Son Dakika



6.10.1961

Mübeccel,

Ben nerede, acıların bin çeşidi içinde yataklar seren, acılardan evlerinde oturan, acılarından şehirlerde dolaşan, soluğu, gülmesi, sözü acı olan birisi varsa o benim diyecektim sana. Ben…evet kendini bir tek benzetmenin içine sığdırmak istemeyen, kendini parçalara bölen, kendini dağıtan, ezen, çürütmek isteyen ben; nerede çiğnenen biri varsa oyum. Nerede dövülen birisi varsa oyum. Nerede aldatılan, hep aldatılan, tek başına bırakılarak üzerine bütün yaşamı boyunca yalnızlık yağmurları yağdırılan birisi varsa işte oyum ben. Nerede, bırakıp kaçılan belki de çok değersiz görünen bir davranışa ya da ışıklara ve bir duyguya karışarak gelen sese değişilerek bırakılıp kaçılan birisi varsa oyum ben. (Bırakıp kaçamam ben. Onlar gibi görüyorum kendimi. Çünkü bırakıp kaçmak bırakılana saplanan bir bıçaktır, cinayet çeşitlerinden birisidir. Ben şiddete, cinayetlere karşı olan birisiyim. Ben kişilerdeki parçalamaları bencilliklerin buyruğuna uyarak hazırlayanlara karşıyım… Bir korku gibi dikiliyorum onların önüne. Ben bir tüfekim her zaman ateş eden onlara. Belki de bütün yaşamı boyunca aldanmaları aradığı için aldanan ya da hep aldandığını sanan birisiyim. Ben aldatmadım kimseyi. Aldatamam kimseyi.) Ben , nerede, sahip olduğu  anda o mutlu o bütün yaratıklarda ve doğada sarsıntıların durduğu yalnız sahip olanla olunanın türkülerinin söylendiği, şiirlerinin yazıldığı o  anda sahip olunan tarafından bir görüntüye ya da o andan üstün tuttuğu, üstün tutmaya zorlandığı bir davranışa değişilerek sahip olanın  kayalıklara itildiği  ve gene  yalnız bırakıldığı ve gene  korkunç gecelere, korkunç mağaralara atıldığını sanan değil, duyan yaşayan biri varsa oyum ben…Ben bütün isteklerimi yerine getirmem için çalışmam suç mu diyen, mutluluğu suda, çamurda, ateşte ve bir çizgide görüp istemem, mutluluk mutluluk diye bağırmam suç mu diyen, dilindeki bütün sözcükleri atarak sadece o sihirli seni seviyorum sözcüğünü kullanmak istemem suç mu diye bağıran biri varsa, oyum. Ben korkan, ben ağlayanım (ağlıyan diyorum, bu sözcüklerle doldurmak istiyorum sayfaları) Ağlıyan. İnanmazsın sen. Ama gerçekten ağlıyorum. İnanma. Ağlıyorum. İnanma gene. Hem ıslak hem kuru ağlıyorum. Bir ağlama var ki içimdedir, dışa vuran ağlama ona yetmediği için derinlerde sürüyor o da. Niçin diye sorma? Belki nedeni yok. Belki de sana şu şu nedenlerden dolayı diyemeyeceğim. Şu şu nedenler desem bile onlar için ağlanır mı acaba? Onları başka bir yere yerleştirmek düşüncesi çıkmaz mı ortaya? Ve benim ağlamanın saçmalığı boşluğu üzerinde durulmaz mı? Ağlama var. Bütün gerçek bu. İnanma sen. Bütün çeşmelerim birden alıyor. Akıyor sular. Bulanık çamurlu. Kan akıyor. Götürüyor, beni çarpa çarpa dağıta dağıta. Kendi sularımın götürdüğü bir ceset gibiyim. (Dağınık değilim bugün. Değilim. Kaskatıyım aksine. Hiçbir şey konuşmak istemediğim kimseyi görmek bir şey işitmek istemediğim için yazıyorum mektubu. Bunun için işte. Sesimi çıkartmıyorum bunun için işte. Sessiz bir dünyam var. Seslerini yitirmiş bir dünyam var. Donmuş, büzülmüş, belki de bir köşede ölmeyi…ha, ha, ha…öyle basit bir ölme değil ama. Kendini bıçakla parçalayarak ya da üstüne benzin döküp ateşleyerek yanmayı varlığının her parçasında duyarak ölmeyi geçiren bir adam var o sessizliğin içinde. İçimde ses yok ışık yok. Kış var. Kocaman kocaman soğuklar. Titriyorum içimde ısınamıyorum bir türlü. Oysa ne kadar çok ateşler yanıyor, ne kadar çok güneşler koşuşup duruyor sıcaklıklarıyla. Ama dönüyorum ben. Yavaş yavaş donuyorum ve biraz da istiyorum donmayı. Karşı koymak istemiyorum, karşı koyabilir miyim? Mümkün mü bu? Soğuklar beni eline geçirmişse? Soğuklar beni en güzel yaşamaları götürüyorsa niçin karşı çıkayım? Hayır, hayır, bana soğuk gerekir. Bana şey gerekir. Ne gerekir bana? Bana belki de bu duruma ses çıkarmadan yaşamak gerekir. Bana tedirginliğimi çoğaltmak gerekir. Tedirginliğin temellerinin derinlerini kazmak gerekir. Kazıyorum. İniyorum aşağılara. Kazıyorum. Bilmediğim topraklara rastlıyorum. Oraları kazıyorum. Bildiğim topraklara rastlıyorum. Oraları kazıyorum. Bildiğim her zaman benimle olan kayalıklarla karşılaşıyorum. Vuruyorum kazmayı. (Gene kayalıklar. Ne çok kullanıyorum bu  sözcüğü? Kullanacağım hep.Bende var olanı, bana bir şeyler vereni nasıl kullanmam?) Parçalıyorum kayalıkları. Kırıyorum dağıtıyorum, her zaman kullanabilmek için her yönde görebilmek için çoğaltıyorum. Daha derinlere iniyorum. Vuruyorum kazmayı. Çamurlu sularla karşılaşıyorum. Bu suların üstüne atıyorum temeli. Hızla örüyorum yapıyı... Sipsivri, kule gibi bir şey çıkıyor ortaya. Penceresiz, kapısız, aralıksız yapıyorum ve bu hiçbir şey göstermeyen içinde var olanın bilinmediği yapıya giriyorum. Oradayım şimdi. İşte sana bunları söylemek istiyordum telefonda. Sana, sabah gördüğüm iki dakikalık süre içinde doyamadım diyecektim. “Niçin bakıyorsun yüzüme?” dediğin zaman sorunun sende neden belirdiğini söyleyecektim.

…saat ikiydi daha. Saat ikide adınla birlikte beliren ve saat üçe kadar ağırlığı  hep artan içimdeki ezikliği, ben sarsan, hasta eden heyecanlanmamı söyleyecektim. Kalbimin, hızlı hızlı atışını, her atışta yaşadığım senin değişik her değişikliğin getirdiği etkileri söyleyecektim. Senin her an bir duyguya sarılarak gelişini daha yanıma yaklaşır, yaklaşmaz, çevremle olan ilgilerimin nasıl birden koptuğunu ve parçalarımı n nasıl sana yönelip kapılarını açtığını söyleyecektim. Kırgınlıklar getiren, istekler getiren, mutluluklar getiren seni söyleyecektim. Üç olmuştu. Üç olmamıştı, birkaç dakika vardı. İlle o çizgiye vardıktan sonra seninle konuşmak istemiyordum. Kırmak istiyordum o çizgiyi. Beklemek istemiyordum bana yeni bir yaşantı getirecek anı. Ben getirmeliydim. Ama sen, evet sen, “Kimsiniz? ” deyince kork

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)