"Cemal Süreya dedi ki: Bir kişi garsona yirmi lira bahşiş verme durumuna geldi mi, o anda insan satın alma işlemi başlamıştır."

Çok konuşuyorduk. Bundan sonra siyasi, iktisadi konularda konuşmalar, tartışmalar yapılmıyacaktı. Neydik biz? Bir devlet adamı mı, bir politikacı mı? Bu konuşmalar birikerek bizim için bir tehlike haline gelebilirdi. Bizim yüzümüzden kendi başının da ağrımasını istemiyordu.

Şefimiz böyle dedi.

Sessizlik insan gerçeğiyle bağdaşamazdı, yaşantısına aykırı düşerdi. Konuşmanın çoğaldığı yerlerdeki insanlar tedirgindi, yaşadıkları toplumlardaki sorunlar bir düzene girmemişti.

İnsanlar, dünyada varoldukları günden beri konuşuyorlardı. Kendi sorunlarına bir çıkar yol bulmak, isteklerini, dileklerini duyurmak için yapıyorlardı bu konuşmaları. Zaman zaman bazı yöneticiler sert yasalar çıkararak; soygunlarını, namussuzluklarını ortaya sözle, yazıyla koymak istiyenleri susturma yollarına başvurmuşlardı. Sokrates konuştuğu ve Yunan toplumunun, yöneticilerinin kirli işlerini açıkladığı için idama mahkum edilmişti. Galile (dünya dönüyor) dediği için Ortaçağ engizisyoncuları tarafından hapse atılmıştı. Yakılmalar, sürgünler olmuştu, Ama yasalar, hapisler, idamlar, düşünen kafaları, insan gerçeğinin ardından koşan ağızları yok edememişti ve bugün yeryüzünde bütün insanların yararlandığı bir uygarlık varsa, bu, uygarlığı savunma görevini yüklenmiş olan kurumlar dimdik ayakta duruyorsa, bu, düşündüklerini açık açık, korkmadan söyleyenlerin, yüzündendi.

Konuşmak, düşündüğümüz gerçekleri yaşantımıza katmak, onu geliştirme ve giderek değiştirme ortamını yaratırdı. Susanlar kendilerine karşı olanlardı. Savaşların, haksızlıkların sürüp gitmesini istiyenlerdi.

Biz konuşacaktık. Buna kimse engel olamazdı. Çünkü Türkiye bugün milyonlarca ezilen, sürünen, eğitilmemiş, hakları verilmemiş insanların bir barınağıysa, bu durum yüzyıllardan beri konuşmaktan korkanlarca, yaratılmıştı. Konuşmadıkları için Türkiye' geri bırakılmıştı, İktisaden yabancı ülkelerin egemenıliği altına girmişti.

Biz konuşacaktık. Karnımız doymuyordu, isteklerimizin hiçbirini gerçekleştiremiyorduk, istediğimiz evde oturamıyorduk, istediğimiz gibi giyinemiyorduk, çocuklarımızı okutamıyorduk.

Biz taş ya da eşya değildik. Bizi taş ya da eşya gibi görmek istiyenlerin karşısına dikilecektik.

Biz kendi sorunlarımızın politikacısı, devlet adamıydık.

Büyüklerimiz bizden daha iyi bilmezlerdi, onların her yaptığı doğru değildi. Doğrular, haklar yaşantımızın içine girinceye kadar konuşacaktık.

2.

Çok paranın insan yaşantısına yapacağı etkiden söz ediyorduk. Bilinçli insan için para bir amaç değil, onu geliştirecek olanaklara götüren, değişmesine yardımcı olan bir araçtı. Kendini yaratan koşulları çoğaltmak ve yaymak, kişileri birbirlerine düşüren, yoksulların kötü yaşamalarını hep aynı tutan sorunlarla savaşmak, bir çare bulmak için yararlanırdı paradan ve hiçbir zaman onun egemenliği altına girmez, tipleşmezdi, Paranın getirdiği dış rahatlığı yitirse de görev yapamama acısından başka bir şey duymaz, yok olmazdı. Çünkü onun kafası silahıydı. Ama bilinçsiz insanın dış yaşayışını değiştiren, onu gecekondudan apartmana, küçük meyhanelerden büyük eğlence yerlerine sürükliyen bir güçtü. Ne kadar çok parası varsa o kadar çok saygı görürdü, sözü dinlenir, adam yerine konurdu. Kapısında adam beslemekle, günde birkaç bin lira kazanmakla, gezilere çıkmakla, apartmanlara, otomobillere ... paranın yaklaştırdığı ve yoksulken yüzüne bakmayan (onca) değerli, ünlü kişilerin arkadaşı olmakla övünürdü. Para gururlu yapardı onu ... ve giderek egemenliği altına alır, ortaya piyes, roman, hikaye tipleri çıkardı. Bu, özsüz yaşamayı yitirmemek için düzenin hep bu durumunu koruyacak biçimde sürüp gitmesini isterdi. Para getiren olanaklar elinden alındı mı yok olurdu.

Cemal Süreya dedi ki: Bir kişi garsona yirmi lira bahşiş verme durumuna geldi mi, o anda insan satın alma işlemi başlamıştır.

3.

Yaşamak bir amaçtır. Ama biz yoksullar onu bir yük olarak taşıyoruz sırtımızda bizden olmıyanlar, bizleri sömürenler yüzünden.

4.

O kadar çok alışmışlar ki yanlışlarla birlikte yaşamaya, öylesine yerleşmiş ki -yanlış- varlıklarına, doğruyu, kendilerinin olman gerekeni seçemiyorlar. Ve doğru çok kesin bir biçimde ortaya konunca düşman görmüş gibi saldırıyorlar.

Doğru gizlenir, bir süre için uzakta tutulur, başka bir kimliğe sokulur ama yok olmaz. Olsaydı, onların da yararlandıkları uygarlığın sözü edilemezdi.

5.

(İş bilenin kılıç kullananın)

sözlerinin yazılı olan ve kurumlarca uygulanan yasalardan daha etkin olduğu, genel ahlaka, o sözlere dayanılarak yön verildiği bir toplumda, kişileri her alanda yücelten, haklarını koruyan ve geliştiren kolektif çabalardan söz edilemez.

Bu gerçeği bilen ve ona yanlış olduğundan ötürü karşı çıkan toplumcuların kimileri, ya toplumsal akışın etkisinde kalarak ya da bilerek bu gerçeği kendilerine kazanç sağlayan gerçeklerin arasına katıp iki yüzlü bir davranış örneği ortaya koyuyorlar.

Örneğin,: Yurdumuza çeşitli ülkelerden birçok yazar, edebiyatçı gelir. Gelenlerin yüzde sekseni bellibaşlı, yani Türk Edebiyatını temsil! eden hiçbir edebiyatçıyla görüşmeden ya da görüştürülmeden ayrılıp giderler. Sonraları öğreniyoruz ki, bu fırsatları kollayan bir iki kişi bu yazarları alıp evlerine götürüyorlar, ziyafetler veriyorlar ve kendilerini önemli kişiler olarak tanıtıyorlar Türk Edebiyatı hakkında hiçbir bilgileri olmayan konuklara. Onlarla dostluğu olmayan, onların çevresinden uzakta bulunanlar yabancılara tanıtılan edebiyatçıların dışında kalıyorlar... Ve yabancı, memleketine döndüğü zaman ilişki kurduğu kişileri Türk Edebiyatının yetkilileri olarak tanıtıyor. Geçen yıllarda bir İsveçli yazar gelmiş Türkiye'ye. Fikret Adil'le, Nevzat Üstün'le, Samim Kocagöz'le tanışmış ve kendi gazetelerinden birinde yayınlanan bir yazıda, bu yazarları göklere çıkarmış. Hüsamettin Bozok göstermişti bana gazeteyi.

Oysa kendilerini edebiyatımızın üstün kişileri olarak gösterenlerin çoğu kendi memleketlerinde edebiyatçı sayılmazlar.

Böyle davranışlarına kızmıyorum, Hatta bir bakıma haklı da görülebilirler. "Adımın yabancı ülkelerde duyurma, yapıtlarımın yabancı dillere çevirme işlemi bir örgüt tarafından yapılmadığına göre elbet kendi çabamızla bu işi yapacağız." diyebilirler.

Ama o zaman da -toplumcuyum- demesinler ve toplumculuğun, savunuculuğunu yapmasınlar lütfen.

Soyut 20.

Muzaffer Buyrukçu
Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)