Son Dakika



Günümüz şartlarında bir toplum din ve peygamber bilmeden de gelişebilir lakin, yaşadığımız Evren'i, Dünya'nın ve "canlı" yaşamlarının evrimsel süreçlerini bilmeden, anlamadan ve kabul etmeden hiç bir toplum ilkel bir noktadan daha ileriye gelişim gösteremeyecek, nihayetinde yok olacaktır. Bu görüşün doğruluğu farklı toplumların mevcut durumları ile ispat olunmaktadır. Din, bilimin yerini tutmaya çalıştığı sürece eleştiriyi hak eder ve işlevini hızla yitirmesi nedeni ile zaman içerisinde zihinlerden silinecektir. Bu sebeple Vatikan bilim karşısında geri adım atacak denli uyanık davranmış, Yahudiler İsrail'in laik yapısını ve bilimsel çalışmalarını baltalamamış, ancak İslam dünyası adeta bilime savaş açtığı için geri kalmış, bu tavırları eleştirildiği vakit ise, Müslümanlar bin yıl önce İslam dünyasından çıkmış bir takım mucitleri ve doktorları öne sürerek bilim ile iç içe olduklarını savunmaya çalışırlar. Sadece inanca hizmet ettiği zaman bilime destek veren İslam dünyası da bir gün mutlaka bilim önünde diz çökmek zorunda kalacaktır. Daha açık görüşlü dindarlara dönüşmek mümkün, tüm Müslümanları yapmakta oldukları hatadan dönerek o yola girmeleri için davet ediyorum, aksi takdirde yeni nesilleri bu hayatta bilgisiz kalmanın neticesinde acı ve sefalet içerisinde kıvranmak, başkaları tarafından sömürülmek zorunda kalmaktan kurtulamazlar.

4.5 MİLYAR YIL ÖNCEDEN BAŞLIYORUZ

Gezegenimiz, toz ve gaz bulutunun kütleçekim kuvveti sayesinde bir araya toplanması sonucunda oluşmuştur, Goldilocks kuşağında bulunması neticesinde yaşamın filizlenmesi için uygun bir ortam haline gelmiştir. Daha önce Dünya'nın oluşum aşamasını ve bilhassa Ay'ın ortaya çıkışının "canlı" yaşamının gelişmesi için ne denli önemli olduğu konusunu incelemiştik. Şimdi ise Dünya çevresinde Ay ile uzay boşluğunda sürdürdüğü yolculuğu esnasında milyarlarca asteroid ve kometin şiddetli saldırılarına maruz kaldığı noktadan, yani 4.5 milyar yıl önceden tekrar başlıyoruz. Kütle çekimi sayesinde bu cisimler gezegenimize yönleniyor ve buraya donmuş halde su taşıyorlardı, akışkan bir lav kütlesi halindeki gezegene temas eden cisimlerdeki donmuş su buharlaşmış, dünyayı yoğun bir su buharı çevrelemişti.

Asteroidler çok az su taşısalar da 20 milyon yıldan uzun bir süre kesintisiz şekilde Dünya'yı vurdukları için bu su nihayet birikmiş ve soğuyan gezegende okyanusları yaratmışlardı. Gezegenimizdeki okyanusların devasa boyutlarda olmaları sizi düşündürebilir, ancak eğer gezegenimiz bir futbol topu büyüklüğünde olsaydı, bu topu bir kova suya sokup çıkarsaydınız, topun üzerinde kalacak incecik bir katman halindeki su ne kadar yoğun ise, okyanusların mevcut varlığı da Dünya'nın kütlesine oranla benzer bir yoğunluktadır, yani aslında biz çok küçük "canlılar" olduğumuz için okyanuslar gözümüzde büyüyor diyebiliriz.

DÜNYA ZİYADESİYLE HAREKETLİ BİR YERDİ

Dünya önceleri sadece su ile kaplı olsa da ziyadesi ile hareketli bir yerdi, volkanik patlamalar okyanus yüzeyinde birer leke gibi ufak adacıklar oluşmasına sebep oldular, bu adalar yeni volkanik hareketler ile büyüyecekler ve tektonik plaka hareketi ile gezegen boyunca dolaşarak birbirleri ile çarpışırken, daha büyük kara parçalarını oluşturacaklardı. Bu esnada Dünya halen asteroidlerin saldırısı altında, uzaydan gezegenimize mineraller taşırlarken, bu mineraller okyanusun çamurlu zemininde, gezegenin çekirdeğinden sızan başka mineraller ve kimyasal maddeler ile buluşarak tek hücreli bakterileri oluşturuyorlardı.

Burada biraz es verelim ve şu soruyu soralım, "cansız" moleküller nasıl oluyor da "canlı"yaşamını oluşturuyorlar? Bu büyük bir sorudur ve dindarlar bilimin bu soruya yanıt veremediğini ancak dinlerin yanıt verdiklerini iddia ederler. Bilakis, dinler bu soruya bir yanıt veremezler ve "yaratıcı" bir tanrının "ol dedi oldu" demesi ile özetlerler. Sorarım, bu bir yanıt mıdır? Bir çeşit "hokus pokus" ile bu işin gerçekleştiğini ve "her şeye kadir olan" bir tanrının bir tek emir ile "cansıza""can" verdiğini söylemek kesinlikle ikna edici bir açıklama değildir. Ancak bilim bize yanıtları verir, fakat inanç sahibi insan pek fazla derinine inerek incelemediği bu yanıtlar ile ikna olmaz ve yaşamın ortaya çıkışını açıklasanız da, o halde elementler nasıl oluştu sorusunu sorarlar, elementlerin moleküllerin bir araya gelmesinden oluştuğunu söyleseniz, bu sefer molekülleri oluşturan atomların nasıl oluştuklarını sorarlar, onu da açıklasanız, o halde Evren nasıl oluştu? Bu soruları sormaları güzeldir ancak altındaki amaç ikna olmamak ve sizi köşeye sıkıştırma gayesidir. Sizi sürekli henüz keşfedilmemiş bir yere doğru çekerler ve yanıt veremediğiniz noktada İşte gördün mü yanıt veremiyorsun, halbuki yanıt "ol dedi oldu" diyerek türlerin ortaya çıkış süreçlerini açıkladıklarını ve sizin bilgilerinizin doğru olmadığını ispat ettiklerini düşünerek gülümserler. Halbuki, kendi inançları ve kitapları size sordukları soruların hiç birinin yanıtını verememektedir, "ol dedi oldu" diyerek bir meseleyi özetlemek, ikna edici bir yanıt değildir. Yaradılış efsanesi sadece mesnetsiz bir iddiadan ibarettir.

BİLİME SIRTINI DÖNEN HİÇ BİR TOPLUM GELİŞEMEYECEKTİR

Dinler, ilkel toplumların birlik ve düzen içerisinde yaşamak için geliştirdikleri, korkuları ile harmanlanmış efsanelerden ibarettir. Bu efsaneleri kaçınılmaz gerçekler olarak kabul eden ve bilime sırtını dönen hiç bir toplum gelişemeyecektir.

Bu söyleyeceğim çoğu insana kabullenmesi zor gelebilecek bir mesele olsa da, öncelikle şunu anlamak gerekir, hücre dediğimiz şey aslında kimyasal tepkimeler ile işleyen bir fabrikadır ve "canlı" falan değildir! Biz "canlı" ve "cansız" sözcüklerini bir şeyleri tanımlamak ve kategorize etmek için uydurduk,  asıl gerçek olan ise canlılık değil, sadece kimyasal tepkimedir. Biz yine de kavramları anlaşılabilir kılmak için yazı içerisinde yerleşik ifade olan"canlı" tanımını kullanacaksak da yazının ilerleyen bölümlerinde "canlı" tanımı yerine 'tür'ifadesini tercih etmeye başlayacağız.

Yaşamının nasıl oluştuğu sorusu evrim konusuna dahil değildir evrim "canlıların" nasıl oluştuğunu değil nasıl geliştiklerini açıklar, "canlıların" oluşumları ise Abiyogenez teorisi ile  anlatılmaktadır (Bilimde kuram veya teori; bir olgunun sürekli olarak doğrulanmış gözlem ve deneyler baz alınarak yapılan bir açıklamasıdır. -Wikipedi'den alıntı-) ve her ikisi birbirinden bağımsız konulardır. Okura Abiyogenezi (abiogenesis) en sade şekli ile, fazla teknik terimlere girmeden açıklayabileceğimi düşünüyorum. Parantez içerisinde verdiğim kısım bilhassa dikkatinizi çekmiş olmalı, TEORİ sözcüğü günlük hayatta TEZ sözcüğü ile karıştırılmaktadır, halbuki teori bilim jargonunda deneyler ve gözlemler ile ispatlanmış olguları tanımlamakta kullanılan bir terimdir. İşte size Abiyogenez Teorisi...

MOLEKÜLLER ELEMENT OLUŞTURMAYA BAŞLIYOR

Dünya'ya düşen cisimler atomların bir araya gelerek oluşturdukları moleküller ile doludurlar, karbon atomu burada en önemli unsurdur, çünkü öteki tüm atomların aksine daha fazla atom ile bir araya gelerek yeni ve daha karmaşık moleküller oluşturmayı başarabilmektedir, bu sebeple karmaşık organik formların temelinde karbon atomu yatmaktadır. Peki atomlar nasıl bir araya gelirler? Taşıdıkları elektrik sayesinde birbirleri ile uyum gösterir ya da gösteremezler, mıknatıs gibidirler. Uzay ortamından Dünya'nın çamurumsu yapısına taşınan moleküller burada bir araya gelebilecekleri uygun ortamı bulunca farklı elementler oluşturmaya başlarlar.

İlk işlevsel hücre nasıl ortaya çıktı bunu anlamak için polimer ve monomer nedir bunu iyi bilmemiz gerekiyor. Yunanca 'poli' çok demektir, 'meros' ise "parça" manasına gelir. Yani polimer "çoklu parça", monomer ise daha küçük molekülleri ifade etmektedir. Monomerler kimyasal tepkime ile bir araya geldiklerinde polimerleri oluştururlar. Lego parçalarını birleştirmek gibi düşünün lütfen.

Yaşamın başlangıcında öncelikle enerji faktörü olan yıldırımlar etkili olmuştur, bu süreç günümüzde çeşitli deneyler ile ispat olunmuştur, elektrik moleküllerin işlevsel formlara dönüşmesinde enerji faktörünü sağlamışlardır, sonrasında ise yağ asitleri etkili olmuştur, denizlerin diplerinde oluşan yağ asitleri bulundukları suda uygun PH derecesi ile karşılaştıklarında veziküller, yani kararlı kabarcıklar oluştururlar, bu kabarcıklar yarı geçirgendirler ve monomerlerin içlerinde hapsolması için uygun yapıdadırlar, aynı zamanda kabarcıklar bir araya gelerek birbirlerine yapışırlar ve daha büyük dallar oluştururlar, bu dallanmalar ise suyun akışı, dalgalar ve akıntılar ile bölünebilirler fakat bölünen dallanmadır, kabarcık kararlı yapıda oldukları için formunu korumaya devam eder, monomerler kabarcığın güvenli haznesi içerisinde bir araya gelip daha karmaşık ve büyük parçacıklar, yani polimeler oluşturunca bunlar  daha büyük parçacıklar olduklarından kabarcığın içerisine hapsolurlar.

YEMEK YEDİĞİNİZDE MİDENİZİN ŞİŞMESİ GİBİ

Bu esnada parçacıklar ile dolan kabarcık, içerisindeki basınç nedeni ile büyümektedir, bu yemek yediğinizde midenizin şişmesi gibidir, yağ asidi kabarcıkları, kendilerinden daha az polimer içeren bir kabarcık ile temas ettiklerinde az olan polimerler daha çok olan polimerler ile birleşirler, kabarcığın şişmesi bu sayede daha da artar, kısacası kabarcıklar birbirlerinden polimer çalmaya, yani birbirlerinden beslenmeye başlamışlardır, büyük kabarcık küçük kabarcığı farkında dahi olmadan yemektedir, yedikçe şişmektedir, peki bu şişme hali nereye kadar sürebilir? Yağ asidi kararlıdır demiştik, bu sebeple patlamıyor, ancak şişme haline de bir süre devam edebiliyor ve sonunda yağ kabarcığı içerisinde oluşan basınca dayanamayarak bölünmek zorunda kalıyor. Başka yağ kabarcıklarından çaldıkları yegane şey polimer değil, küçük kabarcığın yağ asidini de çaldığı için bölünerek ikiye ayrılmak için uygun miktarda malzemeye sahip olurlar.

Ufacık parçacıklar güvenli bir kese, yani kabarcık içerisinde bir araya geldiler, birbirlerinden beslenerek ve başka ufak parçacıkların keseye hapsolması ile büyüdüler, sonunda bölünerek çoğaldılar. Ortada 'akıllı' bir yapı dahi yok, sadece kimyasal tepkime gerçekleşiyor, tüm bu süreç bilinçsizce, "eşyanın tabiatı" nedeniyle mümkün oluyor, temelinde atomların yapısı ve özellikleri bulunuyor. Erwin Schrodinger, "Yaşam Nedir" adlı kitabında bir maddeye ne zaman"canlı" denebileceğini şu şekilde açıklıyor; "Hareket, çevresiyle materyal alışverişi ve benzer 'birşey yaptığı' ve benzer koşullar altında 'gidişi koruma'sını beklediğimiz 'cansız' bir maddeden çok daha uzun bir süre için yaptığı zaman.'' Dolayısı ile burada sözünü ettiğimiz yağ asitleri, bu eylemi gerçekleştirdikleri için artık "canlı" bir tek hücredirler.

Bu kabarcıkların içlerine hapsolmuş polimerler en ilkel genomlardır, ancak önceleri genetik bilgi taşımazlar, bu noktada henüz o özelliğe sahip olmadılar. Fakat kopyalanmalarını ve çoğalmalarını sağlayan bilinçsiz davranış sahip oldukları ilk bilgi olarak saklanmaya başladı bile, yukarıda anlattığımız süreci tekrar edebilenler mevcudiyetlerini korurken bu mutasyona ayak uyduramayanlar yok oldular, böylece ortada bilinçsizce tekrar eden bir bilgi oluştu, ne yağ kabarcığı ne de polimerler ne yaptıklarının farkında değiller, kimyanın gereksinimlerini yerine getiriyorlar.

ÇOĞALMAYI BAŞARAMAYANLAR

Peki ya bu bölünerek çoğalmayı başaramayanlar? Onlar elbette yok olmak zorunda kalıyorlar, böylelikle başarabilenler kendilerini kopyalayıp çoğalttıkça ortamı ele geçirmeye başlıyorlar. Bölünüp çoğalırken bu beceriyi yeni üreyene de kopyalamış oluyorlar. Yeni monomerler de bu beceri kazanmış sisteme dahil olsunlar ve bilgi kazanmış olan polimerleri daha da zenginleştirsinler, daha zengin içeriğe sahip olan bilinçsiz ancak bilgi sahibi polimerler ile daha karmaşık bir yapı oluşturmuş olan yağ kesecikleri mevcudiyetlerini bölünerek sürdürsünler. Eğer bir kabarcık bu bölünme ve çoğalmayı engelleyecek monomerleri sistemine dahil ederse bölünmeyi başaramadığı ve çoğalamayacağı için, ortam yine becerisini koruyup geliştirenlere kalacaktır. Bilgi ve bilmek hayata tutunmak için ne kadar önemli gördünüz mü? Bu yeni bilgiye sahip olmayanlar nasıl da yok oldular.

2 milyar yıllık bir sürecin ardından bu yapılar daha karmaşık başka yapılar oluşturuyorlar ve iki hücreliler meydana gelmeye başladı, aynı sistem devam ettikçe karmaşıklaşan yapı RNA ve DNA'ları oluşturuyorlar, böylelikle daha fazla bilgi depolayıp aynı bilgiyi yeni nesillerine taşımayı başardılar. Bunun gerçekleşmesi için doğaüstü bir unsurun "ol" demesine ihtiyaç yok.

SİSTEM NASIL ÇALIŞIYOR

DNA, bir moleküldür. Moleküllerin nasıl oluştuklarını açıklamıştık, genetik bilgi genler şeklinde DNA'da bulunur ve bu DNA çok sayıda protein ile bir araya gelerek kromozomu, dolayısı ile daha karmaşık yapıları oluşturur, DNA molekülünü içeren kromozomlar hücre çekirdeğinde saklanır, bilgiyi saklar ve gerektiğinde kopayalarlar. DNA'da bulunan bilgi RNA molekülüne geçer, bu sayede hücrenin protein sentezlemesini yani beslenmesini sağlar.

Sistem bu şekilde çalışıyor ve adım adım daha karmaşık bir yapıya ulaşıyor. Ben buradan bir sıçrama gerçekleştirerek tekrar Dünya'nın gelişim sürecine geri dönüyorum. Yukarıda anlatılanlar, inorganik maddelerin organik maddeye nasıl dönüştüğünü, bu sistemin nasıl başladığını ve işlediğini, kısacası mekanizmayı anlatmaktadır. Güneşten dünyaya ulaşan X ışınları da mutasyonları çeşitlendirmekte etkili olmuştur fakat "canlılar" zamanla mevcut X ışını seviyesine karşı bir ölçüde bağışıklık geliştirmişlerdir.

Dünya'yı kaplayan su, bilhassa sığ bataklıklar artık mikroskobik organizmalar ile dolu bir çorbadır, hayat bir defa ortaya çıkınca onu yok etmek neredeyse imkansız hale gelmektedir, fakat milyonlarca yıl boyunca en ufak bir değişiklik olmaz, tek hücreli bakteriler suları kaplamışsa da fazla bir gelişim sergilemezler, zaman geçer ve bu tek hücreli bakteriler sığ sularda ufak komünler oluştururlar, bu bakteri öbeklerinin adı Stratamolit'tir, fotosentez yapmaya başlamışlar, ışık, karbondioksit ve suyu glikoza çevirmektedirler, bu sayede bir yan ürün olan oksijen üretirler.

OKSİJEN ZEHİRLİ BİR GAZDIR

Manzara şahanedir fakat o manzarayı süsleyen "canlı" yaşamı halen ilkel bir haldedir, bununla birlikte su ve atmosfer artık oksijen ile dolmuştur, bildiğimiz anlamda oksijen aslında pis kokulu ve zehirli bir gazdır, uzaydan zeki bir "canlı" gelecek olsa belki de oksijeni soluyunca ölebilir, Dünya'yı kaplayacak olan "canlılar" bu zehirli gazı soluyarak hayata tutunacak şekilde evrilirler, Dünya ise tektonik plaka hareketleri nedeniyle hareket halindedir, bir süre önce ufak adalardan başka kara parçası göremiyorduk, artık Rodinya adında bir süper kıta yeryüzünü süslemektedir, tektonik plaka hareketi Rodinya'yı zaman içerisinde parçalara ayırır ve farklı kıtalar haline getirmeye başlar, bu kara parçaları adeta dans eder gibi Dünya üzerinde farklı yönlere doğru dağılsalar da ileride tekrar birleşerek bir başka süper kıta oluşturacaklardır.

Gezegen uslu durmak bilmez, tam manzara güzel derken kıtaları oluşturan volkanik hareketler atmosferi karbondioksit ile doldururlar, eriyik halde sürekli yüzeye fışkıran lavlar soğuyarak kayalara dönüşürlerken atmosferi kaplayan karbondioksiti de içlerine hapsederler, işte global ısınmanın Dünya'ya vereceği en büyük zarar, ısınan kayalardan kurtulacak olan bu karbondioksitin tekrar atmosfere karışacak olmasıdır. Dünya adım adım dengesiz bir yer haline gelmektedir, şartlar öyle sık değişir ki, bir bakmışsınız volkanlar patlıyor ve ortam cehennem gibi ısınıyor, bir bakmışsınız buzul çağı başlamış, karalar kilometrelerce kalınlıkta buz tabakasının altına hapsoluyor.

PEKİ ŞİMDİ NE OLACAK

Böyle bir gezegen kolay oluşmuyor, geçirdiği evreler akıllara durgunluk verecek nitelikte zorlu şartları gerektiriyor, peki ya şimdi ne olacak? O tek hücreli organizmalar bu denli soğuk ve donmuş bir ortamdan kurtulabilecekler mi? Dünya'yı hemen ısıtmaya yetmese de volkanik hareketler buzun altında bir nebze akışkan su bulunmasını sağlıyor ve tek hücreliler o suyun içerisinde çekirdekten sızan ısıyla hayatta kalmaya çalışıyorlar, milyonlarca yıl boyunca volkanlardan atmosfere püsküren karbondioksit olmasa buzların eriyecekleri yok, buzlar eridiği zaman içlerine hapsolan oksijen, karbondioksit ile dolu olan atmosfere karışmaya başlıyor, bu durum ılımlı bir denge yaratıyor.

Nihayet günümüzden 600 milyon yıl önce Dünya çekilir bir yer haline gelmeye başlıyor, su var, karalar da, oksijen de, peki ya hayat nerede? Elbette en güvenilir yerde, okyanusların diplerinde uygun ortamı bulan ilkel organizmalar önce çok hücrelileri oluşturmuş, zamanla ortaya bir çeşit su solucanı çıkacak şekilde evrimleşmişlerdi, bu solucanın deri hücrelerinde gerçekleşen mutasyon bazı hücreleri ışığa duyarlı hale getirince solucanların baş hizasında ilkel bir göz ortaya çıkmıştı, böylelikle çevrelerini az da olsa görebilmeye başladılar. Aynı esnada deniz bitkileri ve Wiwaxia adlı bir "canlı" ortaya çıkar, bu dönüşme becerisini bir kez kazandılar mı durmak bilmeden farklı türler denizleri kaplamaya başlarlar ve elbette o meşhurTrilobitler. Şu anda gezegende bulunan tüm böceklerin ve tüm eklem bacaklıların en ilkel ataları.

Evrimsel süreçte göz gelişince bu göz sayesinde sinir sistemine ulaşmakta olan artan bilgiyi işleyecek bir mekanizmanın da temelleri atılır ve bir yığın sinir hücresi ufacık bir ilkel beyin halini dönüşerek gerekli bilgiyi işlemeye başlarlar. Böylelikle "canlılar" basit de olsa kararlar verebilecek hale gelirler.

CİNSEL DEVRİM

Anomalocaris okyanusun ilk yırtıcılarıdan biridir, 1 metreye yakın boyları, keskin dişleri ve avlarını kavramak üzere geliştirdikleri uzuvları ile okyanusların altını üstüne getirmektedirler,kambriyen patlama olarak adlandırdığımız, aslında "cinsel devrim" diyebileceğimiz bir süreçte ortaya çıkıyorlar. Türler artık çiftleşerek çoğalmaktadırlar, peki biz neredeyiz?

Biz de okyanuslarda yüzüyoruz, adımız Pikaia, bir balığa benziyoruz, omurga geliştirmiş, bu sayede daha gelişkin bir sinir sistemi için uygun bedene sahibiz, hızlı bir şekilde bizi avlamak için can atan anomalocaris'lerden kaçınmaya çalışıyoruz, onlarca, yüzlerce milyon yıl boyunca ufak ufak değişimlere uğruyoruz, bir kez yolumuzu bulduk, başımıza sayısız felaket gelecek fakat bizi hiç bir şey durduramayacak, günümüzden 400-370 milyon yıl önce halen suyun içerisindeyiz ve kaçınmamız gereken öteki türler ile boğuşuyoruz, hayatta kalmayı öğrendik, yırtıcılardan kaçarken kıyıya yakın dolaşmaya başladık, gelişmeye başlamış omurgamız bize yeni özellikler ve daha gelişkin bir sinir sistemi kazandırdı, evrim geçiriyoruz ve biz artık bir Tiktaalik olarak adlandırılan bir türüz, kıyıya yakın sularda kalmak yırtıcılardan kaçmamızı güvence altına alıyor ancak burada açık sularda olduğu kadar fazla oksijen yok, hayatta kalabilmek için oksijen solumamız gerekiyor, kafamızı sudan çıkarmaya başlıyoruz, suyun içerisinde beslendiğimiz bitkilerin benzerlerinin karalarda da ortaya çıktıklarını görüyoruz, az ileride karada besin kaynakları var fakat onlara erişemiyoruz, bu bitkileri denizdekilerden ayıran en büyük özellik, çevrelerinde başka hiç bir yırtıcı olmayışı. Artık spor ile değil tohumla üremeye başlayan bu bitkiler iştah kabartıcılar, neden onlarla beslenmeyelim?

VE AKCİĞERLER GELİŞİR

Yırtıcılardan kaçarken kısa süreli de olsa kıyıdaki yosunlar, kıyıya yakın bitkiler ile besleniyoruz derken yüzgeçlerimizi kullanarak karaya çıkmaya başladık, biraz beslenip suya geri dönüyoruz, bu becerimiz geliştikçe karada geçirdiğimiz süre artmaya başlıyor, artık vaktimizin çoğunu karada geçirmeye ve nesilden nesile solungaçlarımızı kaybetmeye başladık, solungaç yerine hava kesecikleri evrim geçirerek akciğerler gelişti.

Bu arada karaya çıktık ancak yalnız değiliz, Trilobitlerin torunları da bizleri izlediler, bizi denizde rahat bırakmayanlar artık karada da peşimizdeler, biz onları onlar da bizi kovalıyorlar, öyle büyük hızla dünyayı kaplamaya başlıyoruz ki, artık çevrede sürüngenler, böcekler ve daha nice hayvan dolaşıyorlar, yaşam denizden karaya doğru bir akın başlattı, Dünya oksijenle ve besin kaynakları ile dolu olduğu için her birimiz nesilden nesile daha büyük hayvanlara dönüşüyoruz, bir kısmımız ortama ayak uyduramayarak yok olurken, bazılarımızın derisi ve ayakları karasal ortama ve sıcak hava ile güneş ışınları altında yaşamaya adapte olarak dönüşüyor ve hayatta kalmayı başarabiliyoruz, yumurtalarımız suda olduğunun aksine kuru ortamda koruyucu ve kalın bir kabukla kaplanmaya başladı, onları toprağa gömüyor ya da ortalık yere bırakıyoruz.

Çiftleşmeyi keşfedince genetik olarak birbirlerine yakın farklı türler de çiftleşiyorlar ve bazen ortaya melez türler çıkıyor, Casineria adlı bir sürüngen kertenkele türü, 340 milyon yıl önce karada doğup karada yaşayan ilk hayvan olarak tarihe adını yazıyor. Bu sürüngenin beyni öteki tüm türlerden daha fazla gelişmiş, biz insanlar günümüzde üç katmandan oluşan bir beyin taşırız ve en alttaki beyincik dediğimiz katman bu sürüngenlerin beyinleri ile aynı yapıdadır, o beyin halen kafamızın içerisinde duruyor, sonradan eklenen tüm katmanlar o sürüngen beyninin üzerine işlendi.

Beyin gelişiyor ancak öteki uzuvlar da durmuyor, çenesi gelişen bir sürüngen daha hızlı ve daha çok yiyebilmeye başlayınca daha da hızla gelişiyor, Varanops adlı bir tür ortamın en acımasız avcılarından biri haline geliyor, dün bizi yiyenleri bugün biz yemeye başlıyoruz.

ET YEMENİN KEYFİNE VARMAK!

Hem suda hem karada yaşayabilen amfibi balıklar sürüne sürüne dolaşırlarken sürüngenlere dönüşmeye başlıyorlar, henüz dinozor değiller, son derece kaba görünümleri ile devasaSkutosauruslara dönüştüler, bugünün kaplumbağalarının ve birkaç başka hayvanın daha ataları, otla besleniyorlar fakat onlarla beslenen Gorgonopsitler et yemenin keyfine varmışlar. Hepsi son derece kaba görünümlü, ilkel ancak hayatta kalmak konusunda başarılı türler, fakat ortak bir düşmana karşı hayatta kalma mücadelesi veriyorlar, o düşman Dünya'nın ta kendisi, hayat tam gelişti derken yeniden başka bir yok edici oyun sahnelenmeye başlıyor, Dünya rahat durmuyor ve çekirdeğindeki eriyik bazalt yüzeye sızmaya başlıyor, bugün Sibirya olarak bildiğimiz bölgede yer kabuğu çatlıyor ve ortaya çıkan volkanik kaya atmosferi zehirli gazlarla dolduruyor.

Dünya bildiğimiz kadarıyla 5 defa kitlesel yok oluşlara sahne oluyor, bunlardan ilki Permiyenadı verdiğimiz dönemde gerçekleşiyor ve 25kg'ın üzerinde iri bir cüsseye sahip türlerin hemen hiçbirinin yiyecek bulamayacağı felaketlerin ilkinin fitili ateşlenirken, yaşam neredeyse tüm Dünya'da yok olmanın eşiğine geliyor. Buna rağmen halen korunaklı yerler var, Dünya'nın öteki ucunda aynı felaketler yaşanmıyor, orası halen sakin, çeşit çeşit hayvan güven içerisinde dolaşmaya devam ediyorsa da bu sakinlik sürdürülebilir değil, kısa süre içerisinde jet akımları ile taşınan küller tüm atmosferi kaplıyor ve Dünya üzerinde ne varsa üzerlerine kül yağmaya başlıyor, atmosfer soluk alınamaz bir hale geliyor ve asit yağmurları hem karadaki hem de sudaki türleri öldürmeye başlıyor. Denizlerde neredeyse yosunlar dışında hiç bir şey bu felaketten sağ kurtulamıyor. Yetmezmiş gibi deniz tabanının altında donmuş halde bulunan metan gazı da iplerinden kurtularak suyu ve atmosferi kaplamaya başlıyor. Her şey mi öldü yani? Hayır, hayat sadece %95 ölçüsünde yok oldu, ancak türlerin %5'i hayata tutunmayı başarıyorlar, ne bulsalar yiyorlar ve bir nebze daha sakin olan az sayıdaki bölgede yaşama tutunmaya çalışıyorlar.

DİNOZORLAR ÇAĞI BAŞLIYOR

Kıtalar, durmak bilmeden hareket halindeler. Bir zamanlar birbirlerinden ayrılan karalar tekrar bir araya gelerek Pangea adında bir süper kıta oluşturuyorlar, bu süper kıta volkanik tabaka ile kaplanıyor ve milyonlarca yıl sonra bu tabaka verimli bir toprak katmanı haline gelerek yoğun bir bitki örtüsünün gelişmesine katkı sağlıyor, günümüzden 250 milyon yıl önce hayatta kalan türlerden yaşam tekrar evriliyor ve adım adım gezegeni kaplamaya, yeniden çeşitlenmeye başlıyor ve tanıdık simalar gezegene hükmediyorlar. Dinozorlar çağı başlıyor.

Çeşit çeşitler, hızlılar, büyükler, acımasızlar, çevrelerindeki her şeye, hatta bazıları kendi türlerine dahi saldırıyorlar, oksijen yeniden çok yüksek bir seviyede ve tekrar devasa türler oluşmasına neden olurken bizim atalarımız olan memeliler tam aksine küçülmeye başlıyorlar, iri olanları kolaylıkla av olurlarken daha küçük olanlar dinozorlardan kurtulabiliyorlar, bugün benzer bir süreç fillerde gözlenir, genetik olarak iri dişleri olanlar fil dişi avcıları tarafından öldürüldükleri için, fil nüfusu daha küçük dişleri olanlar üzerinden devam etmeye başlamıştır, bu sebeple son 150 yıl içerisinde doğarak yaşayan fillerin daha küçük dişlere sahip olduklarını gözlemleyebiliyoruz, memeli atalarımızın da durumları bu şekilde gelişmiş olmalı, iri olanlar dinozorlar tarafından avlanırken küçük olanlar hayatta kalmayı başarmışlardı.

Dinozorlar gezegeni kaplarken levha tektoniği durmak bilmiyor, kıpır kıpır olan kabuk kırılıyor, çatlıyor, yarılıyor ve ayrılıyor, Pangea parçalara ayrılarak birden fazla kıtanın oluşmasına neden oluyor. Bir zamanlar kıta olan yerler denize, deniz olan yerler kıtalara dönüşüyorlar. Bizim memeli atalarımız tehlikelerden kaçarken sinir sistemleri, beyinleri, duyu organları bu tehlikelerle daha hızlı baş edebilecek şekilde gelişiyor, beyinlerinde neo-kortex adı verilen bir bölüm gelişiyor ve bu sayede tehlikelere karşı daha yaratıcı çözümler bulabilir hale geliyorlar. Biz artık Bettong adı verilen ufacık memeli bir fare türüyüz, uyanık, hızlı, güçlü duyulara sahibiz, tek amacımız hayatta kalmak. Dinozorlar en büyük düşmanlarımız fakat bu denli kuvvetli bir düşmanın karşısında hayatta kalmaya çalışmak bizim daha gelişkin, zeki, yaratıcı ve kurnaz olmamızı sağlıyor, öldürmeyen şey güçlendiriyor. Devir dinozorların devri, Dünya'nın sahibi onlar, bu gücü ellerinden almamızın hiç bir yolu yok, ancak bu işi bizim için bir başka unsur halledebilir, iki paragraf sonra bu beklenmedik unsur sahneye girerek dinozorların sonunu getirecek, biz o zamana kadar bir başka dönüşüm hikayesini anlatacağız.

Gercekedebiyat.com

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)