Niçin Konuşmak / Muzaffer Buyrukçu
"Cemal Süreya dedi ki: Bir kişi
garsona yirmi lira bahşiş verme durumuna geldi mi, o anda insan
satın alma işlemi başlamıştır." Çok konuşuyorduk. Bundan sonra
siyasi, iktisadi konularda konuşmalar, tartışmalar yapılmıyacaktı.
Neydik biz? Bir devlet adamı mı, bir politikacı mı? Bu konuşmalar
birikerek bizim için bir tehlike haline gelebilirdi. Bizim
yüzümüzden kendi başının da ağrımasını istemiyordu. Şefimiz böyle dedi. Sessizlik insan gerçeğiyle
bağdaşamazdı, yaşantısına aykırı düşerdi. Konuşmanın
çoğaldığı yerlerdeki insanlar tedirgindi, yaşadıkları
toplumlardaki sorunlar bir düzene girmemişti. İnsanlar, dünyada varoldukları
günden beri konuşuyorlardı. Kendi sorunlarına bir çıkar yol
bulmak, isteklerini, dileklerini duyurmak için yapıyorlardı bu
konuşmaları. Zaman zaman bazı yöneticiler sert yasalar çıkararak;
soygunlarını, namussuzluklarını ortaya sözle, yazıyla koymak
istiyenleri susturma yollarına başvurmuşlardı. Sokrates konuştuğu
ve Yunan toplumunun, yöneticilerinin kirli işlerini açıkladığı
için idama mahkum edilmişti. Galile (dünya dönüyor) dediği için
Ortaçağ engizisyoncuları tarafından hapse atılmıştı.
Yakılmalar, sürgünler olmuştu, Ama yasalar, hapisler, idamlar,
düşünen kafaları, insan gerçeğinin ardından koşan ağızları
yok edememişti ve bugün yeryüzünde bütün insanların
yararlandığı bir uygarlık varsa, bu, uygarlığı savunma
görevini yüklenmiş olan kurumlar dimdik ayakta duruyorsa, bu,
düşündüklerini açık açık, korkmadan söyleyenlerin,
yüzündendi. Konuşmak, düşündüğümüz
gerçekleri yaşantımıza katmak, onu geliştirme ve giderek
değiştirme ortamını yaratırdı. Susanlar kendilerine karşı
olanlardı. Savaşların, haksızlıkların sürüp gitmesini
istiyenlerdi. Biz konuşacaktık. Buna kimse engel
olamazdı. Çünkü Türkiye bugün milyonlarca ezilen, sürünen,
eğitilmemiş, hakları verilmemiş insanların bir barınağıysa,
bu durum yüzyıllardan beri konuşmaktan korkanlarca, yaratılmıştı.
Konuşmadıkları için Türkiye' geri bırakılmıştı, İktisaden
yabancı ülkelerin egemenıliği altına girmişti. Biz konuşacaktık. Karnımız
doymuyordu, isteklerimizin hiçbirini gerçekleştiremiyorduk,
istediğimiz evde oturamıyorduk, istediğimiz gibi giyinemiyorduk,
çocuklarımızı okutamıyorduk. Biz taş ya da eşya değildik. Bizi
taş ya da eşya gibi görmek istiyenlerin karşısına dikilecektik. Biz kendi sorunlarımızın
politikacısı, devlet adamıydık.
Büyüklerimiz bizden daha iyi
bilmezlerdi, onların her yaptığı doğru değildi. Doğrular,
haklar yaşantımızın içine girinceye kadar konuşacaktık. 2. Çok paranın insan yaşantısına
yapacağı etkiden söz ediyorduk. Bilinçli insan için para bir
amaç değil, onu geliştirecek olanaklara götüren, değişmesine
yardımcı olan bir araçtı. Kendini yaratan koşulları çoğaltmak
ve yaymak, kişileri birbirlerine düşüren, yoksulların kötü
yaşamalarını hep aynı tutan sorunlarla savaşmak, bir çare
bulmak için yararlanırdı paradan ve hiçbir zaman onun egemenliği
altına girmez, tipleşmezdi, Paranın getirdiği dış rahatlığı
yitirse de görev yapamama acısından başka bir şey duymaz, yok
olmazdı. Çünkü onun kafası silahıydı. Ama bilinçsiz insanın
dış yaşayışını değiştiren, onu gecekondudan apartmana, küçük
meyhanelerden büyük eğlence yerlerine sürükliyen bir güçtü.
Ne kadar çok parası varsa o kadar çok saygı görürdü, sözü
dinlenir, adam yerine konurdu. Kapısında adam beslemekle, günde
birkaç bin lira kazanmakla, gezilere çıkmakla, apartmanlara,
otomobillere ... paranın yaklaştırdığı ve yoksulken yüzüne
bakmayan (onca) değerli, ünlü kişilerin arkadaşı olmakla
övünürdü. Para gururlu yapardı onu ... ve giderek egemenliği
altına alır, ortaya piyes, roman, hikaye tipleri çıkardı. Bu,
özsüz yaşamayı yitirmemek için düzenin hep bu durumunu
koruyacak biçimde sürüp gitmesini isterdi. Para getiren olanaklar
elinden alındı mı yok olurdu. Cemal Süreya dedi ki: Bir kişi
garsona yirmi lira bahşiş verme durumuna geldi mi, o anda insan
satın alma işlemi başlamıştır. 3. Yaşamak bir amaçtır. Ama biz
yoksullar onu bir yük olarak taşıyoruz sırtımızda bizden
olmıyanlar, bizleri sömürenler yüzünden. 4. O kadar çok alışmışlar ki
yanlışlarla birlikte yaşamaya, öylesine yerleşmiş ki -yanlış-
varlıklarına, doğruyu, kendilerinin olman gerekeni seçemiyorlar.
Ve doğru çok kesin bir biçimde ortaya konunca düşman görmüş
gibi saldırıyorlar. Doğru gizlenir, bir süre için uzakta
tutulur, başka bir kimliğe sokulur ama yok olmaz. Olsaydı, onların
da yararlandıkları uygarlığın sözü edilemezdi. 5. (İş bilenin kılıç kullananın) sözlerinin yazılı olan ve kurumlarca
uygulanan yasalardan daha etkin olduğu, genel ahlaka, o sözlere
dayanılarak yön verildiği bir toplumda, kişileri her alanda
yücelten, haklarını koruyan ve geliştiren kolektif çabalardan
söz edilemez. Bu gerçeği bilen ve ona yanlış
olduğundan ötürü karşı çıkan toplumcuların kimileri, ya
toplumsal akışın etkisinde kalarak ya da bilerek bu gerçeği
kendilerine kazanç sağlayan gerçeklerin arasına katıp iki
yüzlü bir davranış örneği ortaya koyuyorlar. Örneğin,: Yurdumuza çeşitli
ülkelerden birçok yazar, edebiyatçı gelir. Gelenlerin yüzde
sekseni bellibaşlı, yani Türk Edebiyatını temsil! eden hiçbir
edebiyatçıyla görüşmeden ya da görüştürülmeden ayrılıp
giderler. Sonraları öğreniyoruz ki, bu fırsatları kollayan bir
iki kişi bu yazarları alıp evlerine götürüyorlar, ziyafetler
veriyorlar ve kendilerini önemli kişiler olarak tanıtıyorlar Türk
Edebiyatı hakkında hiçbir bilgileri olmayan konuklara. Onlarla
dostluğu olmayan, onların çevresinden uzakta bulunanlar
yabancılara tanıtılan edebiyatçıların dışında kalıyorlar... Ve yabancı, memleketine döndüğü zaman ilişki kurduğu
kişileri Türk Edebiyatının yetkilileri olarak tanıtıyor. Geçen
yıllarda bir İsveçli yazar gelmiş Türkiye'ye. Fikret Adil'le,
Nevzat Üstün'le, Samim Kocagöz'le tanışmış ve kendi
gazetelerinden birinde yayınlanan bir yazıda, bu yazarları göklere
çıkarmış. Hüsamettin Bozok göstermişti bana gazeteyi. Oysa kendilerini edebiyatımızın
üstün kişileri olarak gösterenlerin çoğu kendi memleketlerinde
edebiyatçı sayılmazlar. Böyle davranışlarına kızmıyorum,
Hatta bir bakıma haklı da görülebilirler. "Adımın yabancı
ülkelerde duyurma, yapıtlarımın yabancı dillere çevirme işlemi
bir örgüt tarafından yapılmadığına göre elbet kendi çabamızla
bu işi yapacağız." diyebilirler. Ama o zaman da -toplumcuyum- demesinler
ve toplumculuğun, savunuculuğunu yapmasınlar lütfen. Soyut 20. Muzaffer Buyrukçu
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR