor...

“Size kaç defa söyledim, bu gibi zararlı yayınları okuyup da kafanızı boş yere meşgul etmeyin diye? Söylemedim mi, ha? Babanın parası çok mu bunca? Bunları parayla satın alıyor, kafanı zararlı şeylerle dolduruyor, derslerinden uzak kalıyorsun! Yetmezmiş gibi bir de okula getiriyorsun bunu, öyle mi?”

Öğretmenimizin bu aşağılayıcı sözleri karşısında küçüldükçe küçülüyordum!

“Parayla almadım!” diye bir söz çıktı o an ağzımdan. Hafifletici bir nedene sarılma umuduyla…

“Ne yani, şimdi sana bedava mı veriyorlar bu yayınları?” diye sordu alayla. Sınıf arkadaşlarım gülmeye başladı.

“Tamer verdi!” dedim usulca.

Birden durdu öğretmenim.

“Hangi Tamer?”

“Oğlunuz Tamer.”

Sınıfta heyecan doruktaydı. Suç ortağımı ele vermiştim.

“Tamer böyle şeyler mi okuyor, diyorsun şimdi?”

Başımı eğdim: “Evet…”

Sınıftaki arkadaşlardan da sesler yükselmeye başladı:

“Evet öğretmenim, Tamer de okuyor, biz de gördük…”

Öğretmenimiz sustu. Elindeki çizgi romanla dönüp masasına geçti. Çizgi romanı öfkeyle masaya attı. Saatine baktı.

“On dakika var ders zilinin çalmasına,” dedi. “Şimdi Tamer’i çağırırım buraya, sizi yüzleştiririm…”

Bu sözlerin altında daha ağır bir suçlama yatıyordu.

Ben başıma geleceklerin korkusu içinde, sararmış bir yüzle öğretmenimize bakıyordum. O ise, işittiklerinin yalan çıkacağından kuşku etmeksizin, heykel gibi duruyordu masasının başında.

Sınıf derin bir sessizlik içinde bekleşiyordu. Kimi dönüp acıyan gözlerle bana bakıyor, kimi umursamaz görünüyordu.

Zil çaldı.

Öğretmen eliyle kapıyı gösterdi sınıfa. Sonra bana döndü, “Sen yerinde kal” dedi. Ön sıradaki çocuklardan birine, “Git Tamer’i bul, buraya getir. Onu beklediğimi söyle.”

Kendisine görev verilen arkadaşımız koşarak çıkıp gitti. Sınıf boşaldı. Bazı arkadaşlar, pencerenin önünde durmuş, çaktırmadan içeride olacakları görmeye çalışıyordu.

Az sonra, Tamer’le onu çağıran çocuk girdi. Arkadaşım merak içindeydi. Bir babasına baktı, bir masanın üstünde duran çizgi romana. Durumu kavramakta gecikmemişti.

Öğretmenimiz, “Sen gidebilirsin,” dedi öteki çocuğa. “Ha, şu pencere önündeki çocuklara da söyle, çekilsinler oradan…”

Çocuk başıyla selam verip çıktı sınıftan.

Bana da eliyle işaret etti, “gel” diye.

Sıramdan çıkıp öğretmen masasının önüne geçtim.

“Söyleyin bakalım şimdi” dedi. “Bu şey kime ait?”

Tamer’le ben bir an bakıştık. Şimdi Tamer “benim değil” diyecek, öğretmen de beni tokatlayacak, yalan söyleyip oğluna iftira attığım için… Öyle sanıyordum. Tamer, hiç ummadığım biçimde, adeta göğsünü gere gere:

“Benim kitabım! Ben okudum, sonra da arkadaşıma verdim!” demez mi?

Öğretmenimiz, oturduğu koltuğa adeta yapıştı! Benim gibi babası da işittiklerine inanamıyordu sanki.

“Oğlum, sen ne zaman, nereden aldın bunu?”

“Nerede satılıyorsa oradan aldım. Ne önemi var baba?”

“Peki ben demiyor muyum size, bu tür yayınlar zararlı diye? Gencecik beyinlerinizi abur cuburla dolduruyorsunuz! Evladım, bunları okumak sigara içmek gibidir. İkisi de sağlığa zararlı. Biri akciğere zarar verir, öteki beyine…”

“Sen öyle diyorsun ama… Bizim öğretmenimiz öyle demiyor.”

Tamer babasının karşısında çok rahat konuşuyordu. İki arkadaş gibi… Ben ne öğretmenimizin, ne de babamın karşısında bu kadar rahat konuşabilirdim.

“Ne diyormuş öğretmeniniz?”

“Okumanın zararı olmaz, diyor. Yeter ki okuma alışkanlığı kazanın, diyor. Alışkanlık edinirseniz, ileride yararlı kitaplar okumanız kolaylaşır…”

Öğretmenimiz, oğlunun karşısında yanıt bulmakta güçlük mü çekiyordu, ne?

“Peki,” dedi. “İkiniz de gidin şimdi. Seninle akşam evde yine konuşacağız bu konuyu. Öğretmeninle de konuşacağım ayrıca…”

Biz dışarı çıktık. Öğretmenimiz sınıfta kaldı.

Şimdilik ceza konusu rafa kalkmış görünüyordu. Tamer sayesinde ucuz atlattığımı düşünüyordum.

Yanılmışım!

Birkaç hafta sonra çarşıda babamla karşılaşmış öğretmenimiz. Rastlantı mıydı,  yoksa bile isteye bir rastlaşma mıydı bu, bilemiyorum… Ayaküstü hatırını sormuş babam. Öğretmenimiz, okula zararlı yayınlar getirdiğimi söylemiş…

Akşam babam eve geldiğinde, ateş püskürüyordu! Annem yanımızda olmasa, belki dayak bile yiyebilirdim… Dakikalarca söylenip durdu bana! Babamın öfkesi geçinceye dek sustum kaldım.

Asıl cezayı sonraya saklamıştı öğretmenimiz:

Ders yılı sonunda iki dersten bütünlemeye bıraktı beni! O yaz günlerimi genellikle ders çalışarak geçirdim.

Böylece beni derslerden soğutmayı başarmıştı. Derslerde, konuyu çalışmış olsam bile parmak kaldırmıyordum artık. Özellikle kaldırıp sormazsa bir şey söylemiyordum.

Buna karşılık iyi bir arkadaş kazanmamı sağlamış oldu öğretmenimiz: Tamer.

*

İki gün sonra telefonum çaldı, açtım. Tamer’di. Mutluluktan dili diline dolaşıyordu sanki.

“Sen iyi bir dostsun! Bu iyiliğini hiçbir zaman unutmayacağım!”

“Ne oldu?” diyebildim ancak.

“Arkadaşının hayatını kurtardın!”

Anlamıştım… Bir yorum yapmadım. Doğrusu Tamer’in mutluluğu insanın yüreğini ısıtıyordu. İki ablası da, dün onun evine uğramışlar. Elleri kolları dolu doluymuş. Yeğenlerine armağanlar götürmüşler. Giyecekler, yiyecekler… Sonra Tamer’i de yanlarına alıp ev sahibini ziyaret etmiş; birikmiş kira borcundan başka, üç aylık ücreti peşin ödemişler. 

İki kadın yine kardeşlerini yanlarına katıp babalarına götürmüşler.

Kaç zaman sonra babasıyla kucaklaşmış, ellerini, yanaklarını öpmüş Tamer. Karşılıklı özlem gidermişler.

Babası, kendi yerine emekli aylığını çeksin diye banka kartını oğluna vermiş.

“Ben yaşlıyım, sokağa bile çıkamıyorum artık, bu yaştan sonra parayı ne yapacağım?” diyormuş.

“Bütün bunlar senin sayende oldu!” diye belirtmekten kendini alamıyordu sevgili arkadaşım.

“Babam hep seni sordu,” diye belirtti sonra. “Adını söyledim ama belleği çok zayıflamış, çıkaramadı. Selamları var.”

“Bir daha gidişinde, benim yerime de ellerinden öp!” dedim Tamer’e.

Arkadaşımın iyimserliği bana da bulaşmış, içimdeki kırgınlık silinip gitmişti çoktan.

Necati Güngör
Gerçekedebiyat.com


 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)