Kar Tanrısı’nın kökeni / Kısmet Rüstemov
Bakülü yazar Mübariz Ören'in ünlü Kar Tanrısı hikayesi hakkında yine Bakülü eleştirmen-akademisyen-şair Kısmet Rüstemov'un yazdığı eleştiri, Kar Tanrısının köklerine, en az hikayenin kendisi kadar heyecanlı bir yolculuğa çıkarıyor.
Bir keresinde İstanbul'da aldığım edebiyat dergilerinden birinde Alberto Manguel'in ‘okuma’yla ilgili harika bir makalesini okumuştum. Hafızamda kalan bir gerçek var: Geçen yüzyılın 90'lı yıllarında Kolombiya Kültür Bakanlığı "Mobil Kütüphane" adında bir proje başlatıyor. Amaç, kitabı ve bilgiyi ülkenin ücra köşelerinde yaşayan ve okumaktan uzak insanların ayağına ulaştırmak. Bu proje kapsamında dağlık ve ormanlık bölgelerde yaşayanlar için at ve eşeklerle kitaplar çantalarda taşınmaya başlıyor. Her adreste, köy öğretmeni veya en eğitimli kişi kütüphaneci rolünü üstlenir ve kitapların halka dağıtılmasını sağlar. Kitaplar aslında teknik kitaplardı: çiftçilik, sulama, terziliğin temelleri... Köylüler, Homeros'un İlyada adlı kitabı dışında, zamanında okumaları için kendilerine bir ay boyunca verilen tüm kitapları geri veriyorlar. Devlet İlyada’yı köylülere hediye ediyor ama bu kitabı neden saklamak istediğini de soruyor. Hepsi aynı cevabı veriyor: Bu kitaptaki hikayeler bizimle ilgili. Avangard edebiyatın dehası Raymond Queneau destanın bu gücünü kısa ve öz bir şekilde şöyle ifade etmiştir: Dünyadaki bütün eserler ya İlyada'dır ya da şu ya da bu ölçüde Odysseia'dır. Bu açıdan bakarsak, bana göre Mübariz Ören'in çok katmanlı, çok yorumlu, usta işi öyküsü "Kar Tanrısı" da Yunan mitolojisi Truva'nın öyküsü "İlyada" -hatta az bilinen Chiona efsanesi, hatta bir bakıma Babil Kulesi'nin hikayesi- ile metinlerarası bir ilişki içerisinde yazılmıştır. Ancak bu hikayeyi çok katmanlı kılan sadece teknik ve üslupsal işçilik değildir. Düşünce - içerik açısından da bu metin üst katmanda şöhret ve kıskançlığı konu alıyor ama alt katmanda yabancının gelişiyle devreye giren sömürge ilişkilerini işliyor. Biz de bu iki planın kesişimindeki "Kar Tanrısı"nı inceleyeceğiz. "Kar Tanrısı", halk yazarı Kamal Abdulla'nın "Gölge" öyküsünden bir epigrafla başlıyor: "Gökyüzünde senin için ilgi çekici hiçbir şey yok..." Epigrafta yazar, konunun yönünün yukarıya-zirveye, fikrin yönünün boşluk, beyhudeliğe doğru gideceğini usulca sezdirir. Hikayenin devamında bize eşlik edecek olan metnin ilk cümlesi, mitolojik sistemde "gençlik, güç, güç arzusu"nun yanında “yasak-yasak olan” anlamına gelen "elma" vurgusuyla başlıyor: "Gönlüne elma düştü ve hemen elmayı ısırdı....." Yani hikayenin gidişatında bileceğiz ki Yeriha’nın gönlüne düşen elma çoktan yaşlanmış ve kaybolmuş olsa da içindeki ihtişam duygusu hala genç! Mübariz Ören, "Kar Tanrısı"nın birçok yerinde sakin, sorunsuz bir atmosfer yaratıyor; diyelim ki ruha huzur veren bu mekanın müziği Malka nehrinin sesi, rengi ise ayçiçeklerinin sarısıdır. Daha sonra yabancının geli yağdırdığı şiyle eski düzen bozulacak, "yasak meyve" ile cennet kaybolacak, "nifak elması" ile irili ufaklı kıyamet başlayacaktır. Şimdilik dağlarla ilgili hayali Douglas Freshfield'in yurt dışı seferi, Yeriha'nın hayali ise merhum eşi Yesara Dionisovna'nın bozduğu bir durumdu. Yazar, bu Dionysos (ovun) soyadıyla bize bir ipucu daha vererek, zaten rüyalar diyarında yaşayan Yesara'nın Yunan mitolojisindeki soyağacına doğru mecazi bir adım daha atıyor. Yesara rüyasında kocasına benim sana elma getiremediğimi, onun yerine kar getirdiğimi, hiçbir insan ayağının dokunamadığı o zirvenin “senin” olduğunu söyler! Elma yerine kar simgesi gençlik enerjisi, her şeyi beyaz bir teslim bayrağına çeviren, kefenleyen, eriyen bir güç olarak kullanıyor. Genel olarak Mübariz Ören'in Balık Gülüşü adlı kitabındaki bireysel öykülerde beyaz renk, ölümlülüğü, son daireye girerken yaşanan renk kaybınıyani ölümü simgeleyen bir metafor olarak kullanılıyor. Mübariz Ören, "Kar Tanrısı"nın hikâyesini zamanda ileri geri atlama (flashback-flashforward), olayı baştan algılama (prolepsis) gibi hilelere dayandırıyor. Bu tür hileler edebi metinde her şeye gücü yeten bir geliştiricinin varlığına işaret etmekte ve aynı zamanda karakterlerin yaşanmışlıkları ile deneyimsiz gençlik dönemleri arasında hareket etmelerine olanak sağlamaktadır. Bana göre "Kan Tanrısı"ndaki Yeriha, Yunan mitolojisindeki çoban Paris'in karşılığı, Yesara ise güzeller güzelli Helana'nın karşılığıdır. Elbruz Dağı'nın zirvesi fethedilmek istenen Truva'dır. Ancak yazar bilinen efsaneyi olduğu gibi tekrarlamıyor çünkü o zaman metnin metinlerarası katmanı görünür olacaktır. Bunun yerine Mübariz Ören, mitolojik sembolleri, çok iyi bildiği hayatın malzemesine ustaca yerleştiriyor. General Emanuel'in keşif gezisi, Douglas Freshfield'ın başarısız girişiminin ardından ikinci ziyaretine hazırlanırken bu cennet yere yapılıyor. Özellikle hikayenin bu bölümünde yazar hem mitolojik motifi devam ettiriyor hem de sömürge ilişkilerinin altında yatan konuyu tanıtıyor. General Emanuel, panik yaşanmaması ve kan dökülmemesi için yerel ileri gelenler arasında eğitim gören Mirza Kul’u da yanına alıyor. Yazar, Emanuel'in adını doğru telaffuz edemeyen Mirza Kul üzerinden generalin mitolojik ismini ima ediyor; Mirza Kul’un kafası karışır ve ona Menelaus adını verir! Eğer Elbruz/Troya’nın fethinde adını tarihe ebedi olarak yazdırmak fırsatını kaçıran (gençliğini hasta bir bilim adamına vermek zorunda kalan) Yehiya’nın generalin (Menelais), generalin (Menelaus) güzel karısı Yesera'yı (Yelena) kıskançlık yüzünden kaçırması mitolojik konunun yeniden yankısıysa da aynı zamanda, buralara bir bilim heyeti ve orduyla gelen yabancıların müstemleke stratejisine, kaba propagandadan, slogancılıktan uzak, ustalıkla yapılmış bir eleştiridir! Yabancılar istediklerini silahlı, silahsız, kan dökmeden alıyorlar. Çünkü tüm silahlardan daha tehlikeli bir şey sunuyorlar: Zafer! Bu hava, ihtişam vaadi, her gün eteklerinde yürüdükleri kumlu dağları, içtikleri buz pınarlarını, soludukları cennet mekânı cehenneme çevirir. Yabancıların ve yeni gelenlerin yerli halka armağan ettiği "yeni gözler" ve "yeni vizyon", vatanı yaşanacak bir yer olmaktan ziyade fethedilecek bir yere dönüştürüyor. Kıskançlık körü körüne yanan çatık kaşlı bir şenlik ateşidir. Şöhret kapısından dönen Yeriha, bu şenlik ateşinde yakılır, hiç göremeyeceği insanların dilinde, adını hiç duymayacağı kitaplarda sonsuzluğu kazanma arzusu onu Elbruz Dağı yerine Yesara'nın kalbini fethetmeye yönlendirir. Yazar, Yesara imajını birçok yönden geliştirmiştir; bir yandan Paris tarafından kaçırılan Helen, diğer yandan mitolojik panteonda daha az bilinen kar tanrıçası Xiona'dır. Xiona, Yunan mitolojisinde rüzgar tanrısı Boreus'un kızıdır, bir versiyona göre kardeşleri ünlü Argonotlardır. Yazar, Douglas Freshfield'ın keşif gezisine ilk vardığında Xiona ile ilgili bu güdüyü bize hissettiriyor, keşif üyelerinin ne kadar yetenekli ve profesyonel olduğunu ve onlara "argonaut" dendiğini yazıyor. Üstelik Yeriha'nın aldığı brandanın üzerinde "Argo" yazdığını gören Yesara, sevinçle bunun Yunan/’bizim’ olduğunu söylüyor. Yazar, Yesara'nın sevincini sanki 77 yaşında hamile kalmış gibi ifade ediyor. Bu ima bizi başka bir gerçeğe götürüyor: Demek ki çocukları olmuyor! Yesara'nın rahmi Yeriha için kapalı, evet rüyanın mantığı netleşiyor: Sana elma değil (güç), kar getirdim. Zaten efsane mantığı, başkasının karısını kaçıran kişiye çocuk hakkı vermez. Hikayenin mitolojik dehlizleri inceden inceye işleyen motifleri burada da bitmiyor: Nihayet yaşlılığında, Douglas Freshfield'ın ikinci gelişinde, Yeriha yarı baygın olarak Elbrus'un zirvesine baktığında, dik bir domino taşına benzettiği bir kaya parçasında insan ölçülerine uygun zincir parçaları görür. Promotei'nin bu dağlara zincirlendiğini söylediklerini hatırlar. Böylece hikayenin ana fikrine ustalıkla yedirilmiş başka bir mitolojik motifle daha karşılaşırız: Prometheus tanrılardan ateşi çaldığı için cezalandırılmış, Kafkas dağlarına zincirlenmişti. Yeriha da generalin karısını kaçırmıştı. Bu çok incelikli, ustaca ifade edilmiş bir imadır, kendisini size çok çabuk göstermeyen bir anlam yüksekliğidir; yani bu dağların tepesi bir ceza kampıyd! Yeriha'nın cinnet içinde yaşadığı ve ihtişamdan gözleri dönmüş halde geri döndüğü ve ödüllendirildiği zirve, aslında onun cezasıydı! Ama onun zinciri demirden değil, kıskançlıktan yapılmıştı. O, dağın zirvesine taş taşıyan değil kıskançlığını taşıyan bir Sisifos'tur. Yeriha'nın kaderi "eriyip suya dönüşmek, nehre akmak"tır. Bir Sufi atasözü der ki, bu dünyada sahip olduğunuz tek şey, gemi battığında yanınıza aldığınız şeydir. Mübariz Ören’in "Kar Tanrısı" hikayesi geleceğin "Titanik"ine yazılmış bir mektuptur. (Kaynak: www.525.az) Kısmet Rüstemov
Gercekedebiyat.com
YORUMLAR