Kar Tanrısı / Mübariz Ören
Azerbaycanlı yazarların çok zengin bir ilgi dünyası ve derin bir gözlem gücü var. Nesnelere ve olaylara bakışı duyarlı ruh dünyasıyla Mübariz Ören Bakü'de yaşayan iyi bir yazar. Balık Gülüşü adlı kitabından aldığımız bu öykü Elbruz Dağı'na tırmanmakla görevli bir Rus askeri birlikle yerel halk arası...
"Cennette sizin için ilginç bir şey yok...” K. Abdulla Uyanıp, eski kulübenin camını açınca buzlu dağlardan akıp gelerek gece gündüz çağlayan Malka nehrinin şırıltısını daha iyi duydu. Bu Ağustos sabahında gökyüzüne ağzını açmış uçsuz bucaksız görünen ayçiçeği tarlası, gözlerinin önünde cennet gibi yayılıyordu. Nicedir kendini bu denli zinde hissetmemişti. (Yazarın Balıq Gülüşü adlı kitabında yer alan bu öyküyü Azerbaycan Türkçesinden çeviren: Ahmet Yıldız) *Cebrayıl'da doğdu. Bakü'de yaşıyor. Bakü Slavyan Üniversitesinde İnşaat mühendisliği okudu. Öykü kitabı Balıq Gülüşü 2017'de yayınlandı. Mübariz Ören
İngiliz Dağcı Douglas Freshfield'ın Elbrus'un zirvesine çıkmak için geldiğini duymuştu dün. Douglas'ın ikinci gelişiydi bu. Yıllar önce gelişinde tırmanmaktan caydıran kendisiydi.
Boşuna değildi demek; dün gece Yesara’yı görmüştü rüyasında. Görmüştü, sağdı Yesar. İşte şu ayçiçeği tarlasının tam ortasında durmuş ona el ediyor şimdi!
Yaman mutlu görünüyor. Yüzü ışık saçıyor. "Sonunda istediğin yere geldin Yehiya. Eninde sonunda bu olacaktı. O zirve senindi! O zirveye sen çıkacaksın" dedi ve durduğu yerde, tepeden tırnağa bembeyaz olan tüylerle örtülü haşmetli bir varlığa dönüştü. "Sana elma getiremedim Yehiya...”
Sanki sesi kalınlaşıyordu. “Sana kar getirdim, artık sana bu dünyada ölüm yok!” Sonra birden, tarlanın ortasından gökyüzüne bir yıldız gibi kayıp kayboldu.
Penceredeki ihtiyar şaşkın “Bismillah! Hayırdır inşallah!” diyerek eliyle yüzünü sıvadı.
Nicedir garip söylentiler dolaşmaya başlamıştı kasabada. Çevre ormanlarda, dağlarda ucube garaib yaratıklar peyda oluyor diyorlardı. Varlığını hiç hissetmeden yaklaşan bu yaratığın vücudunu kaplamış yoğun bembeyaz tüylerin arasında kadın memeleri seziliyormuş. Sivri dik kayalara kolayca tırmanabiliyor, azgın bahar derelerinde akıntıya karşı yukarıya doğru kolayca kaçabiliyor, her biri beş on metreye varan büyük adımlarıyla atını sürüp gidiyormuş. Bu denli sinir bozucu olmasına karşın dumanlı havada kaybolmuş avcılara, çobanlara yol bulmakta, çay geçmekte yardım etmekte, başı bozulmuş sürüyü hoylayıp bir araya toplamakta yardım edermiş. Hatta bir kişiyi uçurumun kenarında ölümün elinden çekip almış; öyle konuşuluyordu.
“Bismillah! Bismillah! Bismillah!” diye yine kendi kendine tekrarladı.
Güneşin ilk ışıkları düştükçe kuruyup tahtaya dönmüş ayaklarını hissetmeye başladı. Bu günü çok beklemişti. Uzun yıllar ölmeden kalması, yaşlılığın derinliklerinde sağ kalmasının nedeni bugünün aşkıydı.
Biliyordu ki, bu gün mutlaka gelecek ve bir dağcı onu çağıracaktı.
Douglas Freshfield de 1868'deki başarısız birinci seferinde: "O zirve senindi, Yehiya! Ve o zirveye henüz insan ayağı değmemiştir" demişti.
Belki de bu "sihirli" sözler olmasaydı Yehiya başını yastığa koyup çoktan dünyayı terk etmişti. General Georgy Arsenievich Emanuel'in altıyüz elli asker ve üç yüz elli Kazak ve yerli Çerkes rehberlerle yaptığı şatafatlı seferi sırasında çoban Kilar'ın fethettiği zirve Elbrus'un doğu zirvesiymiş.
Ondan daha yüksek olan batı zirvesine ise halen insan ayağı değmemiş!
***
Dağ-taşa deprem nasıl ürperti salar, General Emanuel'in 1829 yılındaki seferi bu dağların ebedi rahatlığını aynen böyle bozdu. Belki ondan da beter! Temmuz ayıydı, yılın bu vakitleri havalar hoş geçtiğinden sürünün ağzı gelip Elbruz'un eteklerinde belirmişti. Öyle güzel gündü ki! Çoban arkadaşları ile şen şakrak şakalaşır, çalıp oynaşırlardı. Diğer köyden iki genç çoban da gelip onlara katılmıştı. İçlerinden birinin adı Kilar'dı.
Böyle şen şakrak oynaşırken Baksan nehrinin dibinde başlayan sarp kayalıkların dibinden ucu bucağı görünmeyen bir karartı gittikçe yaklaşıyordu. Hepsinin beti benzi attı, şakadan neşeden eser kalmadı.
Kendilerinin sandıkları bu özgür dağlarda şimdi başkaları da vardı. Hem ne kadar çok!
Önde atlılar gidiyordu, kurt sürüsü gibi birbiri ardına dizilmiş yaya askerler ise her yirmi adımda bir duruyor, nefeslenip yeniden yürüyordu. Ancak iniş yokuşların sertliği, şeritlerin darlığı rahat ilerlemeye imkân vermiyordu. Tüfeklerini beline alıp birer delikten çıkan dağlı erkekler hemen kendi aralarında işaretleşip bu orduya karşı konuşlandı. Başka zaman birbirlerini didip parçalamaya hazır olan küçük halklara doğa, bu yabancı tehlike karşısında bir olmayı öğretmişti.
Kurumuş tarlayı su basması gibi yaylada durdu ordu. Burası ordunun açık gökyüzü altında kamp kurması için elverişliydi. Derin derelerin korkunçluğundan, sert kayaların heybetinden canını kurtarmış askerler nihayet rahat nefes almak için bir açıklık, genişlik bulmuştu.
Fakat sevinçleri kısa sürdü. Dağ başları tekin değildir; güneşine güvenilmez. Akşama yakın hava esti gürledi. Askerler eli ayağına dolaşmış fırtınada çadırlarını kurmaya çalıştılar. Bu çadırların önünde üç özel çadır daha kurulmuştu. Bunlardan biri general ve onun genç karısı ve on iki yaşındaki kızı içindi. İkinci çadır Elbrus dağlarında inceleme yapacak bilim insanları içindi. (Generale göre dağı fethetmek yeterliydi, bilim ilim boş ilerdi. Bilim insanlarına göre ise dağı fethetmek azdı; onu bilime erişilir kılmak esastı...) Üçüncü çadır ise karargâh subayları içindi.
Üç gün durup dinlenmeden yağmur yağdı. Ama bu üç günde herkes birbiriyle tanıştı dost oldu. Anlaşıldı ki dağlıların, çobanların endişesi boşuna; bu bin kişilik ordu yalnızca bilimsel çalışmalar için buradaydı. Hele generalin yanında Mirza Kulu’yu görünce iyice emin oldular. General tedbirli bir insandı. Biliyordu ki silahla süngüyle dağlı cemaatin üstüne gitmek tehlikeli bir oyundur. Bunu ona Mirza Kulu öğretmişti. Neşeli ve şakacı karaktere sahip Mirza Kulu bu bölgenin az çok bilgili ileri gelenlerindendi.
Dağlı konuk hemşerilerine General Emanuel’in şöhretinden ağız dolusu söz ediyor (Emanuel demeye dili dönmeyince de kâh Maneyel, kâh Manelay diyordu) Onun Napolyonlu Fransa’ya karşı yaptığı dört savaşı şevkle ve hevesle anlatıyordu.
Grupta Lents adlı bir alim vardı. Mirza Kul dağlılara "Coul-Lents" kanunu işittiniz mi diye soruyordu. (A Mirza Kul, nerden duyabilir bu zavallılar; onlar yalnızca koyun-kuzu sağmayı bilir.)
Havanın düzelmesini bekleyen sefer üyelerinin aralarında milliyetçe Macar olan Bes adlı ilginç bir tip de vardı. Bilimden haberi olmasa da, böyle bir bilim grubunun varlığından haber alınca nedense kendisini buraya itmişti. Onun işi gücü, yeryüzündeki bütün dillerin Macarca’dan türemiş olduğunu kanıtlamaya çalışmaktı. Hatta Adem'le Havva'nın adı bile Macar adıydı! Hazar kıyılarına kadar olan bölgelerdeki tüm milletleri kendi kabilesi sayıyordu. Neyse, büyük bir tesadüf ya da terslik, General Emanuel de milliyetçe Macardı. Ama General böyle etnik aidiyetleri konuşmayı yasaklamıştı; yerli halk arasında ciddi bir tepki olabilirdi.
Üç günün içinde iyice kaynayıp karıştılar. Dağlı erkekler koyun-kuzu ellerine ne geçti çalıp çapıp getiriyor, yerine bin türlü asker toka nişanı alıp hurçlarına sokuyorlardı. Yehiya’nın derdi toka-nişan değildi!
Nedense kalbine bir kıvılcım çırtlamış, alev alıp dini imanı yanmıştı!
Yehiya, generalin güzel saçlı genç karısına vurulmuştu; nereye bakarsa onu görüyordu. Generalin karısı da gözlerini ondan ayıramıyordu; bakışları dönüp dolaşıp birbirini buluyordu...
Üçüncü gece de sağanak döktü, bütün gece rüzgâr uğuldadı, esti-coştu; sadece sabaha yakın hava açıldı. Sabahın sisleri arasında Elbrus tüm azametiyle misafirlerinin önüne çıktı.
Ordu hazırlanıp yola çıkınca köylüler baktılar ki kendileri de orduya katılmış. Artık avcı avın, çoban sürünün peşinde değil. Tepe deresini geçip yoğun meşelikten yukarı, gri koyulukta dağlara, sert sarp kayalara daldılar. Atlar zorlukla ilerliyordu. Akşama dek güçlükle ancak üç dağ aşabildiler. Bazı yerlerde kayalar öylesine birbirine yakındı ki tek kişi güçlükle sığıyordu. Sanki doğa güzeller güzeli Elbrus’un fethine engel çıkarıyordu.
Yeniden bir düzlüğe geldiler. Burada bile ilerlemek mümkün değildi. Emanuel yirmi kişilik küçük bir grup yaratmaya karar verdi. Bu gruba üç akademisyen -aralarında Lents de vardı- sert dağ iklimine dayanabilecek birkaç Kazak ve dağları iyi bilen iki kişi, yerli Çerkeslerden Kilar ve Yehiya dahil edildi. Macar Bes dil döküp yakarsa da Emanuel onu gruba sokmadı.
“Orada senin kabilenden kimse yok! Oraya henüz insan ayağı değmedi. Olsa olsa Yunan tanrıçalarının akrabaları olur.”
Bunları söyleyen general genç karısına bakıp:
“Prometeyi bu dağlarda zincire vurdular!” dedi.
Grup yola çıkmadan önce zirveye ilk ayak basan kişiye çok büyük ödül –dört yüz elli frank para ve beş arşın değerli mahud parça– vaat edildi. Sabah Emanuel grubu toplayıp içtima alırken Yehiya’nın önüne gelip helalleşmeye hazır koç gibi alnını öne uzatıp durdu.
Grup birkaç günlük azık, halat, kazık, balta vesair yüklenip zirveye doğru yola çıktı. Dağlar gittikçe irtifa kaybediyordu. Keskin basınç değişkenliği, havasızlık ömründe yükseklik görmeyen yabancı askerleri güçsüz koyuyor onları yere seriyordu. Tek tek göze çarpan kar tarlaları gittikçe daha fazla bir alanı işgal etmeye başlamıştı. Öğleye yakın hepsi karın esiriydiler. Güneşin bembeyaz karda yansıyan ışığı gözlerine diken gibi batıyordu. Gün vurdukça eriyip yumuşamış kar ayaklarına çamur gibi yapışıyor, zaten yorulmuş ayaklarını mahvediyordu.
"İnsanoğlu her türlü tehlikeye göğüs gerebilir, doğrudur. Ancak bu Allahın dağlarındaki fedakârlık niçin gerekli?”
Lents daha önce kendisine böyle sorular sormamıştı. Dikkatli olması gerekiyordu. Çünkü bu karlı, sarp kayalarda azıcık yanlış ölüm demekti:
“Peki, insanı bu tehlikeye, gereksiz riske çeken neydi? Gül gibi alimsin adın-sanın var! Senin neyine gerek dağ dere? Bu zirveye adam ayağı değmemiş? Oysa gerçek değil! Kaç milyon yıl geçip, birkaç bin kişi gelip gitmiştir en azından! Sadece bunu kimse bilmiyor. Ama senin kahramanlığın kayıtlara geçebilir...”
Akşama doğru sadece dört kişi kayalarla çevrili tepede göğsü büsbütün ileri çıkmış kayaya ulaşabildi. Ve bu somurtkan kayanın arkasından hep karla kaplı haşmetli çift koni göründü: Elbrus'un doğu ve batı zirveleri!
Lents'in ayakları sözünü dinlemiyordu. Ayaklarında sorun vardı ve ciddiydi. Burada geceleyip sabah erkenden yola devam etmeliydiler. Fakat gece Lents’in durumu daha da ağırlaştı. Ateşi çıktı, titremesi arttı. Gece boyunca sayıkladı. Üç kişiydiler: Kilar, Yehiya, bir de Kolya adında bir kazak vardı. Üç kişiden biri Lents’i mutlaka kampa düşürmeliydi. Ancak zirveye ilk çıkan kişi olmanın şöhretinden kim vazgeçmeye razı olurdu? Tarihin kaydına geçmek için bir adım kalmışken kim geri dönerdi? Hiç kimse! Kolya resmi görevli olduğunu iddia ederek kendi adını baştan sildirdi; kaldı iki kişi. Kiler ve Yehiya. Açıktı ki Yehiya daha yamandı ve bu üç kişinin içinde zirveye çıkabilmeye en yakın kişiydi.
Fakat halsiz düşmüş, adım atamayan Lents’i geri götürmek için de güçlü kuvvetli biri olması lazımdı. Hem yolun büyük bir kısmı kat edilmişti, hem de, sırtında ağır hastayla karlı-kaygan taşları inmek çıkmaktan daha zordu. Son karar Kilar’ındı. Kilar, yaşça büyük, sakalına ak düşmüş kişiydi.
Sabah gökyüzünde bir tane bile bulut yoktu, ter temizdi. Güneş turuncu ışıklarıyla Elbruz’un burçlarından belirmişti.
Fakat ve heyhat! Kalbinden kara kanlar akan Yehiya kampa dönmeye mahkum oldu. "Misafiri yüzüstü bırakmak Dağlılara yakışmaz” demişti Kilar.
"Kahrolsun dağlı da, onun adeti de! Cehennem olsun her şey!" O zirveye ilk çıkan kişi olmak istiyordu Yehiya. Direnmeyi düşündü karara, ama yapamadı; çaresiz Lents'i omuzlayıp geri döndü.
İkişer üçer kampa dönmüş olan değer grup üyeleri iyice halden düşmüştü. Gözlerinin altı şişmiş, suratları kırmızı yaralarla kaplanmıştı. Hastaların tedavisi için General kendi çadırını ayırmıştı.
Genç hanımına seslendi: "Yesar! Bu hastalara iyi bak...”
Su gibi duru gözleri gülüyordu Yesara’nın; pınar akışı sesinden, gülüşünden yaşam akıyordu. İnce titrek parmakları kalbine dokundu, nabzını yokladı, sonra yine kalbine baktı. Bu sıcacık parmaklar Yahiya’nın demir kollarında, göğsünde dolaştıkça sökülüp dökülecekti neredeyse...
“Asla ve hiçbir zaman benim böyle bir karım olmayacak” dedi içinden Yehiya.
Kaz tüyü gibi bembeyaz, zarif, hafif tenli! Mısır saçağı gibi uzun, altın saçlı... Kendisi ise sıradan bir çobandı, nasibi bir dağlı kızdı: elleri iş güçten yumru, tabanları taş kesekten çat-çatlak, kaba...
Birdenbire Emanuel'i kıskandı; öyle bir kıskandı ki generalle kafa kafaya gelmeye hazırdı…
Elindeki dürbünle heyecanla zirveyi izleyen General çocuk gibi sevinerek bağırmaya başladı: "Zirveyi fethettik!"
Kilar zirveden el ediyordu! Bunu yalnızca general gördü, o söyledi. Başka kimse görmedi. Çünkü dürbün ondaydı!
Kulakları patlatırcasına havai fişekler atıldı. Dağ taş yankılandı. Elbrus belki de ilk kez bağrında ateş gördü.
Gece sabahlara kadar hiç kimsenin gözüne uyku girmedi. Herkes sabahki törene hazırlanırkan General de çevre köylerin ileri gelenleri davet etmişti. Kilar zirveden bir parça bazalt getirmişti. General ikiye bölüp, bir kısmını İmparator'a göndermek için ayırıp ayrı koydu, diğer bölümünü ise çocuklar gibi sinesine bastı.
Ertesi gün ödülleri verildi ve zafer kutlandı. Bir kayaya şunlar yazıldı: "1829, 8-11 Temmuz. Aşağıdaki yazıt kayaya oyulmuştur. General Emmanuel”
Dönmek için yola koyulmadan General Emanuel on iki yaşındaki kızının ısrarı üzerine onu Baksan çağlayanına götürdü. Kilar göz hastalığına yakalandığından gözlerini beyaz ışığa açamıyordu; kör gibiydi. General karısı Yesara'ya kinayeyle bakarak, "Bu adama iyi bak, öyle böyle bir adam değil ha!" dedi. Bunu söylerken Yehiya'ya bakıyordu, yani Yehiya sen bir çobansın, başka umutlara kapılma demek istiyordu.
General suya gidince Yehiya hemen çadıra girdi. Söylediği bu son söz onu hepten kızdırmıştı. Yesara beyaz yeşil bir giysi giymişti. Kızıl saçları bembeyaz memelerinin arasına dökülüyordu. Gözleri al beni kaçır beni bitir beni Yehiya diyordu. Ve her şey göz açıp kapayana dek oluverdi. Yehiya Yesara'yı alıp generalin bezekli atının üzerine oturttu. Yesara el verdi, at bel verdi! At yokuş aşağı yolsuz meşelikleri, Baksan nehri boyunca sert-sarp kayalıkları uçar gibi geçiyordu.
***
Elbrus'un aşkıyla Douglas Kafkasya'ya geldiğinde Yehiya artık seksen altı yaşındaydı. Douglas'ın ilk seferi o zamanların en mahir, en deneyimli Alpinistlerinden oluşmuştu. O kadar teçhizatlı ve hazır idiler ki onlara Argonovatlar deniyordu.
"Bana bu dağların her yerini ıcığını cıcığını kendi karısı gibi tanıyan kılavuz lazım" diye soran Douglas'a herkes Yehiya Satteyev'i göstermişti. Bu dağları ondan iyi tanıyan olmazdı.
Yehiya Yesaran'ı kaçırdıktan sonra tam on yıl Kara Ülser dağındaki gizli mağarada yaşamıştı. Emanuel elek velek edip tüm çevre dağları arasa da İmparator'a mektup yazıp –Kafkasya'yı tek ele geçirmek için İmparatorun eline bundan iyi fırsat düşmezdi– şehirleri köyleri ele geçirse de onların izini tozunu bulamamıştı. Bu gizli mağaranın yolunu ancak Kilar biliyordu ki, o da, Emanuel ölüp her şey unutulana dek dostunu ele vermedi. Aksine, evlerinden uzak kalmış Yehiya'ya yardımcı oldu.
Yıllar sonra nihayet gün ışığına çıktılar ve bir kulübe inşa edip orada kaldılar. Douglas onları güçlükle bulmuştu. O zaman Yesara Dionisovna henüz sağdı.
Genç Douglas'ın feth olunmuş zirveye çıkmak için bu kadar can atması Yehiya'yı kuşkulandırmıştı.
Douglas'ı geri dönmeye ikna etti. Günlerce sis basıp yağmur yağması da işe yaramıştı. O zaman Douglas süt çocuktu; şimdi saçları ağarmıştı.
Bu sefer Yehiya'yı kendisiyle dağa götürmedi Douglas. Genç bir rehber bunu yapmıştı ki havasından yere göğe sığmıyordu.
Douglas'ın takımı iki gündür yoldaydı. Karşı dağlardaki yoğun ormanlar yukarıdan yosun gibi görünüyordu. Güm gök yaylaklar gitgide karla örtülüyordu. Kayaların dibinde dupduru göl ayna gibi parıldıyordu. Dağlardan dökülen çay, ağaç dalları arasında kaynıyor, çağlıyor, köpürüyordu.
Douglas'ın takımı zirve öncesi kayaya varınca artık dağ taş kardı. Tipi eksik olmuyordu. Dağcıların özel giysileri, eldivenleri, geyik derisinden başlıkları, yüze sıkı oturan genişlikte gözlükleri de onları doğanın yakıcılığından korumaya yetmiyordu. Kiprikleri, kaşları bembeyaz buz tutmuştu. Ruh durumları da berbattı; herkes dönmek istiyordu. Yürüyüşe başlarken pek havalı olan genç rehber ise çoktan yarı yolda bırakıp kaçmıştı.
Birden karşılarında beyaz giysiler içinde beliren ihtiyarı görünce sevinçten köpek gibi boğuşmaya başladılar. Gelen yaşlı Yehiya'ydı! Douglas'ın umutsuzluk ve yılgınlık içindeki grubuna hızır gibi yetişmişti. Yehiya sanki onlara hızır tarafından gökten gönderilmişti!
Gecelemek için askeri hazır çadırlar kuruldu, gaz ocağında keyiften çay bile kaynattılar. Şimdi her şeyi semti, yönü bilinmeyen bulutlar belirleyecekti. –Dağlarda havayı bulutlar belirler– Eğer her şey yolunda giderse yarın bu zaman Avrupa'nın en yüksek zirvesinde olacaklardı. Şimdi yanında durdukları Lents Kayasından sonrası, zirvenin kendisiydi!
"Lents kayası ha!" Lents'in leşini kilometrelerce sırtında taşıyan Yehiya adı hiçbir kitapta yoktu! İçi acıyla doldu.
Mırıldandı, "Ama Lents'in adına kaya var!"
Gece yarısına dek yatmadılar, gözlerine uyku girmedi. Douglas garip şeyler konuşuyordu. Elbrus'un fethiyle ilgili arşiv materyallerini okumuştu. Bes adlı bir Macar aliminin - alim ha! - ilginç elyazmasına rast gelmiş: "Kilar o zirveyi feth etmedi" diye yazıyormuş Bes. "İki saatliğine kayanın arkasında yok olup sonra ortaya çıktı. Emanuel hiçbir zaman Kilar'ı zirvede gördüğünü söylemedi. İmparator'a da zirve gerek değildi, ortada herkese yarayacak bir hikâye vardı. Kilar'a para gerekiyordu, Emanuel'e İmparatorun yanında makam, İmparator'a ise Kafkasya gerekiyordu!"
Herkes yorgun çadırına girip uyudu. Yehiya tepeden tırnağa bembeyaz tüylerle örtülü haşmetli varlığı bir daha gördü. "Kalk ayağa Yehiya, kalk! O zirve senindir" dedi ve yine parlayıp yok oldu.
Sabah erkenden bomboş bohçasını omuzlayıp yola koyuldular. Şimdi zirveyi elinden kimse alamazdı!
Ufukta bembeyaz bir çizgi uzanıyordu Yükseklerde hava açıldıkça dağ-taş görünmeye başlar, doğa kendini yeniler. Kar tepeleri şafakta çiyle birlikte şeffaf pembe renge boyar. Elbrus'un buzdan tacında sabah pembeliğinde sayısız, belki milyonlarca göz kamaştırıcı kıvılcım yanıp sönüyordu; hatta koyu gri görüntüler de bir anlık kendi rengini değiştirip tunç renge boyanıyordu.
Şimdi hiçbir şey onun önüne kesemezdi. Artık kendisi kendisinin değildi! Ayakları kendisinin değildi! Düşünceleri, duyguları, aklı kendisinde değildi. "Bu zirveyi feth eden kimse dönüp kendi hayatını rahat yaşayamaz."
Muhteşem bir kayanın önüne geldi. Eğik belini doğrulttu. Elini ışıktan korunmak için kaşına götürdü.
Kayanın karşısında hayretten donup kalmıştı Yehiya. (Dev bir domino taşının dik koyulmuşunu düşünün.) Birden kayanın zirvesindeki zincir yerini gördü. Zincir! Sanki bir zamanlar birisi zincirlenmiş burada! Ama insan ölçülerinde değildi bu zincir izi.
"Prometeyi bu dağlarda zincire vurdular!"
General Emanuel'in Macar Bes'e söyledikleri kulaklarında çınladı Yehiya'nın.
Karanın cenginden beyaz galip çıkmıştı. Yehiya'nın yürürken kara vuran gölgesi bile bembeyaz karın üzerinde kâh griye, kâh yeşile çalıyordu. Siyah hayat rengiymiş, ha! Burada beyazın temiz kutsal kucağına birkaç saniyede yaşamı gözlerinin önünden geçti. Simsiyah bir hayat yaşamıştı. Suçluydu: Güzeller güzeli Yesara'nın ömrünü çalmıştı! Bir Generalin karısını mağarada yaşamaya mahkum etmişti.
Düşündükçe göğsü daralıyor başına ağrılar giriyordu. Şimdi her şeyinden vaz geçmeye hazırdı o, tek bu yükü omuzlarından atsın! Fakat neyi vardı ki? Vaz geçecek boş bir bohçadan başka hiçbir şeyi yoktu yehiya'nın. Yehiya öleli çok olmuştu.
"Bütün günahlar siyah taşlara çöker, onun da üstünü kar kaplar. Sana kar getirdim, Yehiya!"
Yesaraydı bu! Onun sesiydi. Ama buruşmuş vücutlu, ihtiyar Yesara değil buralarda tanıştığı dipdiri göğüslü güzeller güzeli genç Yesara'ydı!
"Görüyorsun, söylenenler oldu! Adalet yerini buldu! Bu zirve senindi Yehiya! Gerçekte hiç kimsenin ayağı bu zirveye değmedi! Daha sana ölüm yok!"
Aşağıdaki tepeden dürbünüyle bakan Douglas, Yehiya'nın zirvede kımıldayan ihtiyar gövdesini gördü. Sevinçten yerinde zıpladı.
Oysa Yehiya'nın içini derin bir keder ve boşluk duygusu sarmıştı. Zirvedeydi evet ama bu zirve neydi?
Zirvede bir şey yoktu! Ömür boyu can attığı, bir gün çıkacağı anı bekleyerek nihayet ulaştığı zirvede hiç bir şey yoktu!
Dumanın beyazına karışmış karlı dağlar sınırlarını kaybetmişti; yer göğe karışmıştı, gök yere…
Yehiya nereye gidiyordu, kendisi de bilmiyordu!
GERCEKEDEBİYAT.COM
YORUMLAR