Son Dakika



Kuman-Kıpçaklar, çeşitli özellikleri ile diğer Türk boylarından ayrılmaktadır. Onların en belirgin özelliklerinden birisi, Türkler içerisinde sarışın, mavi gözlü tek topluluk olmalarıdır (Tellioğlu 2015: 60). Kuman-Kıpçakları Macarlar “Kun”, Bizans ve Latinler “Kumanos, Komani, Comanus”, Ruslar “Polovets”, Almanlar “Falben” ve Ermeniler “Khardes” gibi isimlerle anmışlardır. Bu isimlerin ortak anlamı solgun, sarı, sarımsı, sarışındır (Yücel 2002: 420). Kuman-Kıpçaklar Altaylardan Anadolu ve Balkanlara, Rus bozkırlarından Kuzey Afrika’ya kadar olan geniş bir coğrafyada siyasi ve kültürel açıdan derin izler bırakmıştır (Çoğ 2015: 58). Doğu Avrupa bozkırlarında yaşayan KumanKıpçaklar ve Macar Krallığı arasındaki ilişki Kuman-Kıpçakların Macaristan’a yerleşmesinden çok daha önce başlamıştır. Bu ilişkide tarafların bazen düşman oldukları bazen de aynı ittifak içinde yer aldıkları görülmektedir (Nagy 2013a: 159).

Kuman-Kıpçakların Macaristan’a akını 1091 yılında meydana gelmiştir ve amaçları toprak işgali değildir (Kafesoğlu 2011: 182). Kuman-Kıpçaklar 1237 yılından itibaren Moğol akını ile Avrupa’ya göç etmeye başlamışlardır. Özellikle 1240-1241 yılları Moğolların Rus ve Kıpçak topraklarına akın ettiği yıllardır. Bunun üzerine KumanKıpçakların bir kısmı Macaristan’a gitmiş ve Macar Kralı II. Stefan (İstvan) tarafından kabul edilmişlerdir. Kral IV. Bela (1235-1270) döneminde başka Kumanlar da gelerek Macaristan’a yerleşmişlerdir (Yücel 2011: 727). 1238 yılında Moğol akınları başlayınca Bağbuğ Köten idaresinde kırk bin kişilik bir Kuman grubu 1239 yılında Macaristan’a gelmiştir. Kralın tabiiyetinde bulunmak ve Hristiyanlığı kabul etmek koşuluyla Macaristan’a sığınmışlar1 ve Tuna ile Tisa arasına iskân edilmişlerdir (Nagy 2013a: 159). Gelenlerin hepsi Hristiyanlığı kabul etmiştir (Yücel 2011: 727).

Kuman-Kıpçakların göçebe yaşayış tarzının yerleşik Macarları rahatsız etmesi ve onların Moğollarla ittifak yaptıkları şeklinde haber yayılması ile birlikte olaylar çıkmış ve Köten öldürülmüştür. Bunun üzerine Kuman-Kıpçak halkı Macar topraklarını terk ederek Bulgar topraklarına gitmiştir (Nagy 2013a: 160). Böylece askeri yönden zayıflayan Macar ordusu Moğollar karşısında büyük bir yenilgi almıştır. Macar Kralı IV. Bela, Kumanları geri çağırmış (Şahin 2017: 186) ve onlar da Köten’in bağlı olduğu Terteroba ailesi hariç geri dönmüşlerdir. IV. Bela, Kumanları kendine bağlamak için oğlu V. Etien’i, Kuman Han’ın kızıyla evlendirmiştir (Yücel 2011: 727-728).

Kuman-Kıpçaklar 1279 yılında Macar kralı tarafından yürürlüğe konulan Kuman Kanunu uyarınca Tuna-Tisa Nehri arasına, Köröş-Maroş Nehri kenarına ve Büyük Macar Ovası’nın günümüzdeki Büyük Kumanistan topraklarına yerleşmişlerdir. Buna rağmen göçebe olarak yaşamışlar ve XVI. yüzyıla gelindiğinde eski hayat biçimini terk ederek yerleşik hayata geçmişlerdir. Kumanların hakları, Kuman Kanunu ile güvence altına alınmış olup bu özel haklar, otonomi hakkı ile birlikte XIX. yüzyılın ortalarına kadar yürürlükte kalmıştır. Yavaş yavaş asimile olmaya başlamakla birlikte, hayat biçimlerinde Doğuya özgü özellikleri yani Atlı Göçebe Bozkır Kültürünü uzun süre muhafaza etmişlerdir. Bunda en önemli etken Kumanların kapalı bir topluluk olarak yaşamaları olmuştur (Bartha 2019: 250). Bu nedenler, Kuman dilindeki özellikle coğrafi adların, özel adların, hayvancılıkla ilgili kelimeler ile örf ve adetlerinin büyük bölümünün bu zamana kadar muhafaza edilmesini sağlamıştır.2

Macaristan’da Kumanların günümüzde yaşadıkları başlıca iki bölge bulunmaktadır. Bunlardan biri Büyük Kumanlık sahasının da dâhil olduğu Jász-Nagykun-Szolnok, diğeri Küçük Kumanlık sahasının bulunduğu Bács-Kiskun bölgesidir. Jász-Nagykun-Szolnok bölgesi Macaristan’ın doğu topraklarının iç kısmında bulunmaktadır. Bács-Kiskun bölgesi ise Macaristan’ın en büyük alana sahip olan bölgesidir (Vardan 2018a: 317). Macaristan’da yaşayan Kumanlar, kendi kimliklerini unutmamışlardır ve kimlikleri sorulunca “Kun” yani “Kumanım” demektedirler.3

Günümüzde Macaristan’da yaşayan Kumanlar, köklerinin Türkistan sahasına, Göktürkler ve Türgişlere uzandığı görüşünü savunmaktadır (Vardan 2018a: 69).

Kuman-Kıpçakların göç ettiği yerlerden birisi de Karadeniz Bölgesi’dir. KumanKıpçakların M.Ö. 336 yılında Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yer aldıkları hakkında bilgiler vardır (Gürcistan Tarihi, 2003). Bununla birlikte bu bilgiyi veren Leonti Mroveli’nin yaşadığı dönemde, bildiği “Kıpçak” adını zaman farkı gözetmeksizin anakronik olarak kaydettiği belirtilmektedir (Patacı 2016: 16-17). Doğu Karadeniz bölgesindeki KumanKıpçak yerleşimine bakıldığında bunun üç aşamalı olarak gerçekleştiği görülmektedir. Birinci aşamada Gürcü Kralı IV. David (1089-1125)’in derebeylerin gücünü kırmak ve Selçukluları ülkesinden uzaklaştırmak amacıyla Kuman-Kıpçaklardan merkezi ve güçlü bir ordu kurmasıyla olmuştur. Böylece Gürcistan’a göç eden Kıpçakların bir bölümü Selçuklu sınırına yerleştirilmiştir. 1118 yılında ülkeye gelen Kuman-Kıpçakların bir kısmı Haziran 1124’te Çoruh Vadisi, Oltu ve Pasin-İspir arasındaki Türkmenleri bölgeden çıkararak buraları yurt tutmuştur. İkinci aşamada ise Kraliçe Tamara döneminde Gürcistan’dan ayrılan Kuman-Kıpçaklar Artvin-Rize-Trabzon arasına yayılmaya başlamıştır. Dolayısıyla XII. yüzyıl sonları ile XIII. yüzyıl başlarında Gürcistan’dan göç eden bazı Kıpçak oymaklarının Karadeniz bölgesine yerleşmiş olduğunu söylemek mümkündür. Komnenoslar döneminde onların Rize’ye kadar yayıldığı anlaşılmaktadır. Trabzon Rum Devleti zamanında artık Kıpçakların bölgedeki varlığı daha görünür hale gelmiştir. Kıpçakların Doğu Karadeniz bölgesine yerleşmesinin üçüncü aşaması, Moğol istilası devrinde meydana gelmiştir. Bu göç aynı zamanda Kıpçakların bölgeye yoğunlaşmasındaki en önemli dönüm noktalarından birisidir. Moğollar Gürcistan’ı ele geçirdiklerinde ülkede büyük huzursuzluklar ortaya çıkmıştı. Bunlardan birisi de Kıpçakların bir kısmının Gürcü Krallığı ile çatışmasıydı. O dönemde Moğolların önünden çekilen bazı Kıpçak oymakları Gürcü Kralına, Moğollara karşı kendileriyle işbirliği yapmak ve Gürcistan’a yerleşmek istediklerini bildirmişlerdi. Kral Giorgi (1213-1222) de bunu kabul etmeyerek bu Kıpçak grubu üzerine ordu göndermiş ancak Gürcü kuvvetleri yenilmişti. 1222/1223 arasındaki Moğol akını sırasında Moğollarla birlikte hareket eden Kuman-Kıpçak oymaklarının sonradan ülkeye gelenlerden olduğu düşünülmektedir. Moğollar Gürcistan’ı ele geçirdikten sonra ise bu ülkede yerleşik Kıpçaklardan Sargis önderliğinde olan grup, Moğollarla bir anlaşma yapmıştır (Tellioğlu 2015: 61-66). Bu anlaşmaya göre Gürcistan’ın Anadolu’ya bakan kısımlarında Azgur, Ahılkelek, Ahıska’dan Rize’deki Fırtına vadisine kadar olan kıyı kesimi ile Artvin, Borçka, Şavşat, Ardanuç, Yusufeli, İspir, Oltu, Tortum, Ardahan ve Çıldır Kıpçakların idaresine bırakılmıştır. Böylece 1267 yılında Kıpçak Atabekler Hükümeti kurulmuştur. Artık bu bölge bundan sonra Gürcüler tarafından “Atabeyler Yurdu” (Sa Atabego) adıyla anılmaya başlanacaktır (Kırzıoğlu 1953: 454-455; 2013: 15-17; Tellioğlu 2015: 65-66; Ateş 2015: 168-172).

1223 yılındaki Kalka Savaşı’nda Moğolların, Kıpçak-Rus birliklerini dağıtması üzerine Kuman-Kıpçakların bir kısmı Kırım’a gitmiştir. Daha sonra Suğdak üzerinden Sinop’a gelmişler ve buradan Karadeniz’e yayılmışlardır (Cöhçe 1988: 482; Manay 2019: 115). Bu olaydan sonra özellikle de deniz ticaretindeki asayiş bozulmuş ve malları soyulan tacirler, Sultan I. Alâaddin Keykubâd’a şikayette bulunmuşlardır. Bunun üzerine Moğolların çekilmesiyle birlikte sahipsiz kalan Suğdak’a 1227 yılında sefer yapılmıştır (Ayan 2009: 122-123). İbni Bibi’nin eserinde (2014: 332-334), Selçuklu komutanı Hüseyin Çoban’ın Suğdak’a düzenlediği bu sefer sırasında ele geçirilen ganimet ve esirler arasında çok sayıda Kıpçak kökenli kadın ve erkeğin var olduğu, onları Sinop ve Kastamonu’ya gönderdiği kaydedilmiştir.

Kuman-Kıpçaklar, Karadeniz Bölgesi’ne yayılmışlardır. Günümüzde İslamiyet’i benimsemiş bir halde özellikle Artvin, Rize ve Trabzon’da Kuman-Kıpçak antropolojik özelliklerine sahip Türkler çoğunluktadır (Tellioğlu 2005: 9). Karadeniz Bölgesi’nde Kuman-Kıpçaklara ait dil özellikleri, yer ve kişi adlarının izleri ile kültürel izler mevcuttur. Karadeniz Bölgesi’nde Kuman-Kıpçaklara ait kültürel doku daha fazla muhafaza edilmişken4 Macaristan Kumanlarında özellikle de Hristiyanlığın etkisi ile Macar Devleti’nin kanunlarla yasaklamaya gitmesi ve sıkı yöntemleri sonucunda pek çok kültürel değer yitirilmiştir (Korkmaz 2014: 100-104; Vardan 2018a: 239, 241, 298-302; Baski 2019: 1-12; Bartha 2019: 250-252; Bartha, 2020).

İKİ BÖLGEDEKİ KARŞILAŞTIRMALI HALK İNANÇLARI VE UYGULAMALARI

Eski Türk inanç sistemi “Yer su” yani tabiat kuvvetlerine inanma, “Atalar kültü” ve Gök Tanrı inancından oluşmaktadır. Eski Türklerde Gök Tanrı dini hakimdi. Gök Tanrı, bozkır kavimleri inancında, tek yaratıcı olarak görünmekte ve din sisteminin merkezinde yer almaktadır. O, tek iktidar sahibi idi ve aynı zamanda semavi niteliğe sahipti. Bundan dolayıdır ki kaynaklarda birçok defa “Gök Tanrı” adı ile zikredilmiştir.5 Atalar kültü ise ölmüş atalara saygı duyma, pederşahi ailede baba hâkimiyetinin inanç sahasındaki belirtisi sayılmaktadır. Telakkiye göre baba ve genellikle atalar, öldükten sonra dahi ruhları vasıtasıyla aile bireylerini korumaya devam ettiklerinden, onlara karşı duyulan minnet hissi türlü şekillerde ortaya konmaktadır (Kafesoğlu 2002: 46-55). Diğer taraftan eski Türkler tabiatta birtakım gizli kuvvetlerin olduğuna inanıyorlar ve onları kutsallaştırıyorlardı. Bunlar dağ, tepe, vadi, mağara, ırmak, ağaç, orman, volkanik göl, deniz, demir ve kılıç gibi unsurlardır ve bunlar aynı zamanda birer ruh idiler. Ayrıca güneş, ay, yıldız, şimşek, yıldırım ve gök gürültüsü birer kutsal ve semavi ruh olarak tasavvur edilmiştir (Kafesoğlu 2011: 290). Halk inançları ile eski Türk inancına dair bilgi veren kaynaklar “iye” veya “sahip” karşılığında ruh ifadesini kullanmışlardır (Kalafat 2009: 386- 387). Eye, idi, ie, ezi, izi, iye ve yiye6 olarak bilinen bu ruhlar iyi (ak) ve kötü (kara) olarak adlandırılmaktadır (Kalafat 2009: 386-387). Türklerin inanışlarına göre her dağın, kutlu göl ve ırmakların, pınarın, ağaç ve kayaların bir “izi” yani sahibi vardır. Bunların hepsine Göktürk kitabelerinde “Yer su” denilmektedir. Göktürkler bu yer su denilen ruhları, Türk yurdunun koruyucusu saymışlardır. Bu görüş daha sonra da devam etmiştir. Altaylıların inancına göre bu izi’ler kişioğlundan kurban isterler. Sunmayanlara ise zararları dokunur. Türklerde görülen birçok inanç ve uygulamanın kökeni buraya dayanmaktadır. Bu inanç Türklerin İslamiyet’i kabul etmesinden sonra da devam etmiş ve günümüze kadar gelmiştir. Ağaca çaput bağlama, nehirden geçerken taş atma gibi uygulamalar hep bu inançtan kaynaklanmaktadır. Abdülkadir İnan (1962: 39-42), eski Osmanlı Türkçesindeki “issi”7 kelimesinin, eski Türkçedeki “izi-si” kelimesinin XVI. yüzyılda aldığı yeni şekli olduğunu belirtmektedir.

Kuman-Kıpçakların inanç sistemi de ağırlıklı olarak eski Türk Dini çerçevesinde şekillenmiştir. Gök Tanrı inancı ile “Yer su” ve “Atalar kültü” varlıklarını derinden hissettirmişlerdir (Yücel: 520). Codex Cumanicus’un yüze yakın yerinde Tanrı anlamında “Tengri”, “Tengeri”, “Tengerni” kelimeleri ile “Tengrilik”, “Tengrilik us” ve “Tengeri sözi” gibi kavramlar geçmektedir (Grønbech 1992: 182-183). Bu kavramlar Kuman-Kıpçaklar arasında Gök Tanrı inancının olduğunu göstermektedir. Bilindiği üzere Türklerde Tanrı kelimesi ile Gök Tanrı ifade edilmiştir (Yücel: 520). Kuman-Kıpçaklarda güneş, ay ve yıldız kültü de mevcuttur. Kuman-Kıpçaklar eski Türk inancının unsurları olarak demiri, güneşi, ayı, yıldızları, ateşi, tabiat olaylarını ve at, kurt, köpek gibi hayvanları kutsal sayarak ritüellerini gerçekleştirmişlerdir. Tabiattaki varlıkların ruhları olduğuna inanmışlar ve bu ruhları iyi ve kötü olarak adlandırmışlardır. Tek Tanrı inancı, ibadetlerde kurbanın önemi, ruhun ölmezliği ve ahiret inancı ile fütuhat ve savaş düşüncesi ön plana çıkmıştır. Kuman Kıpçaklar Hristiyanlık ve İslamiyet gibi dinleri kabul etseler de eski dini geleneklerini devam ettirmişlerdir.8

Karadeniz Bölgesi’ndeki “Güneş duası” ve “Sayı kurmak” gibi günümüzde de devam eden eski Türk gelenekleri bugün Müslümanlığı benimseyen Kıpçakların bir izi olarak hala yaşamaktadır (Caferoğlu 1994: XIII, XXV, 143-144, 265; Tellioğlu 2004: 130-136; Tellioğlu 2005: 9; Ayçiçek 2016: 58-59).

Güneşi davet etmek için yapılan “Güneş duası” Artvin (Köse 2017: 56), Rize (Caferoğlu 1994: XVIII-XIX, 265; Ayçiçek 2016: 58-59), Trabzon (Caferoğlu 1994: XVIIIXIX, 143-144; Coşar 2000: 153-166), Gümüşhane (Demir 2007: 1-4), Ordu (Çebi 2000: 98- 100) ile Azerbaycan (Caferoğlu 1956: 65-72), Gürcistan (Memmedli 2015: 36-39) ve Kumuklarda (Kazanferkızı 2018: 57-61) tespit edilmiştir. Artvin’in Ardanuç ilçesindeki Güneş duasında çocuklar el ele tutuşup “Güneş gel, güneş gel / Saçlı kızın ağlıyor / Tekne bocuk bağlıyor / Güneş gel, Güneş gel” demektedirler.9 Ardeşen’deki Büyük Yayla’da taşlarla çevrilmiş üstü açık ve yaklaşık on kişinin namaz kılabileceği bir mescit bulunmaktadır. Dua Tepesi denilen bu yerde, namaz kılındıktan sonra “Af ve Güneş duaları” yapılmaktadır. Yörede düzenlenen Bubirdak merasiminde çocuklar evlerden toplanılmış yağdan bir miktar sağa sola ve havaya atarlarken “Allah’ım yarın kırmızı güneş ver” derler.10 Çamlıhemşin’de açıklık ve güneş kelimelerini üçer kez söylerler.11 Trabzon’da ateşli odunlar gökyüzüne atılır ve “Kırk gün yağmur oldu, kırk gün de güneş olsun” denir. Güneş duası törenlerinde Rize yöresinde açık bir şemsiye ile bir kukla, bir çalı süpürgesi veya tahta parçaları eklenerek hazırlanan kukla gezdirilirken,12 Trabzon yöresinde ayı postuna bürünmüş bir çocukla birlikte başka çocuklar tarafından gerçekleştirilir.13 Ordu’da ise Çambaşı Yaylası’nda toplanan çocuklar bir değneğe kırmızı bir bez geçirirler ev ev dolaşarak “Kut Kut Ana / Kut isteriz / Allah’tan Güneş isteriz / Verene bin bereket / Vermeyenin tenceresine küflü sıçan” derler.14 Evlerden un, yağ, şeker, kaymak gibi yiyecekler toplanır ve lapa, hoşmeri veya hoşmeli denilen yemek hazırlanır ve yenilir (Uzun 2015: 326-330; Anadolu’nun Gözleri, 2016; Çebi 2000: 98-100).

Burada eski inanç, son din olan İslam inancının içerisine yerleştirilmiştir. Sağa sola yağlardan birer parça atılması, helvanın dağıtılması ve ateşli odunların gökyüzüne atılması görünmeyen od, yer ve ev iyelerine yapılan bir saçıdır. Güneş duası Rize yöresinde “Babrak Pubrik veya “Publik”,15 Ardeşen’de “Bubirdak”,16 Hemşin ve Çayeli’nde “AblikBublik”,17 Çamlıhemşin’de “Publik Publik”,18 Çamlıhemşin’in Yazlık Köyü’nde ve Pazar ilçesinde Babra Bubrik,19 Çayeli’nde “Heyva Heyva”, Abrik Bubrik” ve “Ablik Bublik”,20 Trabzon’da “Guç gucura”, “Gucukura”, “Gus gus gera”,21 Yomra’da “Güneş Duvası”,22 Ordu’da ise “Güneş Duası” olarak telaffuz edilmektedir (Çebi 2000: 98-100).

Azerbaycan’daki Güneş duası, Karadeniz Bölgesi ile Kumuklardaki Güneş duasıyla benzerlik göstermektedir. Güneşi çağırma törenleri “Godu godu, Hodu hodu, Kodu kodu” olarak bilinir.23 Azerbaycan kültüründe yağmuru kesmek için ailenin ilk çocuğu, bir bakır kazan götürür ve taşla döverek “Men anamın ilkiyem / Ağzı gara tülküyem / Men kesirem / Sen de kes” demektedir (Azerbaycan Folkloru Antologiyası 2004: 63). Oğuz Memmedli’nin,24 Azerbaycan’ın Kolayır kentinde 1931 yılında doğan Aliyeva Seher Allahverdi kızı’ndan derlediği merasimin sözleri ise sayışmacaya benzemektedir.

Kumuklarda yağmur ve güneşi çağırma töreni “Zemire”25 olarak bilinmektedir. Kumuklarda oyun olarak bilinen “Gün çıq”, Azerbaycan folklorunda “Qodu qodu” törenlerinde okunan manilerdir. Kumuk ve Azerbaycan folklorundaki güneşi çağırma töreninde söylenen sözler birbirinden çok farklı değildir. Gün çık merasimini çocuklar yapmaktadır. Zamanla çocuklara geçmesi, gün çık merasiminin kadim bir tarihi olduğunu ve eskiden güneşi çağırma töreninin Kumuklarda ciddi bir karakter taşıdığını göstermektedir.26

Gürcistan Borçalı’da yağmuru kesmek için evin ilk çocuğu maşayla bir köz alarak güneşin karar tuttuğu tarafa tutar ve mani söyler. “Güneşin gözünü yandırmak” olarak bilinen Güneş duasının ilk iki dizesi Azerbaycan’daki ile aynı olup, “Men anamın ilkiyem / Ağzı gara tülküyem / Men seni yandırdım / Sen de meni yandır” şeklindedir. Bununla birlikte yağmuru kesmek için Çömçehatun merasimi düzenlenir ve çömçeye kırmızı elbise giydirilerek üzerine kül atılır. Ayrıca Godu godu gezdirmek merasimi de yapılır ve çocuklar kırmızı renk elbiselerden bir oyuncak hazırlayarak ev ev dolaşırlar.27 Güneş dualarında görülen “Godu “ kelimesinin güneşle ilgili olduğu ancak bu kelimenin anlamının tam olarak bilinmediği belirtilmektedir (Memmedova 2017: 44). Hikmet Tanyu (1980: 54- 55) ise “Godu” kelimesini “Godi” olarak vermektedir. Ayrıca X. yüzyıla ait olan ve Uygur diline çevrilen “Kalyanamkara ve Papamkara” hikayesinde geçtiğini ve “aşağı” anlamında olup Anadolu’daki yağmur dualarında söylendiğini de eklemektedir. Dilaver Düzgün (2014: 86-88, 91), “Godu”nun çocukların Güneş duasına çıkarken hazırladıkları ve ellerine alıp gezdirdikleri kuklaya denildiğini, Azerbaycan’da yağmurlu günlere son veren güneşi sembolize ettiğini belirtmektedir.

Ordu, Rize, Trabzon ile Artvin, Azerbaycan, Gürcistan ve Kumuklardaki Güneş duaları karşılaştırıldığında; Artvin, Azerbaycan, Gürcistan ve Kumuklardaki güneş’in farklı olduğu görülmektedir ve eski Türklerdeki tabiat varlıklarının ruhu olduğu inancının izleri mevcuttur. Güneş, doğrudan kendisine seslenilen canlı bir varlık olarak algılanmaktadır. Karadeniz Bölgesi’nde ise “Allah’tan güneş isteriz” dizesiyle daha İslami bir görünüme bürünmüştür. Güneşi çağırma töreninin Karadeniz Bölgesi ile Azerbaycan, Borçalı ve Kumuklarda olması, bu törenin kadim bir tarihi olduğunu ve söz konusu yörelerin kültürel olarak ortaklığını ortaya koymaktadır.

Karadeniz Bölgesi’ndeki diğer bir inanç ve uygulama ise güneş ve ay tutulması esnasında görülür. Samsun yöresinde eskiden güneş tutulduğu zaman bunun “cazu karının peştemalini güneşin önüne çektiği” için olduğu düşünülürdü. Güneşi kurtarmak amacıyla silah atılır, tenekelere vurulur ve dua okunurdu (Öztürk, 2019). Ay tutulduğunda da bunu kötü iyelerin yaptığına inanılır ve ayın onların elinden kurtulması, salınması için silah atılır, tenekelere vurulur ve ezan okunurdu (Şişman 1994: 78). Rize’de güneş tutulurken tüfek, tabanca atılır herkes uyandırılırdı. Cami hocaları dâhil herkes dua yapardı. Amaç ise güneşin tutulmasını önlemekti. Yani güneşi kurtarmaya çalışırlardı (Ayçiçek 2016: 60). Karabük ve Kastamonu’da ay ve güneş tutulması sırasında teneke veya kap kaçak çalınır, silah atılır. Ayrıca ezan okunur, namaz kılınır ve dua edilir (Mazıcı 2012: 194; Karabüber 2017: 127-128).

Macaristan Kuman-Kıpçaklarında Güneş duası ile ay ve güneş tutulması sırasındaki inançlarla uygulamalar hakkında bir bilgi veya bunlara dair bir iz tespit edemedik. Bununla birlikte Kumanlar doğum yapacak kadının yatağını, ışığı göstermek amacıyla doğu yönüne koyarlardı. Babanın, yeni doğan çocuğunu kutsamanın ilk adımı olarak doğan güneşe doğru tutup kaldırması (Vardan 2018a: 247, 252), Kumanların doğu yönüne ve doğan güneşe saygı duyduklarını göstermektedir. Diğer taraftan mezar doğu-batı yönünde yapılır ve ölü oturur hale getirilirse yüzü doğuya bakar. Bu Macarlar ve özellikle de Kumanlara has olan bir husustur.28 İbnü’l Esir, Kıpçakların doğmak üzere olan güneşi ululadıklarını kaydetmektedir (Ahincanov 2010: 185).

Güneş ve ay kültü, eski çağlardan beri Orta Asya kavimlerinde mevcuttur (İnan 1986: 29). Türk inanç sisteminde güneş, koruyucu vasfı itibariyle gök, ay ve yıldızlar gibi bir iye mevkiindedir. Hun çağından buyana Türkler, güneşi “Kün” şeklinde adlandırmıştır. Bugün ise “gün” anlamında kullanılmaktadır (Kalafat 2010: 176-178). İslamiyet’ten önce Türklerin inanç ve kültür hayatında gökyüzü iyelerinden güneş ve ay koruyuculuk özelliğinden dolayı önemli bir yere sahip olmuştur. Türkler bu gök cisimlerinin yapılarını ve hareketlerini anlamlandırmış, bunları kutsal saymış ve bunlara karşı bir takım ritüeller göstermiştir (Kıyak 2010: 134,143). Ancak güneş tapınılan bir varlık değildir. Türklerin güneş veya başka nesnelere hürmet göstermesi ve ululaması, Tanrı’nın onlara verdiğine inanılan olağanüstü niteliklerden kaynaklanmaktadır. Güneş tutulması sırasında göğe doğru tüfek, tabanca atılarak ve davul veya teneke çalınarak gürültü çıkarılması Türk inanç sisteminde görülen ak ve kara iyeler ile ilgili inançtan kaynaklanmaktadır. Güneşin yüzünü “kara iyelerin” kapattığına ve ışığın yeryüzüne inmesine engel olduklarına inanılırdı. Bu yüzden onları korkutup kaçırmak amacıyla bu uygulamalar yapılırdı (Kalafat 2010: 176-181). Altay Türkleri, güneş ve ay tutulması sırasında bağırıp çağırırlar ve davul çalarlardı. Böylece bu gürültülerin kötü ruhları korkutacağına inanırlardı (Gömeç 2003: 88). Slavlaşmadan önce Bulgarlarda, Kırgızlarda, XII. yüzyılda Kimeklerde ve Kara Hitaylarda rastlanması bu kültün Kimeklerle iç içe olan Kıpçaklar arasında da olabileceğini göstermektedir (Gökbel 2000: 212).

Güneş kültüyle bağlantılı olan “Doğu” kültü, çeşitli kavimler arasında yayılmıştır. Türk kağanları güneşe hürmetlerinden dolayı otağlarının kapısını doğu tarafına yaparlardı29 ve kapı doğuya doğru açılırdı (Beydilli 2004: 227). Yakutistan’ın ücra yerlerinde evlerin kapısı doğuya doğru açılır (Barthold 1947: 536). Samsun’daki bazı ailelerin evlerinin dış kapısı doğu yönüne bakmaktadır (Bozkurt, 2019; Öztürk, 2019). Altaylılar, kurban olarak kestikleri atın derisini bir sırığa geçirerek at şeklini verip asarlardı ve bunun başı doğuya doğru bakardı (Radloff 2008: 47). Kuman-Kıpçaklar ölen kişilerin mezarının üzerine veya yakınına ya da bir ovaya insan biçimli heykel dikerdi ve bunlar da yine doğuya bakardı.30 Göktürk kağanlarının otağlarının kainat timsali olması geleneği de vardı ve bu, hakanların tahta çıkış töreninde de görünüyordu. Söz konusu törende hakanlar bir halı üzerine oturur ve devlete tabi boy beyleri tarafından otağın çevresinde döndürülürdü. Böylece Türk hakanı, yeryüzü etrafında döndüğü düşünülen güneşe mümasil kılınıyordu (Esin 1985: 417). Diğer taraftan kağanlar koruyuculukta güneş gibiydi ve kötülüklerle mücadele eder, bereketi ve huzuru sağlardı (Kalafat 2010: 176-178). Samsun’daki sözlü kültürde olan; kötü, imkanı olduğu halde iyilik yapmayan insanlar için çok kullanılan “Güneş olsa kimsenin üzerine doğmaz” sözü ile rahat, sıkıntısız ve huzurlu hiçbir gün yaşamayan anlamında “Bir gün yüzü görmedi” veya “Hiç gün yüzü görmeden öldü gitti” sözleri, bereketin sabah evin kapısına üç kere geldiğine, her gelişinde kapı kapalıysa gittiğine inanılmasından dolayı bereket olması için sabah güneş doğmadan kalkılması ve evin kapısını açarak biraz beklenmesi, erken kalkmayanlar için söylenen “Haydi kalk! Gün bir urgan boyu çıktı” deyimi (Öztürk, 2019) bu inanışların izleri niteliğindedir.

Rize’de “Şükür”ün simgesi veya nazarın değmesini önlemek gibi amaçlarla keçi, geyik gibi hayvanların kafatasları evin giriş kapısının üzerine asılır. Ayrıca nazardan korunmak için yumurta kabukları da asılmaktadır (Ayçiçek 2016: 71). Karabük’te evin dış tarafına nazardan ve bazı kötülüklerden korunmak için geyik boynuzu asılır (Mazıcı 2012: 169). Artvin’de haneyi koruduğuna inanıldığı için evin balkonlarına at kafası asılmaktadır (Köse 2017: 56). Zonguldak’ta nazar değmemesi için tarlanın veya bahçenin ortasına bir sırık dikilir ve at ile öküz kafatası asılır (Atalan 2000: 55). Samsun’da ahırların kıpısının üst tarafına veya bahçeye bir sırıkla koçboynuzu asılır ve böylece bakanların nazarları bu nesneye çekilir. Ancak etini yemek veya adak için kesilen hayvanınki değil sadece kurban olarak kesilen koçun boynuzları asılır. Diğer taraftan bir kişi ilk kez kurban keseceği zaman koç kesmesi gerektiğine inanılır. Bundan sonraki kurban için koyundan koç, sığırdan inek kesmek iyi sayılırdı. Kurban edilen hayvanların kemikleri köpeklere verilmez, çöpe atılmaz, toprağa gömülür.31

Macaristan Kumanlarında ise bahçedeki hayvanları nazardan korumak amacıyla bir sırığa veya ahırın kapısının önüne at ve koç kafatası asılırdı.32 Türklerde kurban edilen hayvanların kemikleri kırılmaz, köpeklere verilmez, ateşte yakılır ya da toprağa gömülür. Bazı özel ayinlerden sonra ise kemikler bir kaba konularak kayın ağacına asılır. At kurbanlarının kafatası bir sırık üzerine konulur. Bu gelenek oldukça yaygındır. Altaylılar ve Yakutlar kurban olarak kestikleri atın derisini bir sırığa geçirerek at şeklini verip asarlar. Buna Altaylılar “Baydara”, Yakutlar ise “Tabık” demektedirler. XIII. yüzyılda Kıpçaklar da buna benzer derileri asmışlardır. Ancak bu derilere ne ad verdikleri bilinmemektedir.33 Kıpçaklar da “Baydara” demiş olmalıdır. Çünkü Mısır Kıpçaklarında,34 Altın Orda Devleti’nde35 ve 1590’lı yıllarda Ahıska’da36 “Baydara” adı bulunmaktadır.

Şekil 1: Kurban olarak kesilen atın başı ve derisinin bir sırığa geçirilerek at şeklini verip asılması (İnan 1986).

Rize yöresinde, köpeğe değer verilirdi ve sürüleri koruduğu için özellikle beslenirdi. Köpek öldürmek insan öldürmek kadar önemli bir suçtu. Üçlü mısır koçanları, bereketin simgesi kabul edilir ve bu koçanlardan ikisinin köpeğin hakkı olduğuna inandıklarından dolayı köpeklere yedirilirdi.37 Macaristan Kumanlarında bulunan “Komondor” adlı bir tür çoban köpeğini, Kumanlar Macaristan’a göç ederken beraberlerinde getirmişlerdir.38 “Komandur/Kumandur”, Kuman-Kıpçaklardaki bir boyun adıdır (Rasonyi 1966-1969: 119; Kırzıoğlu 1992: 172-173). Aynı zamanda 1573 yılındaki Ardahan-ı Büzürg (Büyük Ardahan) Sancağı’ndaki bir yerleşim yerinin adı da “Komandur”dur (Kırzıoğlu 1992: 172- 173). Köpek, Kuman-Kıpçaklar için önemli bir hayvan olmuştur. Kaynaklarda onları “köpek” ve “it” olarak adlandırdıkları ve köpeklerin özelliklerine göre adlar verdikleri kayıtlıdır.39 Bunlardan “barak” (Barag) ve “it” gibi kelimeler Macaristan’daki Kumanlarda mevcuttur.40 Diğer taraftan Kırım Çokrak’taki Kuman-Kıpçak mezarında köpek iskeleti bulunmuştur (Rodoplu 2019: 103). Ayrıca Kuman-Kıpçaklar başka halklarla yaptıkları yemin etme törenlerinde sadakatlerini göstermek amacıyla köpeği kurban etmişlerdir (Gökbel 2002: 369; Korkmaz 2014: 122). Köpeği mukaddes bir hayvan sayan KumanKıpçaklar “it” ve “barak” kelimeleri ile birçok kişi ve yer adı vücuda getirmişlerdir. 1190 ve 1193 yıllarına ait Rus vekayinamelerinde “İtoğlu”, “İtlar/İtler” şeklinde kişi adları ile “İtapa” adlı bir yer adı kayıtlıdır (Caferoğlu 1961: 1-11; Rasonyi 1966-1969: 106). 1288 yılı kaynağında Macaristan Kumanlarında “İtük-İtik” (İt yavrusu) adı yer almaktadır.41 1185 yılı Rus kaynağında “barak” adı geçer. 1327 yılından önce Kuman-Kıpçaklarda hem kişi adı olarak hem de kabile adı olarak kullanılmıştır. Macaristan Kumanlarında bir soyun adı da olmuştur (Caferoğlu 1961: 1-11; Rasonyi 1966-1969: 86-87). “Barak”, kişi adı olarak 1595 tarihli Ahısha Liva’sı Mufassal Defteri’nde de yer almaktadır (Uyğur 2017a: 606). Bunlardan anlaşılacağı üzere eskiden Kuman-Kıpçaklarda köpek kültü geniş ve canlı bir gelişme sahası bulmuştur (Caferoğlu 1961: 1-11) ve günümüzde de “köpek” eskisi kadar olmasa da önemini korumaktadır.

Her iki coğrafyada “ters” ile ilgili inançlar bulunmaktadır. Rize Ardeşen’de küçük çocuğun bacaklarının arasından arkaya doğru ters bir şekilde bakması birinin öleceği anlamına gelirken (Ayçiçek 2016: 70), Samsun ve Karabük’te misafir geleceğine yorumlanır (Mazıcı 2012: 163; Öztürk, 2019). Rize ve Samsun’da giyilen kıyafetin ters olması, işlerin olumsuz gideceği manasına gelmektedir (Ayçiçek 2016: 70; Öztürk, 2019). Bununla birlikte Ardeşen’de kız istemeye gidildiği zaman kız tarafı kıyafetleri ters giyerse kızı vermeye gönüllerinin olmadığının işareti iken, Samsun’da kız istemeye giden kişi işinin rast gitmesi ve olumlu sonuç almak için içteki görünmeyen bir kıyafetini ters giyerdi (Ayçiçek 2016: 70; Öztürk, 2019). Rize’deki cenazelerde kara elbiseler giyinilir, bazen de kıyafetler ters giyinilirdi (Ayçiçek 2016: 70). Kıpçak-Köldönön boyu da cenazelerde kıyafetlerini ters giyer ve ters otururlardı (İnan 1986: 199). Bunlara ilave olarak sabahları önemli bir iş yapmaya gidilirken veya yolculuk yapmak için evden çıkılırken önüne çıkan kişi erkekse işlerin yolunda gideceği, eğer kadınsa işlerin ters gideceği inancı mevcuttur (Ayçiçek 2016: 70; Öztürk, 2019). Macaristan’da ise bebek anne sütünü içmediğinde, anne loğusalığı boyunca kenevire dokunmaz, elbise silkelemez ve derenin üzerinden geçmez. Geçmek zorunda kalırsa arkası dönük olarak suya eğilir ve elindeki kabı suyun akış yönünün tersine doğru çeker. Daha sonra suda beklediği düşünülen kötü ruhların yıkıcı gücünü yanlış yönlendirmek için bu sudan üç yudum içer. Bununla birlikte loğusa kadın, albastıdan korunmak için gömleğini tersyüz giyer (Vardan 2018a: 255-258). Ters motifi, halk inanmalarında bir kült oluşturmuştur. Bu uygulama şekliyle adeta diğer aleme, gidişatın tersinin olması mesajı verilir. Olacak bir kötü olayın olmaması dileği iletilir (Kalafat 2009: 110).

Araştırılan bölgelerde “eşik” ile ilgili inançların olduğu görülmektedir. Kastamonu ve Zonguldak’ta eşiğe oturmak (Atalan 2000: 61; Karabüber 2017: 179), Samsun’da ise eşiğe oturmak veya eşikte ayakta durmak iyi sayılmaz, aksi halde yapan kişinin iftiraya uğrayacağına inanılır (Öztürk, 2019). Macaristan Kumanlarında eşik, dünyalar arası geçişin sembolü sayılır. Bu nedenle cenaze defnedildikten sonra eşiğe toprak sürahi veya testi koyarlar. Sürahi veya testi devrildiğinde bunu, ölen kişinin ruhunun geldiğinin işareti olarak görürler. Loğusayı albastıdan korumak için eşiğe tuz bırakırlar. Zaman zaman ruhlarla aralarında keskin bir sınır çektiklerini göstermek amacıyla eşiğe kesici alet koyarlar. Bununla birlikte havanın kötü olduğu zamanlarda şimşek çarpabilir diye çocukların eşiğe basmalarına ya da eşikte durmalarına izin verilmez (Vardan 2018a: 255- 258, 313).

Macaristan Kumanlarında çocuk sahibi olmak için birtakım uygulamalar yapılmaktaydı. Kötü ruhların ele geçirdiği talihi geri döndürmek ve şifa bulmak amacıyla kurşun dökülürdü (Vardan 2018a: 241). Abdülkadir İnan (1952: 29), kurşun dökmeye “kut kuyma” denildiğini ve bunun “kut dökme” anlamına geldiğini, kötü ruhların çaldığı kutu yani talihi, saadeti geri döndürmek amacıyla yapılan bir sihir ayini olduğunu belirtmektedir. Ancak Macaristan Kumanlarındaki bu geleneksel uygulama 1930-1940’lı yıllarda sağlık çalışanları ve devletin sıkı denetimleri ile bırakılmıştır. Diğer taraftan günümüzde Macaristan’ın kuzeydoğusunda yer alan Miskolc’taki eskiden beri kayın ormanı dibinde bulunan Ujhuta (eski adı Bükkszentkereszt) Köyü’nde, taşların ve ağaçların iyileştirici gücü olduğuna, insanın enerjisini yenilediğine inanılmaktadır. Yapılan araştırmalarda açıklanamayan şekilde burada yaşayanların şifa buldukları belirtilmektedir. İnsanlar kayın ağaçlarını kucaklarlar ve kayalara otururlar (Vardan 2018a: 241). Hunlar, ilkbahar ve sonbaharda atalara kurban kestikten sonra civara kayın ağacı dikerlerdi ve bunlar kutlu orman oluştururdu (Kafesoğlu 2002: 27). Göktürk ve Uygur dönemlerinde Ötüken ormanlarının mukaddes sayıldığı bilinmektedir. Bununla birlikte bazı ağaçlar da takdis edilir ama Şamanlar en çok kayın ağacını sayarlar. Altaylı, Sagay, Şor, Kaç, Teleüt gibi ulusların kamları kayın ağacı olmadan ayin yapmaz. Kayın ağacı aynı zamanda tapınılan bir varlık olmuş ve ona kurban sunulmuştur. Altaylılarda her ruh ile Tanrıya yapılan kurban ayini çeşitli olur. En uzun süren, Ülgen adına yapılan ayindir. Bu ayin üç bölümden oluşur. Bir çadır kurulur ve çadırın ortasına yeşil bir kayın ağacı dikilir. Çadırın tepesindeki dallar bırakılır ve oraya bayrak bağlanır. Burada at kurban edilir. Kurbanın derisi, başı, ayağı ve kuyruğu bir sırığa asılır. Sonra Kam, çeşitli ritüeller yapar ve göğe çıkarak kurbanı Ülgen’e takdim eder (İnan 1986: 63-64, 103-108). Kayın ağacı, gücü ve dayanıklılığı ifade etmektedir. Altay-Türk mitolojisinde göğün direği, gök ve dünya ağacı için “bay kayıng” tabiri kullanılmaktadır. “Bay kayıng” resmi, Altay şaman davullarında da yer almaktadır (Toprak 2011: 560-561).

Erzurum’un Oltu ilçesinde hamile bir kadın çocuğunun kime benzemesini istiyorsa ona bakar. Vahşi hayvanlara bakması iyi sayılmaz, aksi halde çocuk o hayvana benzer (Dağaşan 2013: 13). Samsun ile Kastamonu’nun Tosya ilçesi ve Karabük’ün Safranbolu ilçesinde bir kadın hamileyken kanlı ciğere veya kırmızı güle dokunup vücudunun neresine değdirdiyse, çocuğun aynı yerinde doğum lekesi olacağına inanılır (Mazıcı 2012: 111; Karabüber, 2017: 41; Öztürk, 2019). Doğu Azerbaycan’da hamile bir kadın ciğere elini değdirdiğinde ya da ciğer yerken vücuduna dokunduğunda çocuğun aynı yerinde ben olacağı inancı vardır (Sardarinia 2016: 38). Karabük’te hamile kadın birine çok kızarsa veya birini sevmezse çocuğunun ona benzeyeceğine inanılır (Mazıcı 2012: 110). Samsun’da hamile bir kadın güzel bir kişiye bakarsa çocuğunun güzel olacağına, birine çok kızarsa veya birini sevmezse çocuğunun ona benzeyeceğine inanılır. Bununla birlikte ölüye bakarsa, çocuğunun soluk renkli olacağı inancı da vardır (Öztürk, 2019). Macaristan’daki Kumanlarda benzer inançlar bulunmaktadır. Hamile bir kadın ciğere dokunup, kanını vücuduna değdirdiğinde oluşan lekenin çocukta da olacağına inanılır. Beyaz tenli hamile bir kadın meyve veya bir bitkiyi kucağında taşıdığında çocuğun yüzünde ona benzer bir doğum lekesi olacağına inanılır. Tiksinerek, şaşırarak ya da ürpererek baktığı şeylere benzeyeceği inancı vardır. Anne hamileyken vahşi hayvan eti yerse çocuğunun vücudunda yara çıkacağına inanılır. Eskiden, hamile olan bir kadın bunu inkar ederse çocuğunun dilsiz olacağına inanırlardı. Ayrıca hamile bir kadın, ölüye bakarsa çocuğu soluk renkli olur (Vardan 2018a: 242).

Karadeniz Bölgesi’nde yeni doğan çocuklarla ilgili birtakım inançlar ve uygulamalar bulunmaktadır. Samsun ve Karabük’te bebeğin kafası, şekle sokmak için sarılırdı.42 Aynı uygulama Macaristan Kumanlarında da vardır (Vardan 2018a: 248). Ardeşen ilçesinde yeni doğan çocuğun kırkı çıkana kadar bazı kötülüklerden korunması için yastığının altına köpek pisliği, nane ve bıçak koyulur (Ayçiçek 2016: 64). Rize’nin Çayeli ilçesinde anne ve bebek alkarısından korunmaları için yalnız bırakılmaz, eğer bırakılacaksa çocuğun yattığı yere süpürge, ekmek, kömür ve Kur’an-ı Kerim konulur (Kabataş 2006: 34). Trabzon Akçaabat’ta odaya Kur’an-ı Kerim konulur ve loğusanın başına kırmızı çember örtülür veya kurdele takılır (Kolot 2017: 50). Artvin Ardanuç’ta çocuğun odasında ışık yakılır ve kapıya süpürge konulur (Köse 2017: 22, 24). Şavşat’taki Ahıska Türklerinde loğusa kadın yalnız bırakılmaz. Yalnız kalması durumunda yanına Kur’an-ı Kerim bırakılır ve yatağının yakınına keçi kılından yapılmış ip ile süpürge konulur (Akkoyun 2009: 250). Samsun’da eskiden kötü ruhlardan korunmaları için kırk gün boyunca bebeğin kundağına kırmızı başörtüsü, odaya ise sarımsak, süpürge ve En’am Suresi’nin yazılı olduğu küçük kitapçık konurdu (Bozkurt 2019). Sinop Boyabat’ta kırklı kadın dışarı çıkmak zorunda kaldığında beşiğin yanına süpürge konurdu (Saraç 2014: 49). Kastamonu Tosya’da bebek yalnız bırakıldığında yanına süpürge, makas veya urgan, yastığının altına ise bıçak ve bebeğin kordonunun kesildiği jilet konulur, kapıya soğan asılır. Kundağa veya bebeğin koluna kırmızı kurdele bağlanır ya da yüzüne kırmızı örtü örtülür (Karabüber 2017: 75-76). Zonguldak’ta loğusa kadın ve bebeğin odasına Kur’an-ı Kerim asılır. Anne ve bebeğin odasında geceleri ışık yakılır ve bebek yalnız bırakılmaz. Annenin başına kırmızı renk bir başörtüsü ve bebeğin yüzüne de kırmızı renk bir tülbent örtülür. Annenin yastığına iğne batırılır. Bebeğin yanına süpürge ile maşa konulur (Atalan 2000: 39, 61). Karabük Safranbolu’da anne ve bebek yalnız bırakılmaz, bırakılacaksa odaya Kur’an-ı Kerim asılır ve yanlarına süpürge konulur (Mazıcı 2012: 114). Erzurum Oltu’da anne kırk gün yalnız bırakılmaz ve yakasına iğne takılır. Bebeğin bulunduğu odaya Kur’an-ı Kerim asılır ve çocuğun yanına soğan veya demirden bir eşya konulur (Dağaşan 2013: 16-17, 43). Ardahan’da anne ve bebek kırk gün yalnız bırakılmaz. Annenin başına kırmızı eşarp bağlanır ve başucuna Kur’an-ı Kerim, yatağına demir ve süpürge konulur (Saltaş 2016: 29- 30).

Bu inançlar ve uygulamalar Macaristan’daki Kumanlarda da görülmektedir. Macaristan’daki Kumanlarda “alkarısı” inancı bulunmaktadır. 2010 yılında doğumda ölen bir kadını ve bebeğini akrabaları hiç konuşmadan memleketine götürmüşlerdir. Albastının, loğusa kadına kötü bir haber verildiğinde, loğusa bir şeyden korktuğunda ya da yalnız bırakıldığında ortaya çıktığına inanılır. Bu nedenle albastıdan korunmak için birtakım uygulamalar yapılır. Bebeğin yanına kutsal kitap konulur. Doğumdan itibaren anne ve bebek yalnız bırakılmazlar. Kırk gün boyunca loğusanın odasının ışığı söndürülmez. Annenin, bebeğinin yanından ayrılması gerektiğinde kapıya süpürge veya benzer bir nesneyi koyarlar. Çünkü süpürge pistir ve alkarısı pis nesnelere gelmez. Bebeğin yanına tarak bırakılır. Yatağın kenarına bıçak, çatal, tuz ve biber konulur. Eşiğe tuz bırakma, yatağa tuz serpme, sarımsak koyma, yatağın yanına domuz gübresi bırakma, kapının üst pervazına sarımsak hevengi asma gibi önlemler alınmıştır. Loğusa kadın gömleğini tersyüz giyer. Saçına, boynuna ya da bileğine kırmızı kurdele bağlanır. Bebek elini açıncaya kadar kırmızı kurdele bağlanır ve yatağının önüne de kırmızı eşarp konulur (Vardan 2018a: 255-258).

Samsun ve Rize yöresinde, çocuğun çarpılmasını önlemek için kırkı çıkana kadar ki süreçte yıkanılan çocuğun suyu gece dışarı dökülmez (Kabataş 2006: 32; Ayçiçek 2016: 64; Öztürk, 2019). Samsun, Trabzon ve Rize’de bebeğin dışarı asılan çamaşırları gece olmadan toplanır (Kabataş 2006: 32; Kolot 2017: 50; Öztürk, 2019). Rize’de kırklı kadının bulunduğu eve özellikle de odaya dışarıdan getirilmiş et (çiğ et) sokulmaz. Et getirmek gerekiyorsa et önce yere konulur. Kırklı çocuk evin üst tarafına götürülür ve üç kez yukarıya kaldırılır. Böylece etin çocuğu veya annesini basması önlenmiş olur (Ayçiçek 2016: 64). Samsun’da benzer uygulama bulunmakta olup, çocuk bir kere yukarı kaldırılır. Bununla birlikte cenaze törenine katılan kişiler evlerine geldikleri zaman insanların cenaze basığı olmamaları için ev halkı ayağa kalkar ve bebek yukarı kaldırılır. Ayrıca loğusa bir kadın ile bebeğinin kırkı dolmadan dışarı çıkmaması sağlanırdı (Öztürk, 2019). Trabzon Akçaabat ile Kastamonu Tosya’da kırklı kadın ve bebeğinin kırk günden önce dışarı çıkması uygun bulunmaz (Kolot 2017: 49; Karabüber 2017: 54, 56). Macaristan Kumanlarında ise annenin kırkı dolmadan sadece bir yakını vefat ettiğinde ölenle vedalaşması için yatağından kalkıp başka insanlarla karşılaşması söz konusu olabilirdi. Aksi halde yatağında kalması uygun bulunurdu. Zarar verici ruhlardan anne ve bebeği korumak amacıyla insanlar bebek görmeye kırk gün dolduktan sonra kabul edilirdi (Vardan 2018a: 255, 259).

Rize yöresinde yeni doğan bebek üç ay olana kadar her gün sabah akşam, Trabzon yöresinde kırk gün boyunca her gün yıkanır (Ayçiçek 2016: 65; Kolot 2017: 43). Karadeniz Bölgesi’nde kırk gün dolunca anne ve bebek yıkanır ve buna “Kırklama/Kırklanma” denir (Savaş 2007: 11; Saraç 2014: 51; Köse 2017: 22-23; Karabüber 2017: 60-61; Bozkurt, 2019; Öztürk, 2019). Macaristan Kumanlarında ise Hristiyanlığın etkisiyle çocuk dinsiz sayılır, vaftiz oluncaya kadar kiliseye de sokulmaz. Çocuk hemen yıkanmaz, silinir. Daha sonra kutsamanın ilk adımı olarak güçlendirmek ve arındırmak için toprağa koyarlar. Yere koydukları çocuğu babası iki eliyle tutarak göğe doğru kaldırır ve eğer güneş varsa doğan güneşe doğru tutar veya atın sırtına koyardı. Son olarak da şapkasını çocuğun üzerine koyardı ki bu hareketiyle aileye kabul edildiğini teyit eder ve sonra bir ayağıyla evin içine adım atardı. Bir Kuman baba, yeni doğan çocuğunu topraktan alarak güneşe doğru tutar. Günümüzde de bu gelenek devam etmektedir. Çocuğun ilk banyosuna büyük önem verilir ve banyo suyuna bazı bitkiler koyulur. İnançlarına göre zaten henüz dinsiz sayılan ten solmaya başladığı zaman sadece bir iki haftalıkken gökyüzünden direkt bir kaba yağan yağmur suyuyla yıkamaya çalışırlar. Bebeği yıkadıkları suyu bir kaba koyup, temiz bir yere koyarlar ve altına damlamasını sağlarlar. Bunu da şanslarını kötüye çevirmemek, kötü ruhları güçlendirmemek için gece yapmazlar. Kırkıncı gün bir takım ritüellerle hazırlanan su ile yıkanınca artık kötü ruhlara karşı savunmasız oldukları dönemden kurtulduklarına inanırlar. Kırklanan annenin ilk gezisi, rahibin kendisini ve bebeğini kutsayacağı kiliseye yapılır. Anne, mabetten eve dönüşte çocuğun aylak olmaması için kimseyle selamlaşmaz, konuşmaz ve arkasına bakmazdı.43

Moldova Gagauz Özerk Cumhuriyeti’nin Kıpçak ve Komrat köylerindeki Gagauzlar’da da benzer uygulamalar vardır. Kırklanmamış kadın ve bebeği kötü ruhlardan korumak için loğusanın cebine demir çivi, vida gibi eşyalar ile anne ve bebeğin yastığının altına makas ve bıçak konulur. Loğusa kadın ve bebek kırk gün boyunca yalnız bırakılmaz. Bırakılacaksa mutlaka odaya süpürge, sarımsak ve soğan konulur. Kötü ruhları uzaklaştırmak için loğusanın ve bebeğin odasında kırk gün ışık yakılır. Ayrıca bebeğin dışarı asılan çamaşırları akşam olmadan toplanır (Malacılı 2002: 175-177; Petrovici 2009: 197-198).

Doğum dönemindeki inançlar ve uygulamalar eski inançların bakiyeleridir. Bazılarına ise İslami giysiler giydirilmiştir. Kişioğlundan kaynaklanan ve zararlı olabileceklerine inanılan kuvve doğum sonrası için de söz konusudur. Hayvan pisliği, süpürge, sarımsak, tuz, biber, demirden yapılan nesneler ile kırmızı rengin anne ve bebeği kötü ruhlardan koruduğuna inanılır. Korunma alkarısı, karakura, cin gibi görünmeyen ve fenalık yapabileceklerine inanılan güçlere karşı yapılır (Kalafat 2009: 30). Türklerde süpürge etrafında oluşan adet ve gelenekler, inanışlar ve uygulamalar oldukça fazladır. Bu inanışlardan birisi de süpürgenin kötü ruhlardan koruduğu, onların zararlı etkilerini engellediği yönündedir. Sarımsak ve soğan kara iyelerden korunmada kullanılır ve söz konusu bitkiler bu tür kötü ruhlara karşı koruyucu olarak bilinirler (Kalafat 2016: 60). Ayrıca demirin ve kırmızı rengin koruyucu özelliği bulunmaktadır (Şimşek 2017: 105). Kıpçaklar, Argınlar ve Kazaklar loğusayı albastıdan korumak için çekiç ile bir demir parçası alıp “demirci geldi, demirci geldi” diye bağırırlar. Ayrıca Kırgız, Yabaku, Kıpçak ve başka Türk boyları demiri kutsal sayarlar ve demirle ant içerler (İnan 1986: 84). Tüm bunlar Gök Tanrı inanç sisteminde olan birer kutsal kültürdür (Kalafat 2009: 30).

Araştırılan yörelerdeki diğer bir uygulama ise çocuk dünyaya geldikten sonra kesilen kurbandır. Samsun, Sinop, Rize ve Trabzon’da çocuklar doğduğu zaman Hekike/Akîka denilen kurban kesilir (Saraç 2014: 53; Ayçiçek 2016: 62; Kolot 2017: 39- 40; Bozkurt, 2019). Söz konusu uygulama Macaristan Kumanlarında da vardır ve kurbanı, babanın kardeşleri keser ve bu kurban tavuktur (Vardan 2018a: 254).

Türkler, çocuğa verilen adın onun kaderini de belirleyeceğine inanmışlar ve ad vermeyi çok önemsemişler, ad seçilirken büyük özen göstermişlerdir (Türktaş 2019: 36). Rize’de çocuklara ad, kulağına Ezan okunarak ve üç kez adı söylenerek verilir. Çocuklara genelde kayınvalide veya kayınpederin belirlediği ad konulmaktadır. Yeni ölen dedesi veya babası, annesi ve büyükannesi gibi birinci dereceden yakınlarının adı tercih edilmektedir. Bu adlar da genellikle büyüklerinin adını yaşatmak amacıyla verilmektedir. Çocuğa ad verirken bu adın çocuğa hayırlı olup olmamasına da dikkat edilmektedir. Çocuklar zamanı geldiğinde yürüyemiyorsa “basılmış” olabileceğine inanılır. “İsim çocuğa gelişmedi” tabiri kullanılır ve verilen ismin çocuğa iyi gelmediği düşünülür. Basılmış çocukların düzelmesi için bu çocukların adları değiştirilmektedir. İkinci adlar verilirken tanınan, sağlıklı, güçlü, kuvvetli ve örnek alınan insanların adlarını vermeye dikkat ederler. Bu sadece yürüyemeyen çocuklar için değil sık sık hastalık geçiren, dili tutulan çocuklar için de geçerlidir (Ayçiçek 2016: 65-66). Samsun’da çocuklara ad, kulağına Ezan okunarak ve üç kez adı söylenerek verilir. Çocuklara genelde kayınvalide veya kayınpederin belirlediği ad konulmaktadır. Ölmüş atalarının adları verildiği gibi büyükannesi veya büyükbabası kendi adını torununa vermektedir. Çocuklar zamanı geldiği halde gelişmiyorsa veya sık sık hastalanıyorsa, verilen ismin iyi gelmediğine inanılır. “İsmi çocuğa yaramadı” tabiri kullanılır ve adı değiştirilir (Öztürk, 2019). Macaristan Kumanlarında eskiden çocuk doğunca ebe, çocuğa göbek adını verirdi. Göbek adı vermek, çocuğu korumak amacıyla yapılırdı. Çünkü bebeğin ailesi bu ismi değiştirecektir. Böylelikle kötü ruhlar yanıltılmış oluyordu (Vardan 2018a: 263). Anadolu ve Balkanlarda Türk halk sufizmine göre, çocuklara iki ad verilmesi onları büyüden korumak için yapılmaktadır. Büyü yapıldığı zaman birinci ad büyü kapsamına girmekte, ikinci ad ise büyünün etkisini gidermektedir (Ayçiçek 2016: 65-66).

Türkler doğum sonrasında meydana gelen hiçbir hadiseyi bir tesadüf olarak görmemişlerdir. Tam tersine ruh aleminin yeni bir tezahürü addediyorlardı. Bu sebeple doğduğu esnada yağmur yağması ile bir Kumanı “Yangorta” (Yağmurlu), ayaz olduğu bir zamanda doğanı ise “Ayaz” olarak adlandırmışlardır (Rasonyi 1939: 413; 1993: 144). Altın Orda Devleti’nin Hanı Muhammed Özbek’in dördüncü eşinin adı Ordaca idi. Ordu yerinde yani karargâhta doğduğu için bu ad verilmiştir. Ordaca, Türk uluslarından birinin emiri olan İsa Bey’in kızıdır (Birol 1991: 154). XV.-XVI. yüzyıl kaynaklarında Kuman-Kıpçak asıllı Rumen devlet adamları içinde “Ordu” adı mevcuttur (Kırzıoğlu 1992: 98). 1595 tarihli Ahısha Mufassal Defteri’nde, Ahıska’da kişi adı olarak “Ordubeg” adı kayıtlıdır (Uyğur 2017a: 630). Çocuk doğduğunda annenin gördüğü ilk eşyanın adının çocuğa ad olarak verilmesi, eski Türklerde yaygın bir uygulamadır. Bunlar Ayna, Balta, Bıçak, Çaruha, Çomaka, Közgü, Tugbeg,44 Çakan, Çubuk, Kurman (ok kutusu), Torsuk gibi isimlerdir. Bundan başka, çocuğun kaderini tayin eden isimler de verilebilir. Mesela Kolbas (orduyu yen). Bu isim önce ileri gelen bir Kumanın adı idi. Daha sonra buna izafeten geniş bir sahanın ismi olmuştur. Kırgızlar çocuklarına bu ismi takmaktadırlar (Rasonyi 1939: 413). Diğer bir isim ise Tepresün, Tepremez (Hareket etme)’dir.45 Macaristan Kumanlarında 1230’lu yıllarda “Tepremez” kişi adı olarak kullanılmıştır (Baski 2019: 6-8). Günümüzdeki Debrecen şehri bundan neşet etmiştir. Koruyucu isimler de vardır. Bu adlar ile kötü niyet besleyen ruhlara karşı yeni doğan çocuğun ebeveyni için kıymetli olmadığı inandırılmaya çalışılmaktadır. Bunlar Bolmaz (Olmaz), Bokluğ, Murdar ve Satmaz gibi isimlerdir (Rasonyi 1939: 413). Çocuklara kötü adlar vermek adeti de vardır. Bunun sebebi ölüm meleğinin kötü adı olanlardan nefret etmesinden dolayı gelmediğine inanılmasıdır. Kırgızlarda İtalmas (köpek bile almaz), Kabanbay (yabani domuz) gibi adlar hep bu inanca göre verilmiş adlardır. Troytsk civarındaki Kıpçaklarda çocuğu yaşamayan Cetpisbay Ağa, oğluna, yaşaması için Rusça Andrey adını vermiştir (İnan 1986: 174-175). Hayvan adları da ehemmiyetlidir. Alpra (Al-Bura), İlan (yılan), Çurtan (turna balığı) gibi. “Çurtan” adı, Kuman-Kıpçak boyundan birinin adıdır.46 Başka bir isim de Karsak’tır. Kuman-Kıpçaklarda sık kullanılan bir kişi adıdır. Macaristan’ın bugünkü Karcag şehri bundan neşet etmiştir (Rasonyi 1939: 413; Rasonyi 1966-1969: 110; Doğru 1985: 35). Macaristan’ın Karcag şehrinin anlamı “Bozkır tilkisi”dir47 ve kutsal bir hayvandır.48

Çocuk ömrünün korunması için birçok yerde şu adet vardır. Ailenin fazla sayıda çocuğu ölecek olursa anne yeni doğurduğu çocuğunu, hiç çocuğu ölmemiş yani kötü ruhları darıltmamış bir kadına biraz para karşılığında satmaktadır. Bu kadın bebeği giydirmek için bir gömlek dikmektedir. Böyle bir çocuğun adı Satılmış’tır (Rasonyi 1963: 71-72; İnan 1986: 173-175). Bu uygulama Zonguldak’ta da vardır (Atalan 2000: 40-41). Müslüman Başkurtlarda ise çocuğu yaşamayan kişiler, çocuk doğunca ebe eline alıp birkaç ev dolaştıktan sonra çocuğun evinin penceresinden içeriye “Yabancı ülkeden bir çocuk getirdim. Satın alan var mı?” diye seslenir. Pazarlık başlar ve çocuğun ağırlığında demir verip satın alırlar. Çocuğa Demir, Satıpaldı veya Satılmış gibi adlar verirler (İnan 1986: 175-175). Çocuğun yaşamasını sağlamak maksadıyla Yaşar, Dursun, Tursun, Turmuş, Durmuş, Durdu, Ölmezbay, Taştan, Kurc (çelik) adları da verilmektedir (Rasonyi 1963: 71- 72; İnan 1986: 173-175). Samsun’da sürekli çocuğu ölen kişiler, yaşaması için çocuğa Yaşar, Dursun gibi isimler verirler (Bozkurt, 2019; Öztürk, 2019). Tursun-gül, Satmaz, Satı, Satan, Satuk, Satılmış gibi kişi adları Kuman-Kıpçaklarda da mevcuttur.49 Karadeniz Bölgesi’nde Yaşar, Satı, Satılmış, Dursun, Durmuş gibi kişi adları vardır.

Macaristan Kumanlarında, çocuğun ilk isminin seçimini gelenekler düzenlemekte idi. İlk erkek çocuğa, babanın dedesinin ya da babasının isminin verilmesi atalardan miras kalmıştır. Kızlarda durum o kadar sıkı olmamakla birlikte genellikle annenin büyükannesinin ismi verilir. Günümüzde Macaristan Kumanları arasında da artık az olmakla birlikte çocuğa isim verirken bu adet uygulanabilmektedir. Ad verme töreni ise yavaş yavaş azalmış ve daha sonra tamamen bırakılmıştır. Jászkun sahasında kötü ruhları aldatmak için bebeğe sesleniş çoğunlukla gerçek veya hayali kelimeler kullanılarak yapılırdı. Bunlar mókár (canavar şeklinde çirkin bir şey anlamında), mókus (sincap), markoláb (ejderha gibi hayali yaratık), mumus (Umacı), ördög (şeytan), rézfaszú bagoly (bakır renkli baykuş), kéménysepro (fırın ya da baca temizleyicisi), zsákos ember (çantalı adam), gyerekszedo (çocuk toplayan), táltos (kam), kutya (köpek), farkas (kurt) gibi kötü ruhların bebeği tahrif edemeyecekleri koruyucu isimler kullanılır. Böylece kötü ruhların, bebeğin gerçek adını bilmesi güçleştirilir. Kumanların atalarının kötü ruhları yanıltıcı, koruyucu olarak kullandıkları bir takım anlam içeren isimler günümüzde sadece coğrafi ad olarak kalmıştır. Örneğin Szatymaz (günümüzde Macaristan‘ın kuzeydoğusunda SzabolcsSzatmár-Bereg bölgesinde yer adı), Bolmaz/Balmaz (Alfold Ovası’nda Balmazujvaros adında bir yer), Baltabay (günümüzde Baltazar), Bugac (Kiskunsag’ta Atalar Kurultayı’nın da düzenlendiği köyün adı) gibi (Vardan 2018a: 264-266).

Erzurum’da çocuğun ilk çıkan dişini gören her kim ise ona yeni bir elbise alıp giydirir veya hediye verir (Dağaşan: 2013: 15). Sinop, Trabzon ve Rize’de çocuğun ilk çıkan dişini gören her kim ise, çocuğa hediye vermek zorundadır (Saraç 2014: 53; Ayçiçek 2016: 66; Kolot 2017: 42). Bu hediyenin ne olacağı veren kişiye bağlıdır. Söz konusu hediyeler, çocuğa yakınlık derecesi veya kişinin maddi durumuna göre değişmektedir. Verilen hediyeler altın, para, kıyafet veya oyuncak gibi şeyler olabilmektedir (Ayçiçek 2016: 66). Macaristan Kumanlarında da aynı uygulama vardır (Vardan 2018a: 269).

Karadeniz Bölgesi’nde aile kurmaya büyük önem verilir. Aile kurmanın ilk şartı evlenmektir. Rize Tunca’daki evliliklerde kızların sülale dışına verilmediği göze çarpmaktadır. Bundaki amaç aile dışına kız vermeyip bütünlüğü sağlamaktır. Kızın dışarıya verilmemesi yok olmaya karşı bir korunma şeklidir. Bunun yanı sıra anlaşamadıkları sülalelere de kız vermemektedirler. Kafeli, Orta Kafeli ve Mapipere sülaleleri kendi içinde evlilik yoluyla akrabalık kurmaktadırlar. Orta Kafeli olarak adlandırılan sülale, Mapiperelerle mecbur kalmadıkları sürece evlilik yoluyla akrabalık kurmamaktadırlar. Bu durum günümüzde dahi devam etmektedir. Çünkü eskiden gelen anlaşmazlıkları halen sürmektedir (Ayçiçek 2016: 66).

Evlilik yaşına gelmiş bireylerin evlendirilmesi kararı anne-babanın veya ailenin büyüklerinin kararı doğrultusunda gerçekleşirdi. Kızlar 5, 8, 10 yaşlarına geldiklerinde “bu kız benimdir” derler ve kızın başına mandil (yazma/başörtüsü) takarlardı. Bu yapıldıktan ve kızın ailesi de onayladıktan sonra o kıza başka birisi talip olmazdı ve herkese duyurulurdu. Düğün için bu kızlar evlilik yaşına gelene kadar beklenirdi. Bu evlilikler “Başlık Parası” karşılığında yapılmaktaydı ve kızın güzelliğine göre bu paranın miktarı artmaktaydı. “Başlık Parası” adı altında sadece nakit para değil, toprak, hayvan veya altın verilmekteydi. Bu tür evliliklerin yanında bir de “menemdi” dedikleri değiş tokuş şeklinde de evlilikler yapılmaktaydı. Bu evlilikte, kız verilen aileden kız alınıyordu. Ancak bu uygulamaların günümüzde etkinliğini yitirdiği görülmektedir (Ayçiçek 2016: 66-69). Samsun’da evlilik yaşına gelmiş bireylerin evlendirilmesi kararı anne-babanın veya ailenin büyüklerinin kararı doğrultusunda gerçekleşirdi. Erkek tarafı kız tarafına “Başlık Parası” verirdi ve bu sadece para idi. Eskiden kız alınan aileye kız veriliyordu. Akraba evlilikleri olduğu gibi sülale dışından da kız alınıp kız verilmektedir (Öztürk, 2019; Bozkurt, 2019).

Rize’de düğün gününe yakın gelin sandığı hazırlanır. Gelini odadan çıkarmadan önce sandığının üzerine genellikle çocuk olmak üzere biri oturtulurdu ve bu kişiye para verilmeden sandık üzerinden inilmezdi. Buna “Sandık hakkı” denirdi. Gelin evden çıkarılırken bir bıçak, kılıfına dualar eşliğinde üç kez sokulup çıkartılırdı. Daha sonra bıçak yedi kat iple bağlanır, ertesi gün düğümler açılırdı. Bunu yapmalarındaki maksat bağlanmayı önlemekti (Ayçiçek 2016: 66-69). Samsun’daki düğünlerde gelin ve damadın sağdıcı olurdu. Eskiden gelinin başına yüzünü örtecek şekilde arkası yeşil, ön tarafı kırmızı renk olan örtülerden duvak yapılır ve örtülürdü. Gelin at üzerinde veya öküz arabasının üzerinde baba evinden alınırdı. Gelin, yengesi veya sağdıcıyla birlikte bu arabada otururdu. Gelini alınca, koca evine bunu haber veren ilk kişiye bahşiş verilirdi. Gelin, koca evine geldiği zaman kayınpederi geline bir dana veya inek vermeden gelin attan, arabadan aşağıya inmezdi. Gelin, koca evine geldiğinde eve girmeden önce eline bir bardak verilir ve tek vuruşta kırması istenirdi. Böylece baba evinden gelen bütün sıkıntıların ve dertlerin gittiğine inanırlardı. Ayrıca gelinin güçlü olup olmadığını ölçerlerdi. Daha sonra eline bir ekmek, Kur’an ve tere yağ verilirdi. Yağı, gelin kendi odasının kapısının üst kısmına sürerdi ve bu yağ ile ekmeği (Gelin ekmeği) yemek çok sevap sayılırdı (Bozkurt, 2019; Öztürk, 2019). Rize ve Erzurum’da gelin koca evine geldiğinde erkek çocuğunun olması için kucağına bir erkek çocuk oturtulurdu (Dağaşan: 2013: 44; Ayçiçek 2016: 66-69).

Evlilik konusunda Macaristan ile Karadeniz Bölgesi’nde benzerlikler bulunmaktadır. Macaristan’daki Kuman-Kıpçaklarda da aile kurmanın ilk şartı evlenmektir. Bu nedenle evlenmeye ve evlenmeye dair geleneklere büyük önem vermişlerdir. Kuman-Kıpçak aileleri, bekar kızlarını veya evlenecek çağdaki “satılık kızlarını” evlendiklerinde yadırgamamaları için güzel elbiseleriyle çalıştırırlar. Eskiden kiminle evlenileceğine aileler karar verirlerdi. Gençlerin yaşadıkları yerin dışına çıkmaları çok mümkün değildi. Bu sebeple eşlerini aynı köyden seçmekteydiler. Bununla birlikte arazinin miras yoluyla başka bir aileye geçmesini önlemek için evlenecek kişinin büyükleri tarafından yakın akrabalardan kız seçilmekteydi. Özellikle de yaşadıkları yerin yerlisi olan kişilerde endogami vardır. Günümüzde akraba evliliği olmadığı belirtilmiştir ancak kanunların yasakladığı da eklenmiştir (Vardan 2018a: 81-120).

Macaristan Kumanlarında çeyiz hazırlama ve sandıkta biriktirme geleneği mevcuttur (Vardan vd. 2018: 64-71). Günümüzde Nagykun bölgesinde gelin çeyizi bir sandıkta biriktirilmektedir (Vardan 2018a: 98). Eskiden gelinler bu sandıkları hayatlarının sonuna kadar misafir odalarında saklamaktaydı (Özü Türk Belgeseli, 2008). Kumanlar arasında “Kalıng” denilen başlık parası bulunmaktaydı. Damadın babası belirlenen para, hayvan vb. gibi taşınır mül

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)