Sıkıntıdan volta atıp duruyordu Ersin Öğütücü. Tespih elinde, eli belinde, başı önünde bir çizgi üzerinde gidip geliyordu. Derin düşüncelere daldığı gergin yüzünden anlaşılıyordu. Asabi halleri yine depreşmiş kimseye ağız açtırmıyordu koğuşta. “Götü içerde, aklı dışarda,” olmayı bir türlü kabullenemiyor, kafese tıkılmış vahşi bir hayvan gibi gardiyan filan dinlemeden önüne gelene basıyordu kalayı.

Kendine göre haklıydı tabii; herkes ihale üstüne ihale kaparken onun şirketi sinek avlıyordu kaç aydır. Bu değil de asıl ağrına giden basit bir hata yüzünden içerde olmasıydı. “Bir rakam oynamışsa ne olmuştu yani? Bazıları onlarca, yüzlerce rakamla oynuyor da bir şey olduğu mu var? Yanlışlık olmuş dememize rağmen ‘evrakta sahtekarlık’ suçlamasıyla bu kadar cezayı neden verdi hakim anlamıyorum! Bu işte bir kıskançlık var; birileri yolumu kesmek istiyor. Gerçi rakiplerim pek güvenilir adamlar değil ama yine de onlardan beklemiyorum bu ihbarı. Sanki arkada başka oyuncular var gibime geliyor!” diyerek dert yanmıştı yakınlarına. Gerçi aradan onca yıl geçmesine rağmen 10 aylık cezadan kurtulma imkanı kalmamış, itirazlar, araya adam koymalar işe yaramamış, inadına bir af da çıkmamıştı. O yüzden içerdeydi. 

Bu nedenle vekillikten de olmuştu. İki seçimdir aday adayı olmasına, istedikleri yerlere kesilen “cezaları” ödemesine rağmen bir türlü aday yapılmamıştı. Basit bir hatayı bu kadar büyütmelerine de aklı almıyordu. Önemli bir ihaleyi bu yüzden kaybetmesi yetmiyormuş gibi, ekstradan yeni cezalar yüklemişlerdi kendisine. İşin hilesine kaçarak onun bunun taşeronluğunu yapmak zoruna gidiyordu. Onlar da olmasa resmen boğacaklardı sanki. “Alacakları olsun! Gün gelir işler değişir de güç sahibi olursam…” diyerek kendisini yatıştırıyordu. Yatıştırmasına yatıştırıyordu da köprülerin altından sular akıyor, yağmur bulutları da yeni doğumlara hazırlanıyordu. 

Cezaevinden bir şikayeti yoktu. Postu atalı beri bir eli yağda bir balda kurbanlık danalar gibi beslenip duruyordu. Sadece kendisi değil bütün koğuş, bazen de bütün mahkumlar sebepleniyordu bundan. Ortadaki, yağma hasanın böreğiydi ne de olsa. Eli açık adamdı Ersin Öğütücü. Bunu kimse inkar edemezdi. Büyük kapıları besleyen adam, orta boy bir kasabanın cezaevinden mi yılacaktı. Bunun karşılığını küçük bir ihaleden çıkarırdı nasıl olsa!  

İçerde ve dışarda O volta atarken diğerleri sessizce oturur, O’nu izlerlerdi. Düşünen adamı oynayan adam rolünü oynayan Ersin Öğütücü, aynı zamanda yepyeni bir “Baba” olmaya adaydı görünüyordu. Biyolojik babaların çok yerde yetersiz kalmasıyla bu tür suni babaları aratır olması “Sosyal” veya “Ekonomik Baba” arayışını zorunlu hale getirmişti. İnsan bakınca “bu ülkede babasız ne kadar insan varmış!” diyesi geliyor. Öz babasını bırakıp ona buna “baba baba…” diye bağıran insanlarla dolu olması akıllara olmadık şeyler getiriyordu. Saklamaya hiç gerek yok! İnsanlar hiçlikle piçlik arasında sıkışıp kalmanın travmalarını yaşıyordu. 

Ersin Öğütücü de onlardan biri olma yolundaydı. Kendisi bunu istemese bile, hiç yolu yok, cezaevi sakinleri ondan da yapardı bir baba. Koşulları da oluşuyordu gün be gün; doğum yakındı... Bir anaya da gerek yoktu, anasını satayım…! Koğuş arkadaşları çevresinde pervane olurken, gardiyanlar ve müdür saygıda kusur etmiyorlardı. Dışarda ise işleri aynı zamanda ortağı olan kardeşi takip ediyordu. Zaten işlediği suçtan dolayı bir süreden beri şirketleri yasaklı olduğundan resmi ihalelere giremiyorlardı. Bunun yerine yap-sat işlerine yönelmişlerdi. 

*** 

Günler Ersin Öğütücünün düşünceleri arasından kayıp giderken bir sabah Müdürün görüşmek istediğini söyledi gardiyan. Erken bir saatti. Karga bokunu yememiş, mahkumlar da kahvaltılarını yapmamıştı henüz. Sık sık görüşmelerine rağmen Ersin Öğütücü de şaşırmıştı buna. Acaba niçin çağırmıştı bu saatte Müdür? “Hayırdır inşallah!” diyerek çıktı koğuştan. “Hayırdır inşallah Baba!” diye tekrarladı koğuş arkadaşları. İlk kez baba dediklerini duymamıştı bile. 

Hayırdır Müdürüm! Sabah sabah…?” sözleriyle girdi kapıdan. Müdür ayakta karşıladı onu. “Hayır hayır, senin için de, bizim için de hayırlı olur inşallah; sen hele bir otur!” diyerek koltuğu gösterdi. “Önce birer çay içelim!” derken gözleri kapıda bekleyen gardiyandaydı. Gardiyan havada kapmıştı mesajı, selam verip çıktı odadan. 

Müdür yerine oturdu. Koltuğu ağır gövdenin altında bir kez daha sarsıldı. Aldırmadı… Söze nerden başlayacağını düşünüyordu. Doğrudan girmek en iyisiydi her zaman. “Biliyorsunuz cezaevinin çatısı elek gibi; son aylarda yağan yağmur davetsiz misafir gibi, görgüsüzce içerde… Öyle damlama filan yok ha; şakır şukur… Sanki içerde değil de sokaktayız. Kaç zamandır ödenek isteriz bir türlü gelmez. Derken iki gün önce, talimatıyla birlikte bir miktar ödenek geldi. Çatıyla birlikte tuvalet ve banyolarla su tesisatını da elden geçirip koğuşları da boyayalım diyoruz. Savcı beyle görüşmeden önce sizinle görüşeyim istedim. Siz de müteahhitsiniz ya… Belki diyorum…” Ersin Öğütücü heyecanlanmıştı. “Yasaklıyız filan demeli miydi, dememeli miydi bir karar veremedi. Demek ki yasak da kalkıyor bu durumda. Öyle ya…!” diye düşündü. “Bazen insanın ayağına kısmeti böyle de gelebilirmiş; dışarda ararken içerde bulduk!”  

Bu işi siz yapın diyorsunuz yani? Bize iş teklif ediyorsunuz…?” “Evet aynen öyle…! Niye şaşırdınız ki?” “Sizler böyle düşündüyseniz biz çoktan hazırız! Hazırız hazır olmasına da ihalesi nasıl olacak?” “Siz orasını düşünmeyin. İlana çıktığında ihaleye katılın yeter! Gerisi bizde… Bildiğim kadarıyla senin birader uğraşıyordu bu işlerle, değil mi?” Ersin Öğütücü duyduklarına hala inanamıyordu. “İyi de işçi giriş çıkışı filan sorun olmayacak mı?” diye sordu. “İlahi Ersin Bey! Senin gibi tekeden bile süt sağan birisi bunu nasıl düşünemez? İşçi falan gelip gitmeyecek dışardan! Bu kadar mahkum ne güne duruyor; verirsin parasını, çalıştırırsın isteyeni! Terörist ve ağır cezalıların bulunmadığı bu tip cezaevlerinde sorun olmaz bunlar. Biliyorsun tahliyesi yakın olanlara, iyi haline dayanarak dışarda çalışma izni bile veririz. Yoksa dışardan birilerini getirip çalıştırmak bizim için de büyük sıkıntı yaratır! Bilmem anlatabildim mi?” Ersin Öğütücü az kalsın zil çalıp oynayacaktı. Bu işlerin böyle döndüğünü bilmiyordu. “Talih kuşu diye buna derler!” dedi içinden. “Öyleyse iş kolay! Bak benim hiç aklıma gelmemişti bu durum. Burası açık cezaevi olmadığı için hiç ihtimal vermemiştim. Demek…!” 

Müdürün odasından krallar gibi çıktı Ersin Öğütücü. İçerdeyken bile ihale alabilmek ne demekti…? Oturduğu yerden değil bal gibi de yattığı yerden kotarıyordu işi. Neredeyse kıçıyla ihale alan kendisiyle ne kadar öğünse azdı. İki gün sonra ziyaretine gelen kardeşine anlattı durumu. “Ağabeyinle ne kadar övünsen azdır ha! Bak içerde bile iş bitiriyor. Sen ömründe böyle bir şey gördün mü? Şu koca kasabada gören var mı?” sözleriyle hava attı. Yakında ihaleye çıkması gereken işin dosyasını hazırlamaya başlaması talimatını verdi. “Dikkat et! Sakın ola ki bir aksilik olmasın! Eliyle, ayağıyla gelip ocağımızı şenlendiren avı murdar etmeyelim!” diyerek iyice bir pekiştirdi talimatını. “Bu işle bir tarih yazacağımızı da unutma ha…! Rakiplerimizin aklı şaşmalı bu işe ki, yolumuza çıkmaya cesaretleri kalmasın!” demeyi de unutmadı. 

*** 

İhalenin alındığı günün akşamı ziyafet vardı koğuşta. Dışardan kebaplar getirtilmiş, üstüne yemek için iki tepsi de baklava…! Elbette çiğ köftesiz olmazdı sofra: Urfalı Celal ne güne dururdu, kolları sıvadığı gibi çöktü masaya. Malzeme sorunu yoktu nasıl olsa; isotu koynunda taşırdı… Diğer üç koğuşa da birer tepsi baklava gönderilmişti sadece. Neredeyse cezaevinde olduklarını unutmuştu mahkumlar. Bağlama ustası Aşık Hasanın çalıp söylediği türkülerle, duvarların dışına kadar taşmıştı coşkularına takılan düşleri. “Bir de kuş sütü olsaydı şu sofrada şimdi!” Kuş sütü dediğimize bakmayın siz! Bir başka hayvan oğlu hayvanın sütü olduğunu anlayan anlamıştır… Gerçi Ersin Öğütücü için ona ulaşmak da sorun değildi. Bu kadar muhabbetten sonra, gardiyanlar ne güne duruyordu. Müdürün haberi yokmuş gibi yapıp el altından ulaştırıveriyorlardı hemen. Ancak bu sadece özelinden bir servisti O’na. Ayrıca herkesin bildiği oldukça “gizli” bir ikramdı…  

Ama böyle aleni bir sofraya uygun düşmezdi tabi. Yoksa bizim “kuş sütü” eşek sütüne dönüşüp işin cılkını çıkardığı gibi atmacalar üşüşürdü üstlerine ki, Allah muhafaza… İşi tadında bırakmak Ersin Öğütücünün temel prensibiydi ne de olsa. İş her zaman kontrolünde olmalı, hesapsız çıkışlara başvurmadığı gibi kimseye de izin vermemeliydi. 

Yalnız küçük bir sorun vardı: Sofraya iki kişi oturmamıştı. Başından beri Ersin Öğütücüden uzak duruyorlardı. Sinan’la Alper’di adlı bu iki arkadaş. Ne sofrasına oturuyorlar ne de ikramını kabul ediyorlardı. Kendi yemeklerini kendileri yapıyor, çaylarını kendileri demliyor, sadece koğuşun temizlik işlerine katılıyorlardı. Her şeye mesafeli, kendi hallerinde iki kardeş gibi köşelerine çekilip kitaplarını okuyor, yaşananları izliyorlardı. İkisi de okuyan ve eli kalem tutan çocuklardandı. İstemeyerek da olsa ölümlü bir kavgaya karışmışlar, kader kurbanı olarak içeri düşmüşlerdi.  

Onların bu durumu kısa zamanda Ersin Öğütücünün dikkatini çekmişti. Sakin duruşlarına ve okuryazarlıklarına saygı duruyordu. Sesini çıkarmadı. Ona ve kurduğu düzene karışmadıkları sürece de bir şey diyeceği yoktu. Kendileri bilirdi. Ağzı böyle söylüyordu ama aklı başka yerlerdeydi. Herkesi yemlerken bunlara ne oluyordu? Sofrasına neden oturmuyorlardı? Ondan niçin uzak duruyorlardı? Tüm koğuş, etrafında fır dönerken bunların havası neydi? Öyle hali vakti yerinde insanlar olmadığı geleni gideninden arayıp soranından belliydi. Nelerine güvenip de ayrı bir baş tutturuyorlardı? Şurada gül gibi cezalarını çekmek varken kendilerini neden tecrit ediyorlardı?... Kararını verdi: Onlarla yüz yüze görüşüp kafasına takılan sorulara yanıt bulmaya çalışacaktı. 

İhalenin alınıp sözleşmenin imzalandığı günlerdi. Herkesin ağzında bu ihale vardı. Kimi seviniyor, kimi kızıyor diğerleri de bu işin ne biçim bir şey olduğunu anlamaya çalışıyordu. Müdürün de izniyle mahkumları çalıştıracaktı. Savcı da dahil yasalara uygun olup olmadığına kimse bakmıyordu. Nasıl olsa, yasa ve bütün kurallarıyla birlikte “hukuk devleti” de askıdaydı. Devir o devirdi ki, fazla yoruma gerek bile yoktu. Koğuştakilerin çoğu evet demeye dünden hazırdı. Onlar hazırdı da Sinan’la Alper ne yapacaktı? Ersin Öğütücüyle birlikte koğuştaki diğer mahkumların gözleri onların üzerindeydi. Hepsi merak içindeydiler… 

Böyle bir havanın esintisi altında yaklaştı gençlere Ersin Öğütücü. Hal hatır sorarak başladı sözlerine “Bir sıkıntınız, bir sorununuz var mı? Benden bir isteğiniz…? Bilirsiniz elim uzundur; dışardan gelecek bir şey…?” diye sordu. Pek kibardı… Arkadaşça davranıyordu. Öyle ya, dışarda patron, burada “babaydı” ne de olsa. Gençler bu beklenmedik girişime bir anlam verememenin şaşkınlığı içinde ters ters baktılar ona. “Senden ne isteğimiz olabilir ki? Hem düğün değil bayram değil, şimdi niye soruyorsun bunları bize?” yanıtını verdi Sinan. 

Bak yeğenim! Burada hepimiz mahkumuz ve aynı durumdayız. Birlikte aylardır aynı koğuşu paylaşıyor süremizin dolmasını bekliyoruz. Sizi bilmem ama ben bir aileymişiz gibi hissediyorum. Dikkatimi çekti, siz bize katılmıyor bir köşede kendi halinize yaşıyorsunuz. Benden farklı düşünüyorsunuz sanki. Soframıza neden oturmadığınızı bilmiyorum. Bu davranışınızı anlayışla karşılıyorum. Benim merak ettiğim size karşı, farkında olmadan bir hatamın, yanlışlığımın, olup olmadığıdır. Başka da bir amacım yoktur!” Gençler herhangi bir yanıt vermedi. Buna gerek görmediler. Ona kendisini tanıdıklarını dışarda neler yaptığını, müteahhitlik altında ne fırıldaklar döndürdüğünü; kimleri aldattığını, kimlere kazık attığını şimdilik söylemediler. O’na hesapsızca bulaşmak istemiyorlardı. Büyüklerin söylediğine göre her şeyin bir vakti saati vardı. Vakitsiz öten horozu bile keserlerdi bu memlekette. 

Sizlere bir teklifim var!” dedi Ersin Öğütücü: Duymuşsunuzdur; buranın onarım ihalesini biz aldık. İşçi olarak da mahkumların çalışabileceğine onay verdi idare. Arkadaşların çoğu bizimle çalışmayı kabul etti. Ben sizin de bize katılabileceğinizi ümit ediyorum. Ne dersiniz? Hem üç beş kuruş kazanırsınız, hem de vakit geçirmiş olursunuz…?” Burnundan solumaya başlamıştı Alper; “Biz sizin işinizi de istemiyoruz paranızı da… Bize gölge etmeyin yeter! Söyle bakalım sen burada bir mahkum iken bu ihaleyi nasıl aldın? Önce bunu açıkla bize! Açıkla ki, biz de neyin parçası olduğumuzu bilelim de ona göre bir karar verelim. Şuraya geldiğimizden beri buranın her şeyiymiş gibi davranmandan bıktık. Şimdi anladık ki, neredeyse bu cezaevinin de sahibi olmak istiyorsun! Belki de olmuşsundur. Öyle ya her şeyin satışa çıkarıldığı bu ülkede bir cezaevleri kalmıştı satılmadık. Şimdi anlıyorum ki, sen sadece bu binayı değil, içindekileri de satın almaya çalışıyorsun. Şunu bilesin ki, biz satılık değiliz…! Bas git hadi…!” diyerek tersleyiverdi. 

Siz bilirsiniz gençler! Benimkisi sadece bir teklifti!” diyerek hırsla uzaklaştı yanlarından. Sert kayaya çarpmıştı. Kendi kendine söyleniyordu giderken. Onları izleyen mahkumlar şaşırmışlardı. Baba dedikleri adama bu ne diklenmeydi böyle? Ya babalarının alttan alma tarzına ne demeliydi? Tekme yemiş it gibi, kuyruğunu kıstırarak dönüp gelmesine…? İçlerinden kızanlar oldu gençlere, hak verenler de… “Babaya bunu yapmamalıydılar!” dedi bazıları içlerinden. Bazıları da, “İyi oldu pezevenge; burnu sürtüldü! Ama bunun altında kalmaz gibime geliyor. Korkarım acısını çıkarmaya kalkar bir gün!” diye düşündü, arada kalıp yerini yurdunu bilemeyenler. 

Üç gün geçmedi başka bir koğuşa verdiler Sinan’la Alper’i. Burası orta boy bir cezaeviydi. Bir uçta osursan, anında öbür uca ulaşırdı kokusu. Akşam olmadan bütün mahkumlar duymuştu olanları. Yeni koğuş arkadaşları tarafından birer kahraman gibi karşılandılar... İhale konusunu tartışırken gençlerin verdiği yanıtı takdirle karşılıyorlardı. “Aferin çocuklar! Cezaevinde “babalık” yapmaya kalkan şu zübüğe ağzının payını verdiniz ya!...“ sözleri bir aşılı dalga gibi dolaştı koridorlarda. 

Mahkumların çalıştırılması konusunda gerekli desteği alamadı Ersin Öğütücü. Belli ki, bunda Sinan’la Alper’in yaklaşımları etkili olmuştu. Kendi koğuşunda bile azınlıkta kalmıştı çalışmak isteyenler. Karizması çizilen Ersin Öğütücü küplere binip sağa sola küfürle karışık tehdit savursa da yapacağı bir şey yoktu. Para her şeyi çözmüyordu demek ki. Onun oyunlarında figüranlık yapmak bir yana, başrol oynamak bile züldü adam olana. Mecburen dışardan işçi getirecekti.  

Sinan’la Alper kendileri çalışmasa da başkalarının pek ala çalışabileceklerini; kimsenin bu konudaki tercihine karışmak gibi bir yaklaşımlarının olmadığını söyleyince iş biraz yoluna girmeye başladı. “Ancak, bu adamı az çok tanıyoruz, içimizde bizden başka tanıyanlar da vardır mutlaka. İşin sonunda paranızı alıp alamayacağınızın hiçbir garantisi olmayabilir. Bu konuda sizi uyarmam gerekir. Hadi ücretinizi verir diyelim! Ne zaman verir? Bir yıl, bilemediniz iki yıl sonra! Sizi epeyce bir üzdükten sonra yani! Kararınızı verirken bunu da unutmayın diye söylüyorum” demeyi de unutmadı. 

Sinan’la Alper kısa zamanda sözleri dinlenen, güvenilen kişiler olmuştu yeni koğuşlarında. Onlara “baba” muamelesi yapma eğilimi olsa da buna itibar etmediler. “İki nolu koğuşun ‘babası’ Ersin Öğütücüyse niye siz de bizim koğuşun ‘babası’ olmayasınız?” diyenleri “Burada kimsenin bir babaya ihtiyacı yok! Her biriniz birer babasınız! Ayrıca bizler evli bile değilken, yani kendi evimizin babası bile olmazken, sizlere nasıl babalık yapacağız? Böyle bir saçmalık olur mu? Hem bizim öyle bir niyetimiz de yok! Burada hepimiz eşit haklara sahibiz ve kardeşiz. Böyle bilin ve ona göre davranın! Neyseniz o olun, birilerine de özenmeyin!” sözleriyle uyarmıştı. 

İçerde bu türden diyaloglar sürerken dışarda, ihalede yolsuzluk yapıldığı iddiasıyla şikayette bulunulmuştu. Ortalık biraz karışır gibi oldu; cezaevi müdürünü bir telaş sardı. Soluğu İlgili savcıda aldı. Savcının yanıtıyla rahatlamış gibi görünse de tedirginliği devem etti bir süre. Araya politikacılar girmeseydi yerinden bile olabilirdi. Aynı günlerde şikayet dilekçeleri de ulaşmış olmalı ki, birkaç gün içinde müfettişler damladı. 

İhale konusu gazetelerde haber alarak yayınlanınca, Bakanlık durumdan rahatsız oldu. Soruşturma sonucu beklenmeden ihale süreci önce durduruldu, birkaç gün sonra da iptal edildi. Tam yakaladım derken kuş uçuvermişti Ersin Öğütücünün avucundan. Kılçık boğazına takılınca, karizma çizilmiş, koğuştaki yandaşlarının gözünde iki paralık olmuştu. Sövdü, saydı… Koğuşu birbirine kattı. Küplere bindiği yetmezmiş gibi tehditler de savurdu rastgele. Toz duman içinde zor yatıştırdı arkadaşları. 

Yeni bir ihale süreci başlarken Sinan’ın aklına bir fikir geldi. Önce Alper’le paylaştı sonra da koğuştakilerle… “Bu onarımı niye biz yapmıyoruz?” sorusunu atıverdi ortaya Sinan. “Aramızda mutlaka bir iki usta vardır! Yoksa da ustayı dışardan getirtir biz de amelelik yaparız. Beş kuruş da para almaz, kalan parayı cezaevinin güzelleşmesi, belki de iyi bir kütüphane kurulması için harcarız! Ne dersiniz?” dedi Alper heyecanla. Birbirlerine baktı mahkumlar! Gözleri parladı otomobil farları gibi. Böyle bir teklif beklemiyorlardı; farklı bir iş yapmanın heyecanı yatıyordu içinde. …şaşırtıcıydı. “Ben bu işlerden anlarım: İnşaat ustasıyım, çatı da yaparım. Lakin müdür ne der buna? Evet der mi acaba?” diyerek Kadir usta girdi lafa, pası alan golcü gibi… “Bunun sorun olacağını zannetmem! Bu iş onların da işine gelecektir! Hele, neler yapabileceğimizi açıkladıktan sonra…” yanıtını verdi Sinan. Kendinden emin görünüyordu. Başarıp başaramayacaklarını bile düşünmediler; buna gerek yoktu. İlla ki başarılacaktı.  

Teklif, gardiyanlar tarafından Müdüre iletildi. Müdür aldığı tekliften huylanır gibi oldu. Ters, ters baktı gardiyana, “Ha siktir lan! Öyle şey mi olurmuş! Mahkumlar nasıl yapacakmış bu işi?” diyerek sert çıktı. Neyin ne olduğunu bilmeden, eğrisini doğrusunu tartmadan sallamıştı yine Müdür! “Neden olmasın Müdürüm? Mahkumlardan biri olan Ersin Öğütücü müteahhit ayağına bu iş yapıyor da, aynı konumdaki diğer mahkumlar niye yapamasın? Hem bunda kurum olarak bizim avantajımız var!” deyince Müdürün iyice attı tepesi. “Sen bilip bilmeden konuşma; gardiyanlığına bak efendi! Bu işi de bana bırak! Bas git işine…! diyerek kapıyı gösterdi. Göstermesine gösterdi de aklı da epeyce karıştı. “Gardiyan doğruyu söylüyor da, doğru neyi gösteriyor acaba?” dedi içinden. “Doğru nereye gidiyor? Bu işin aslı ne, astarı ne? Mahkumlar para da almayız diyormuş… Almasınlar da… o zaman kim alır? Kütüphane açmak, nasıl olur? Eski köye yeni adet derler de başımıza iş mi açılır? Ya başka ihtiyaçlarımıza harcamak kalan parayı…?”  

İçinde yumak haline gelen bin bir düşünceyle savcıya gidip durumu açıkladı Müdür. Savcı “Öyle şey olmaz! dedi. “Öyle imece, komün filan bilmem ne dedikleri iş, komünizme kadar uzanır gider. Sonra başımıza iş açılır! Yasalar ne diyorsa ona bakacağız ve yeniden ihaleye çıkaracağız…” Son sözünü söylemiş gibi duruyordu Savcı. Gardiyan emin olamadı onun tutumundan. “İhaleye çıkarmadan bir de bakanlığa mı sorsak Savcım? Bir zamanlar bu tür işlerin kurum tarafından emaneten yapıldığını hatırlar gibiyim. Hani yarın Bakanlığın kulağına gider de bize neden sormadınız derlerse… diyorum.” Savcının aklına yatmasa da ikilem içinde kalmamak için doksan derecelik bir dönüşle “Çok istiyorsan soralım Müdür! Getirin bir yazı da hemen imzalayalım vakit geçirmeden. Ama ben alacağımız cevabı çok iyi biliyorum!” dedi. 

Tekliflerinin savcı tarafından kabul edilmediğini öğrenen mahkumlar, “Eğer bu iş tekrar ihaleye çıkarılırsa, hiç birimiz çalışmayacağız. Dışardan işçi getirmeye kalkarsanız elimizden geldiğince onları da engelleyeceğiz!” diyerek açıkça meydan okudular. Ortalık biranda gerilmiş, cezaevinde isyan ateşleri yanmaya başlamıştı küçük çapta. Tüm bu gelişmeler olurken Ersin Öğütücünün sesi çıkmıyor, pusuda yatan tilki gibi olayları deliğinden izliyordu. Sonunda bakanlıktan yanıt geldi: Cezaevi onarımı ”emanet usulüyle” yapılacak, mahkumlar da işçi olarak çalışabilecekti. Zafer mahkumlarındı… 

İlk kez, içinde bulundukları cezaevini kendileri onaracaktı bir grup mahkum! Heyecanlıydılar… Burada bir patron, bir “baba” olmayacaktı; işveren de kendileri, işçi de… İçerde ama özgürdüler; emeklerine güveniyorlardı… Sanki idareyle eşit durumdaydılar; ortak iş yapacaklardı. İdare sadece malzeme verecekti, o kadar… Gerisi onlara kalmıştı.  

Oyunu bozup, umudu yeşertmek için bir kılçık yetmişti. Adına imece dedikleri, çoktandır unutturulan ve uygulanamaz dedikleri bir yolu deneyeceklerdi ele güne karşı. İnsani dayanışmaya dayanan el ele, kol kola, kafa kafaya verilen bir toplumsal yaşam biçimiydi bunun adı. Örgütlü insanın en basit, ama oldukça doğal ve yaratıcı bir yanıydı aynı zamanda. Böylece, “Durmak yok yolmaya devam!” diyenler ilk kez durdurulacaktı. Ne de olsa, yolgeçen hanı değildi bu ülke! 

Celal Ulusoy 
Gercekedebiyat.com 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)