Kendini sevdirmek / Andre Maurois
Şimdi kimse adını anımsamasa da Andre Maurois hayranıydı bir zamanlar Türk okurları. Onun Yaşama Sanatı adlı eseri defalarca baskı yapmıştı. 1939'da yazdığı bu kitap hayatta başarılı olmanın yollarını da öğretiyordu. 1969'da Türkiye'de basılan kitabın bir bölümünü yayınlıyoruz.
Kendini sevdirmek mümkün müdür? Herşeyden evvel, kendini sevdirmek gerekli midir? Aşk aşka karşılık vermiyorsa, hiç olmazsa onun zevklerini istemek daha kolay değil midir? İlkel uygarlıklarda veya eskiçağ uygarlıklarında böyleydi. Orada, bir kadına istek duyan bir erkek, onu kaçırırdı; böylece bir çift meydana gelmiş olurdu. Tutsak kadın, savaşçının tamamen elindeydi. Fakat çok zaman sonra erkeğe âşık da olurdu çünkü, kadınlar içinde kendisini gözüne kestirmişti, çünkü onun efendisiydi veya çünkü sadece sevilecek bir adamdı. Daha sonraki çağlarda kudret ve para başlangıçta kol gücünün oynadığı rolü oynadı. Zenginlik kendisini cesaretten daha az kolaylıkla sevdirir, çünkü erkeğin kişiliğine özgü bir nitelik değildir. Fakat gene de Jupiter, altın yağmuru şekline bürünerek Danaé’nin yanına girebilmişti. Azla yetinemeyen ruhlara bu tutsak aşkları yeteri kadar mutluluk sağlamaz. Boyun eğdirilmek değil, seçilmek isteriz. Elde edilme ancak özgür bir istemin elde edilişiyse sürekli zevk verebilir insana. Ancak o zamandır ki, can sıkıntısı ve alışkanlığı yener, en tatlı duyguların kaynağı olan o kuşkular, o kaygılar, o zaferler doğabilir. Sarayların hareminde toplanan güzeller tutsak olduklarından kendilerini sevdirmeyi başaramamışlardır. Buna karşılık, Amerikan plâjlarının güzelleri de tamamen özgür oldukları için kendilerini sevdirememişlerdir. Aşk, hiçbir şeyin (örtü, utanç, ahlâk) sana karşıkoymadığı bir yerde nasıl zafer kazanabilirsin? Aşırı özgürlük, kolay elde edilir kadınlar sürüsünün çevresini, göze görünmeyen bir sarayın saydam duvarlarıyle kuşatır. Düşlerde yaşayan aşk kadının erişilmez olmamakla beraber, din ve göreneklerce oldukça dar sınırları içine kapatılmış bir yaşam sürmesini diler. İşte ortaçağda tam anlamıyle yerine getirilen bu koşullar, büyük aşkları yaratmıştır. O çağda kadın, saygı gören bir efendi eşi olarak şatoda kalırdı; erkek Haçlı Seferine çıkar ve dünyanın bitmez tükenmez yollarında hep eşini düşünürdü. Kristalleştirme, atının adımlarına kolaylıkla ayak uydururken, geride, şato sahibesi de yanında kalan uşağı üzerinde, hem yakın, hem uzak olduğu için, bazı duygular uyandırırdı ki, bunlar daha sonra Fransız İhtilâli’yle şekil değiştirecek ve Julien Sorel’in Madam de Renal’e beslediği duygular olacaktır. Mürebbiye, şato uşağının izinden gitmiştir. İkisi arasında ise korkusuz ve gözü açılmış soylu uşak Chérubin yeralır. Şato aşklarının hüküm sürdüğü çağda âşık, kendini sevdirmeye hiç çabalamazdı. Sessizce veya hiç olmazsa umutsuzca. sevmeyi kabullenirdi. Bu Mösyö de Nemours ile Prenses de Cléves arasında da böyle olmuştur. Bazıları bu sonuçsuz, saf tutkuları gerçekdışı ve budalaca sayar. Fakat, birine uzaktan hayranlık duyma, ince bir ruha büyük zevk verir ve bu zevkler tamamen öznel olduklarından, hayal kırıklıklarından ve gocunmalardan, çok iyi korunmuşlardır. “Açıklamaya cesaret edemeden sevmenin dikenleri vardır, ama tatlı yanları da vardır. Bütün davranışları sonsuz değer verilen bir kişinin hoşuna gitmek amacıyle ayarlamak, insanı nasıl da kendinden geçirebilir? Her gün, duygularım açığa vurma/yolları araştırmak için kendi kendini inceler ve buna sevdiğiyle konuşurken harcaması gereken zaman kadar zaman harcar. Gözler bir an için parlar ve söner; bütün bu karışıklıklara yol açan sevgilinin aldırış ettiği açıkça görülmemekle beraber, insan hiç olmazsa bu kadar yaraşır bir kişi için bütün bu sıkıntıları çekmekten büyük zevk alır.” Yeni yetişme çağındaki bir genç, ancak sahnede gördüğü bir artiste âşık olursa, onu, sesinden, yüzünden çıkardığı ve aslında sahip olmadığı ruhsal üstünlüklerle bezer. O kadını Marivaux’nun veya Musset’nin yarattığı bir rolde gördüğü için, onun temsil ettiği kahramanın sahip olduğu çekiciliğe sahip olduğunu sanır. Onu ancak sahne ışıklarının kusurları örtücü aydınlığında gördüğünden, yüzündeki kırışıklıklardan ve yaşından habersizdir. Yaşamına hiçbir zaman ortak olmadığı için, öfkeli halini, değersiz yanlarını hiç bilmez. Byron der ki: “Sevdiği kadın için ölmek, onunla birlikte yaşamaktan daha kolaydır.” Bir romancıya hayranlık duyan kadın da yarattığı kahramanların inceliğini ona bol keseden bağışlar; onun gıcırdayan eklemlerinden, sindirim güçlüklerinden, oturduğu yerde uyuklamalarından, kolayca hastalandığından habersizdir. Erişilmez kalındığı sürece, hayranlık uyandırmak kolaydır. Şu halde, aşkı kurtarmak için kendini sevdirmekten ve tanımaktan vazgeçmek mi. gerekiyor? Hayır, çünkü bu, kafasıyle duyulan aşklar, ilk günlerinde pek güzel olmakla beraber, sürekli olamazlar. “Aşkta yol ne kadar uzun olursa, ince bir ruh da o kadar zevk alır.” Evet ama, gene gerekir ki bu yol, güzel bağlardan geçtikten sonra hedefe ulaşsın ve kıraç yerlerde kaybolup gitmesin. Aşk oralarda uyuyakalır ve açlıktan ölür sonra. “Kaynak yönünden yardım görmeye görmeye bütünlük duygusu azalır.” Sevende ergeç, sevilmek isteği, karşıkonmaz bir istek olarak doğacaktır. Şu halde, sevmek sanatı ona ne öğretebiIir? Aşk iksiri reçeteleri mi verir, büyüleme yöntemleri mi gösterir? Eskiçağ destanları, peri masalları; büyücülerle doludur ve hepimiz biliyoruz ki bugün de, tıpkı Théocrites’in veya Ovide’in çağlarında olduğu gibi, Paris’in, Londra’nın ve New York’un sayısız pis odasında, korkunç bir ihtiyar cadının karşısında, günde yüz kez, o binlerce yıllık çığlık tekrarlanmaktadır: "Peki ama, beni sevmesi için ne yapmalıyım?" bu çığlığa, insanlığın gene binlerce yıllık denemesi, bütün çığlıklara cevap verdiği gibi, töreler ve yöntemlerle karşılık verir. Andre Maurois
(Yaşama Sanatı Varlık Y. İst. 1969, s. 46-50. Çev. Nihal Önol, Kapak: S. Maden)
Gerçekedebiyat.com
YORUMLAR